Archive for Haziran, 2012

Fatma Seher (Kara Fatma)

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Bursa’nın Kurtuluşuna İmza Atmış Bir Mücahit Kadınımız Kara Fatma (Fatma Seher)

Kara Fatma Erzurumlu Yusuf Ağa’nın kızıdır. Balkan Harbi’nde kocası Derviş Erden’le Edirne’de Yanık Kışla’da bulunmuştur. 1. Dünya Savaşı’nda 9, 10 kadınla birlikte Kafkas Cephesi’nde savaşmıştır. Eşi Sarıkamış’ta şehit düşmüştür. Mondros Mütarekesi’nden sonra “Üsküdar’a” oradan Bolu ve Ankara yoluyla Sivas ve Erzurum’a giderek Gazi Mustafa Kemal’den kendisinin vazifelendirilmesini istediğini 43 kadın silah arkadaşı olarak şark vilayetlerindeki vazifelerini yerine getirdiklerini 1923’de yapılan bir mülakatta anlatmıştır.

Fatma Seher Mustafa Kemal’le nasıl görüşebildiğini yine hatıralarında şöyle anlatır:

“Mustafa Kemal’in huzuruna çıkabilmek için muhtelif kıyafetlere girerek üç günlük bir mücadeleden sonra devamlı bir takibin neticesi olarak, Sivas’ta öğle yemeğine davetli bulunduğu bir yere giderken yolda yakaladım. Üzerimde çarşaf ve yüzümde peçe ile kapalıydı. Kendisiyle bir mesele hakkında görüşmek istediğimi söyleyince ilk defa sert bir lisan kullanarak “Ne görüşeceksin” dedi. Kalbimdeki vatan aşkı bu sert muameleye üstün gelerek derhal peçemi kaldırdı ve İstanbul’dan buraya kadar sizinle görüşmek için geldiğimi ve maruzatımı bir dakika için dinlemesini ısrarla rica ettikten sonra, pek yakınımızda bulunan küçük bir lokantaya beni kabul ettiler” bilgisini vermiştir. Mustafa Kemal ona adını, silah kullanmayı, ata binmeyi bilip bilmediğini sormuş ve aldığı cevaplardan memnun olarak “bütün kadınlar senin gibi olsa idi Kara Fatma” demiş ve adı bundan sonra Kara Fatma kalmıştır.” Kendi eli ile yazdığı kağıdı vesika olarak bana verdi. Sıkışık vaziyetlerde sana yarar. Haydi göreyim seni verdiğim talimatı unutma, bir an evvel İstanbul’a git hazırlan ve işe başla” dediğini anlatmıştır.

Kara Fatma aldığı talimatla İstanbul’a gelmiş, Topkapı Pire Mehmet ve Laz Tahsin ile birlikte onbeş kişilik çete kurmuş, köylü kıyafeti giyerek Haydarpaşa’dan trene binip İzmit’e inmişler ve iş bulmaya gelen muhacir görünümünde sayılarını arttırmaya çalışmışlardır. Kısa zamanda doksanaltı kişi olmuşlar, Üsküdarlı Albay Neşet Bey emrinde savaşmışlar, askeri bakımından mühim olan Fındıktepe’yi düşmandan temizleyerek buraya Türk bayrağını dikmişlerdir.

Kara Fatma dokuz yaşındaki kızı Fatma, oğlu Seyfettin kardeşleri Süleyman ve Mehmet Çavuş ile davulcular ormanında gizlenmiş olan yüzelli kişilik çetenin başına geçen Kara Fatma Gül-Bağçe, Mecidiyye, Orhaniyye, Arpalık köylerinin imam ve muhtarlarıyla ileri gelenlerini ormana celbettirdi. Onlara “Ben Kara Fatma’yım sizin ırzınızı malınızı ben koruyacağım” dedi. “Köylüler memnun döndüler. Kara Fatma bir taraftan sabanca havalisinde silah satın alıyor. Bir taraftanda civar köylerden gelen delikanlıları çetesine yazıyordu. Mevcudu dörtyüzsekseni bulmuştu.”

İzmit Yunan işgali altında idi. O günlerde yırtık pırtık bir köylü kadını pazara öteberi getirip satıyor, akşam olunca şehirden ağır sandıklar alarak esrarengiz bir şekilde çıkıp gidiyordu. Bu kadın iki defa gelip gitmiş dönerken altışar sandık götürmüştü. Üçüncüde bu şüpheli kadını yakaladılar. Sandıklar cephane sandığı idi. Kendisini askeri koğuşlarından birine attılar. Ondokuz gün mütemadiyen dövdüler, dövdüler. Ondokuz gün zarfında tamamiyle dermansız, hasta ve perişan olan bedbaht kadın Kara Fatma çetesinin bizzat reisesiydi.

Müfrezesine kırküç kadından başka yediyüzde erkek katılmış olduğunu söyleyen Kara Fatma, kadınlardan yirmisekizinin şehit düştüğünü, geriye kalan onsekiz kadın ve diğer erkeklerle 1. İnönü, 2. İnönü Savaşları’na katılmış, bu savaşlarda onsekiz kadını şehit olarak bırakmış, kendi de yaralanmış ve Başkomutanlık Meydan Muharebesi’ne yani Afyon harbine müfrezesiyle katılmış. Bu savaşla ilgili, onun kahramanlığını zekasını çok iyi anlatan hatırasını onun ağzından yazıyorum.

“Altımdaki Ceylan ismindeki, güzel talim ettirilmiş çok akıllı bir hayvandı; âdeta bir piyade neferi gibi düşman mevziine sokulmakta fevka’1-âde mahirdi. Afyon civarındaki Sürmeli köyünde bulunan düşmana müfrezemle taarruz esnasında, hayvanımla düşmanın mevziine sokulmak icap etti. Bu esnada düşman tarafından bir kemend atılarak yakalanmıştım ve hayvanda şahlanarak bizim tarafa firar etmeye muvaffak oldu; ben de bu suretle düşmana esir olmuştum.

Beni yakaladıktan zaman gözlerim bağlanarak, kendi mevzilerinin iki saat gerisinde bir yere götürülmüştüm ve burada gözlerimdeki mendil çözüldü ve sürmeli köyünde kurmuş oldukları karargahlarında yarım saat isticvap edildim; benden izahat almak için mütemadiyen sıkıştırıyorlardı; ben de verdiğim cevaplarda kaçamak cevaplar veriyordum. Bunlar arzu ettikleri maksadı temin edemediler. Bunun üzerine, Başkumandanları olan Tirikopis’in yanına götürdüler. Beni görünce son derece hayretle bana bakıyordu ve “Sen Kara Fatma!” diye üç defa hayretle ismimi tekrarladı. Biraz sonra hayret ettiğinin sebebini son sualinden anladım. Meğer bunlar, Kara Fatma’yı devâsâ birşey tahayyül ediyorlarmış ve bende bunlara cevaben “Anadolu’daki Kara Fatmalar’ın en kuvvetlisi benim” demiştim. Beni bilahara bir yere kapadılar.

Evvela başıma dört tane süngülü nöbetçi diktiler; birkaç gün geçtikten sonra bir kişiye indirilmişti. Hergün beni mütemadiyen dövüyorlardı. Gücüm tükenmeye başlamıştı. Bir gün nöbetçinin yanına bir misafir arkadaşı geldi. Şarap içiyorlardı. Misafir olan arkadaşı kalktı gitti. Bu nöbetçi şarap içmeye devam ediyordu. Her halde çok içmiş olmalı ki sabaha karşı sızdığını gördüm. Fakat bir türlü inanamıyordum. Bir iki yoklamadan sonra hakikaten sarhoş olduğuna kanaat getirmiştim. Elindeki silahı alarak ortalık ağarmadan yola çıktım. Ondokuz gün esaretin öldürücü ezalarına maruz kaldıktan sonra nihayet bir hayli müşkülattan sonra kaçmaya muvaffak oldum. BURSA’NIN işgalini duyunca halime bakmadan Sürmeli köyündeki ovada kıtamın başına geçtim. Bu muvaffakiyetimden dolayı Üsteğmen’liğe terfi edildim.”

BURSA 20 Haziran 1920’de Yunanlılar’ca işgal edilmiştir. Düşmandan temizlenmesi Afyon Zaferi’nden on gün sonra 10 Eylül 1922’dedir. Kara Fatma müfrezesiyle BURSA’NIN KURTULUŞU savaşına da katılmıştır. Afyon ilçelerinden “Burhaniyye Köyü’ne geldiğim zaman artık tamamen Yunan elinden kurtulmuştum; fakat şimdi harb etmek, düşmanı sürmek için bende daha yaman bir ateş uyandırmıştı. Bana ve vatandaşlarıma yaptıkları zulüm, eza ve cefadan dolayı Yunanlılar’a mülevves ayaklarıyla topraklarımızı çiğneyen bu düşmanlarımıza teskin olunmaz bir kin ve nefret duymuştum. Müfrezemi tekrar teşkül ettim ve BURSA CEPHESİNDE harbe girdi. Yunanlılar burada mukavemet ettiler fakat Türk’ün süngüsü yaman şeydir, O’na kimse mukavemet edemez. Bizim vazifemiz kıtatın gerilerine akın etmek ve yollarını kesmekti. Vazifemizde muvaffak oluyorduk. Yunanlılar bizim ordunun hücumuna fazla dayanamadılar. Bozgun başladı; birkaç gün içinde Yunan’ı denize sürdük. Artık vazifem bitmişti. Yorgun vücudumu dinlendirmek için izin verdiler, işte bende bugün memleketimi geziyorum. Vilayeti şarkiyye gittim. Karadeniz sahillerini gördüm bir iki gün evvel de güzel İstanbul’umuzu görmek için buraya geldim” diyor.

Kara Fatma bunları Tanin Gazetesi muhabirine anlatmıştır ve bu konuşma Tanin Gazetesi’nin 5 Temmuz 1923’de yayınlanmıştır.

Benim bugün neden Jan Darc’ın yanında bir Kara Fatma’nında bu nesil için onlar tarafından bilinmesi için çaba harcamakta olduğuma en güzel örnekte; Kara Fatma’nın İstanbul’dan sonra gittiği Konya’da neşredilen Babalık Gazetesi’nde Tenin’deki röportajdan da faydalanarak 9 ve 21 Temmuz 1923’de yayınlanan ve Kara Fatma’nın hayatta her sahada bir erkek gibi karışması mümkün olup olmadığı sorusuna verdiği cevapdır, şöyle der;

“Bundan sonra erkek, kadın hep beraber çalışacağız. Kadın peçesiz ve yüzü açık gezmekle iffetini kaybetmez. Zaten memleket bizden o kadar çok hizmet istiyor ki… Bunlar arasında peçe ve çarşafı düşünecek halde değiliz, İstanbullu hemşerilerimize silah kapıp cepheye gidin denilemez; fakat onlara düşen iş, silah kullanmaktan daha büyüktür. Şimdiden sonra Anadolu’ya gitmeli ve cahil Anadolu kadınının gözünü açmalı. Anadolu halkı hele kadınları, İstanbul’lu hanımları seve seve karşılayacak, onların söylediklerini harfiyen yapacaktır. Kadın neden erkek kadar çalışmasın! Bugün Anadolu’da bir ailede iki erkek varsa yanıbaşında 10 da kadın vardır; bunun için kadın erkek hep beraber çalışacaktır. Bunun kimseye bir zararı yok, belki faydası çoktur”; “Çocuklarımız mutlaka okumalıdır. Ben çok iyi biliyorum ki bugün Anadolu’da erkek ve kız bütün çocuklar okuyacak olurlarsa Anadolu’nun hali değişecek, Türk’ün yüzü gülecek, işi düzelecek, bütün batıl düşünceler kalkacak, Türkler yaşamaya başlayacaktır. İşte bu maksatla küçük kızımı okutmak için şimdiden çalışıyorum.” diyor.

Bu mülakatından onüç yaşındaki küçük kızının da kendisi gibi harbe katıldığını, Kocaeli’deki bir çarpışma sırasında iki parmağını kaybettiğini öğreniyoruz.

Bence bu röportaj ders kitaplarından hiç olmazsa birine girmeliydi!..

Kara Fatma 1944’te yayınlanan hatıralarının sonuna eklediği “Üsteğmenlik maaşımı ne için Kızılay’a terkettim” başlıklı paragrafta şöyle demektedir.

“Vatanın büyük kurtarıcısı Ebedi Şefin layık olmadığım büyük iltifatı beni son derece sevindirmişti. Esasen bütün emel ve arzum yapmış olduğum hizmetten hiçbir menfaat beklememdir. Bu itibarla taltif edilmiş olduğum rütbenin mukabilinde verilecek maaşımı Kızılay’a terk etmekle son vatani vazifemi yaptım.”

Ne denilebilir ki sağol yürekli kadın.

Kara Fatma 1954 yılı başlarında bakacak kimsesi bulunmadığından İstanbul’da bir kulübede yardıma çok muhtaç halde yaşamakta idi.

Bunu gazeteler aracılığıyla duyurulmasından sonra İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı kendisiyle görüşmüş ve İstanbul Valiliği, torunlarına okul yardımı yapmış ve yatılı bir okula yerleştirmiştir.

İstiklâl Harbi başlangıcından, Anadolu’nun düşmandan temizlenmesine kadar Doğu ve Batı cephelerindeki savaşların çoğuna katılmış olan Kara Fatma 4 defa yaralanmış, Yunanlılar’ın elinde ondokuz gün esir kalmış. Rütbesi Üsteğmenliğe yükseltilmiştir.

İstiklâl harbinde silah kullanan canla başla çalışan mücahit kadınlarımızın önde gelenlerinden olan, hayatının son yılları dayanılmaz maddi sıkıntılar içinde geçen Kara Fatma kendisine vatanı vazife tertibinden 17 Şubat 1954’de aylık bağlanmasının ertesi yılında 1955’te vefat etmiştir. (Erzurum’da).

Kara Fatma önce Çavuşluk, daha sonra Teğmenlik ve en sonda Üsteğmenlik rütbesine layık bulunmuştur. Elime geçen yeni belgeler ışığında Çavuşluk ve Teğmenlik rütbelerinin veriliş nedenlerini aktarmak istiyorum. Kara Fatma bir vazife dolayısıyla karargahını Hendek ile Düzce arasındaki Nefren Boğazı yakınındaki bir köye kurmuştur. Eşkiya reisi Lima ile İbrahim bir gece misafir edilmekte olduğu eve gelerek eğer affedilirse bu çeteyle birlikte çalışmak istediklerini bildirip, bunu sağlamasını rica etmişlerdir. Kara Fatma onların bu isteklerini telgrafla Ankara’ya bildirmiş, iki saat içinde bu eşkiyalar ve topladıkları asker kaçaklarının affı emri gelmiş, bunlarda müfrezeye katılmıştır.

Kara Fatma 28 Haziran 1921 ‘de İzmit’in düşmandan temizlenip kurtarılmasına kadar İzmit’te kalmıştır. İznik civarındaki Bereket ve Kara derindeki taarruzda, Aleko – Karaderin hattındaki fedakarlıklar, kahramanlıklar gösterdiği anlaşılır. Mehmet Emin Yalman, İzmit’te bulunduğu sıralarda Kara Fatma ile görüşmüştür; O’na anlattıklarından da İznik’e üçyüzseksen gönüllü getirdiği, bunları intikam taburuna teslim ettiği, bunlar arasında oğlu ile kardeşinin de bulunduğu anlaşılır.

“Bir defada yüzseksen gönüllü topladım İzmit’e getirildim. Bir müddet birlik kumandanlığında bulundum, sağ kolumdan vuruldum, İzmit Hilal-ı Ahmer (Kızılay) Hastanesi’nde tedavi edildim. İnşallah yine cepheye gideceğim” demiştir. Hisarcık’ta, Kaynarca mıntıkası Kumandanı Na’im imzasıyla Süvari Livasına gönderilen yazıda, düşmanın taarruzunun durdurulduğu üçüncü maddesinde Fatma Seher Hanım’ın cepheden gelen efrad üzerindeki te’siri her türlü takdirin üstünde olduğu kaydedilmiş, bunun karşılığı Liva emrinde “Bu günkü harekatta pekçok yararlılığı görülmüş olan Fatma Seher Hanım’a teşekkür ederim” denilmiştir.

26-27 Ağustos 1921 tarihli 193 sayılı Liva tamimi ile de onun bu kahramanlığı açıkça takdir edilerek başka birliklere de örnek gösterilmiştir. Bu çalışmalarından dolayı Çavuşluk rütbesini alan Kara Fatma Kocaeli Grubu Kumandanlığına yazdığı 24 Ekim 1921 tarihli dilekçede “Büyük Milleti’min uhdeme verdiği Çavuşluk rütbesinden dolayı arz-ı şükran eylerim” sözleriyle bu rütbe için teşekkür etmektedir.

Teğmenlik rütbesine gelince; bunu da Kara Fatma’nın kendisinin ağzından yayınlanan bir hatırasından öğrenelim.

“İstiklâl Harbi’nin son taarruzundan evvel 1922 senesinde Çiçek bayramı münasebetiyle Ankara’da davetli bulunduğum sırada davetlilerden başta Atatürk olmak üzere Rus sefiri, Meclis Reisi General Kazım Özalp, Van Mebusu Hasan Bey ve hatırlıyamadığım hükümet erkanından bazı zevatın müvacehezinde işlemeli güzel bir gümüş sigara tabakası milli bir menfaat için müzayedeye çıkarılarak Atatürk’ün bu tabakanın kime hediye edilmek muafık olacağını heyeti huzurunda sordular; derhal heyettekiler Kara Fatma’ya hediye olunması mütalaasını ileri sürdüler ve bu teklif heyetçe müttefikan alkışlarla kabul edildi. Fakat Atatürk benim çok iyi silah kullandığımı işittiğini ve tesadüfen bu Çiçek Bayramı’nda iyi silah kullanan ma’ruf nişancılar arasında bir müsabaka tertip edilmiş bulunduğundan, bu müsabakaya iştirakimi tensip buyurdular. Muaffak olduğum takdirde, sigara tabakasının bu suretle bana hediye edileceğini emir buyurdular.

“Bende müsabakaya iştirak ederek birinciliği kazandığımdan son derece haz duyarak hem mezkûr tabakayı bana hediye ettiler ve hem de Teğmenlik rütbesiyle taltif ettiler.

Kara Fatma’nın görüntüsü ile ilgili yazılardan bir kaçı şöyledir.

Mehmed Emin Yalman’dan “Fatma Seher Hanım belindeki fişenklikleriyle, ayağındaki çizmeleriyle, elindeki kamçısıyla tam bir İstiklâl Harbi akıncısı”

Bir Rus diplomatın hatırasından “Fatma Çavuş kısa boylu, zayıf, enerjik yüzlü, kara gözlü bir kadındı. Fatma’nın sırtında siyah bir ceket, altında çizgili bir eteklik, ayağında çizme vardı, belindeki geniş kuşağında tüfenk mermisi, kama, omuzunda kayış görünüyordu. Başını bir yemeni ile sarmıştı”.

Akşam Gazetesi’nde 1923’te yayınlanan bir yazıda Üsteğmen elbisesi giymekte olduğu, göğsünde bir harp nişanı ve istiklâl Madalyası olduğu anlaşılır.

işte bu yiğit yürekli kadının yaptıklarının bu nesle aktarabilmek için Bursa’da bir köşe veya bir büst projesi düşlüyorum. Kara Fatma Erzurumlu, Bursalı değil ki diye düşünenler oldu. Oysa Kara Fatma Erzurum’un kurtarılmasını sağladıktan sonra Bursa’yı da Bursalılar kurtarsın dememiş İznik, İzmit, Alaşehir, Sivrihisar, Bursa dememiş kurtulacak işgal edilmiş neresi varsa oraya koşmuştur. Belki bizlerin onun yaptıkları yanında bir kum tanesi bile değil ama hiç yapmamaktan, hiç anlatmamaktan iyidir diye düşünüyorum.

Bana bu konuda da Atatürk’le ilgili her konuda da olduğu gibi destek, ümit ve güç kaynağı olan Sayın Bursa Valisi Orhan Taşanlar’a sonsuz şükran ve teşekkürlerimi iletmek istiyorum.

KARA FATMA ve nice KARA FATMALARA affedin beni bile deme hakkım olmadığına inanarak hatıraları önünde saygı ve sevgi ile eğiliyorum.

ONLAR DA ÇOCUKTU

Millî Mücadele’de Türk Milleti’nin var olma veya yok olma sınırına geldiği fevkalade bir dönemi ihtiva eder. Millî Mücadele’de de Türk çocuklarının milli sorumluluk şuuru içerisinde gösterdikleri fedakarlık veya çektiği çileler ve eziyetler maalesef tam olarak bilinmemektedir. Halbuki o dönemin kaynaklarını taradığımızda Anadolu’nun hemen her köşesinde özellikle işgal gören yörelerinde, çocukların bir destan misali kahramanlık örnekleri sergilediğini görüyoruz.

İşte Antep’e Gazi unvanını kazandıran 11-12 yaşlarındaki Sait Ağa’nın oğlu Mehmet, Şahin beyin oğlu Hayri, şehit Vola Ağa’sının oğlu Mehmet Ali, Arzuhalci Ali Efendi’nin oğlu İsmail, hepsinin hikayesi birbirinden ilginç.

Tarsus’tu kahraman Mehmet Küçük “Büyük Gazi” diye anılır. Adana’da 10 yaşındaki bacağını kaybeden Mehmet ve adına türkü yakılan 14 yaşındaki Bozan.

Maraş’ta Sırca Köyü’nden 14 yaşındaki Ali.

Osmaniyeli 10-11 yaşlarında Pulcu Mehmet oğlu Niyazi Aykan.

Çocukların Millî Mücadele sırasındaki hizmetlerini tasnif edecek olursak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

1) Yeri geldiği vakit eline silah alıp bilfiil çarpışarak cephelerde,

2) Haber getirip götürmekle istihbaratta,

3) Cepheye su, ekmek, mermi vs. taşıyarak lojistik hizmetlerde oldukça faydalı olmuşlardır.

İŞTE -BURSA’DA MİLLÎ MÜCADELE ÇOCUKLARI

ilk BMM’de henüz pek kritik durumda olan cephelerden bahsedilmektedir. Bursa Milletvekili Muhiddin Baha (Pars) uzun gözlemlerini anlattığı konuşmasını şöyle bitirir.

“Efendiler bu sahifeyi burada kapattıktan sonra müsadenizle bir müşahademi arz edeceğim. Geçenlerde İnegöl cephesinde ağaçlar arasında sis ortasında gazilerimizi ziyaret eder ve onların ayrı ayrı ellerini sıkarken 15 yaşında kadar bir çocuk gördük. Ona “Oğlum burada ne yapıyorsun? dedim. “Vatani vazifemi yapmaya geldim” cevabını verdi. “Peki hiç muharebeye karıştın mı? Düşmanla cenkleştin mi? Sualime de “evet” diye katıldığı çarpışmaları, boğuşmaları saymaya başlayınca ben, bu çocuğun karşısında bir parça küçüldüğümü hissettim. Sonra daha ileride yine Gaziler arasında ve babasının yanında babasıyla omuz omuza düşmana karşı harp eden 12 yaşında Feridun isminde bir çocuk gördüm ki! Efendiler bir diyorum ama hangisi bir?

Cephede her adımda bir böyle henüz çocuk denecek yaşta silaha sarılıp canını fedaya gelmiş nice nice yavrularımız var!..

İşte bu çocuklardan biri de Emekli Süvari Subayı Süleyman Bey’in oğlu İnegöllü Kamil idi. Bu çocuk bu bölgedeki pek çok muharebeye katılmış. Cumhuriyet döneminde Bursa Işıklar Askeri Lisesi’ni bitirdikten sonra Harp okuluna giren Kâmil’e önceki kahramanlıklarından dolayı İstiklâl Madalyası verilmiştir.

İnegöl’de savaşa katılan Albay Rahmi (Apak) bey şu gözlemini aktarmaktadır.

“Siması hâla gözlerimin önünde. Sarı saçlı, ak yüzlü bir çocuk. Bir evin içinden çıkan (herhalde kendi evi olacak) bir Yunan askerini kovalıyor. Elinde bir balta Yunan erinden daha hızlı koşuyor. Ona yetişti, kafasına baltayı indirdi. Yunan eri cansız yere yuvarlandı. Kaçan Yunan askerlerinin diğer bazı sokaklarda ise inegöllü kadınların pencerelerden attıkları saksı ve testilerle zararsız hale getirildiğini gördüm.

Bu mücadelede sadece erkek çocuklar değil kız çocukların da başarısı bilinmektedir. Buna en güzel örnek 12 yaşındaki Nezahat kızımızdır.

Gökçen Efe

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Asıl adı Hüseyin’dir. 1891 yılında Ödemiş’de doğdu. Kurtuluş Savaşı’a katkılarıyla tanınan efe. Ünlü efelerden Çakırcalı Mehmed Efe’nin akrabası ve sağ koluydu. Tire’de Gümce Dağı’nda birkaç yıl eşkiyalık yaptıktan sonra Mahmud Celal Bey’in (Bayar) aracılığıyla 1914’te bağışlandı. İzmir ve yöresinin Yunanlılarca işgali üzerine gönüllü olarak Kurtuluş savaşı’na katıldı. 57. Tümen Komutanı Miralay Şefik (Aker) Bey’in gözetiminde oluşturulan Kuvay-yı Milliye örgütlenmesi içinde yer aldı.

Haziran 1919’da, Yunan ileri harekatını durduran Köşk Cephesi’nde savaştı. Fata ve Kemerdere’de baskınlar düzenledi ve Yunanlılara ağır kayıplar verdirdi. Ekim 1919’da Fata yöresinde Yunan toplu saldırısının geciktirilmesini sağladı. 13 Kasım 1919’da Fata yöresinde Yunan birlikleriyle şiddetli bir çatışmaya girdi. Üç gün süren çatışmalardan sonra, siperine girmeyi başaran bir Yunan askerince 16 Kasım 1919’da süngülenerek öldürüldü. Ankara hükümeti daha sonra, savunurken öldüğü Fata bucağına onun anısına Gökçen adını verdi. Kurtuluş Savaşı’nın adı ilk duyulan direnişçilerinden olan Gökçen Efe, Halide Edip Adıvar’ın “Efe’nin Yemini” adlı öyküsünün de kahramanıdır. Ödemiş yöresinde adına Türküler yakılmıştır.

Demirci Mehmet Efe

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Milli Mücadele kahramanlarından olan Demirci Mehmet Efe 1885 yılında Aydın’da doğdu. Babası, Nazilli’nin Pirlibey köyünde demircilik yaptığı, kendisi de onun yanında çalıştığı için “Demirci” lakabıyla anılırdı; sonradan bu lakabı kendisine soyadı seçti. I. Dünya Savaşı’nda askere alınan Demirci Mehmet, İzmir’deki 5. Depo Alayına verildi. Fakat ermeni asıllı bir subay tarafından hakarete uğrayınca dayanamayıp askerden kaçtı ve Ödemişli Gökdeli Zeybek’in çetesine katıldı. Bir süre sonra kendisi de ayrı bir çete kurarak eşkıyalık yapmaya başladı ve güvenlik kuvvetlerini bir hayli uğraştırdı.

Yunanlılar İzmir’e çıkıp, Aydın’ı da ikinci kez işgal edince, Demirci Mehmet Efe 200 kişilik çetesiyle 11 Temmuz 1919’da Aydın Cephesi’ndeki milli kuvvetlere katıldı. Aydın’da katıldığı bir çarpışmadan sonra Aydın cephesi Kuvayı Milliye komutanı olan Mehmet Efe, düşmana yapılan baskınlarda büyük rol oynadı. Sökeli Ali Efe’nin Denizli’de öldürülmesine kızarak Denizli’yi bastı ve pek çok kişiyi kurşuna dizdi.

22 Haziran 1920’de başlayan genel Yunan saldırısı üzerine Eğridir, Isparta dolaylarındaki dağlara çekilen Demirci Mehmet Efe’nin, Kuvayı Milliye ile düzenli ordu arasında başlayan çekişme sırasında Çerkez Ethem’le haberleşmesi şüphe uyandırdı; 15-16 Aralık 1920’de Refet (Bele) Bey’in süvari birliklerinin baskınına uğrayan Demirci Mehmet Efe kuvvetleri dağıldı, kendisi beş on kişiyle kaçıp kurtuldu. Sonradan Hükümet’e sığınarak bağışlanan Mehmet Efe, savaş sona erince Nazilli’ye yerleşti ve ölümüne kadar sakin bir hayat yaşadı.

Yörük Ali Efe

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Yörük Ali Efe 1895 yılında, Aydın İli Sultanhisar İlçesi Kavaklı Köyünde dünyaya gelmiştir. Babası Sarıtekeli aşiretinden İbrahim oğlu Apti, annesi yine yörüklerin Atmaca aşiretinden Fatma’dır.

Yörük Ali ondokuz yaşına geldiğinde, Aydın dağlarında dolaşan Alanyalı Molla Ahmet Efe’nin gurubuna katılmak istedi. Ağır bir sınavdan geçirilerek guruba alındı. Kısa zamanda Efe’nin ve tüm zeybeklerin güven ve sevgisini kazanarak gurupta ikinci adam konumuna yükseldi.

Alanyalı Molla Ahmet Efe’nin Bozdoğan Kavaklıdere baskınında ölmesi üzerine Yörük Ali Efe olarak gurubun başına geçti. Dört yıldan fazla dağlarda dolaşan Yörük Ali Efe, bu süre içinde daima ezilenin mağdur edilenin, güçsüzün yanında oldu. Haklı olarak halk tarafından sevildi, itibar ve destek gördü.

Yörük Ali Efe 1919 senesinde dağdan indi. O sıralar düşman İzmir’i, ardından Aydın ve Nazilli’yi işgal etmişti. Yörük Ali Efe, Kıllıoğlu Hüseyin Efe ve bazı arkadaşları, Aydın İli’nin Çine İlçesi Yağcılar Köyünde toplanarak, Sultanhisar İlçesine iki kilometre uzaklıkta Malgaç demiryolu köprüsü yanındaki güçlü ve tam teçhizatlı düşman karakoluna baskın yaptılar. Tarih:16 Haziran 1919. karakol tümüyle imha edildi. Oldukça önemli cephane ve erzak ele geçirildi. Bu baskın Batı ve Güney Anadolu’da düzenli, bilinçli, ve milli şuurla düşmana yapılan ilk baskındır. Bu önemli başarı halka ümit ve cesaret vermiş, düşmanın yurttan kovulabileceğine olan inancını arttırmış ve Yörük Ali Efe’nin liderliğini perçinlemiştir. Düşman beklemediği bu baskın karşısında paniğe kapılmış, Nazilli’deki kuvvetlerini Aydın istikametine çakmıştır. Ne yazık ki çevreyi yakarak, yıkarak, masum insanları öldürerek…

Daha sonra 7. tümen kumandanı Şefik AKER’in başkanlığında kurulan halk meclisinde oy birliğince alınan karar uyarınca Aydın, Yörük Ali Efe emrindeki kuvvetler tarafından birinci kere kurtarılmıştır. Ancak takviye kuvvetlerle güçlenen düşman ordusu Aydın’ı ikinci kez işgal etmiştir. Artık kanlı savaşlar başlamıştır. Köşk, Umurlu ve Dörtyol cephesi kurularak olağanüstü cesaretle, donanımlı ve sayıca çok fazla olan düşman kuvvetleri büyük kayıplara uğratılmıştır.

Böylece düzenli ordu kurulana kadar yirmi aylık bir süre düşman kuvvetlerinin Aydın kanadından Anadolu içlerine ilerlemesi engellenmiştir. Düzenli ordunun kurulması üzerine Yörük Ali Efe, emrindeki savaş deneyimi çok iyi olan büyük bir gurubu her ferdinin istek ve sevgisiyle orduyla bütünleştirmiştir. Kendisi de Milli Aydın Cephesi Komutanı olarak savaş sona erene kadar vatani görevini sürdürmüştür.

Yörük Ali Efe alçak gönüllü bir insandı. Kurtuluş Savaşındaki rolü ile ilgili olarak yapılan övgülere verdiği şu yanıttı her zaman hatırlanacaktır. “Bazı kimseler savaş zamanında yapılan işlerin birçoğunu bana ve başkalarına mal ederler. Bu yanlıştır. Bir kişinin, beş kişinin böyle büyük davalarda ne ehemmiyeti olur ki? Gönlünde vatan muhabbeti taşıyan her vatansever o günlerde bizim gibi düşünmüş, bizim gibi duymuş ondan sonra da bizimle beraber olmuştur. Milli mukavemette aslan payını kendine ayırmakta hata vardır. Bir elin şamatası olurmu ki?”

Yörük Ali Efe Kurtuluş Savaşından sonra altı sene İzmir’de yaşadı, 1928 senesinde, Kurtuluş Savaşında bir süre karargahı olan Yenipazar’a taşındı. 1951 senesinde, tedavi için gittiği Bursa’da vefat etti.

Yörük Ali Efe vasiyetinde Yenipazar’da toprağa verilmesini istedi. Ayrıca “Halkı iyidir, toprağı sever, toprağı seven insan sever. Ben orada rahat ederim dedi. Kuva’yı Milliye’nin bu değerli komutanı TBMM tarafından istiklal madalyası ile ödüllendirilmiştir. Ayrıca değerli Türk halkının ona verdiği, rütbelerden en büyüğüdür.
“Hey gidinin Efesi-Efesi-Efelerin Efesi…”

Efelerin Efesi Yörük Ali
Şu Dalama’dan geçtin mi,
Soğuk da sular içtin mi
Efelerin içinde
Yörük Ali’yi seçtin mi?

Hey gidinin efesi efesi
Efelerin efesi

Şu Dalama’nın çeşmesi
Ne hoş olur içmesi
Yörük Ali’yi sorarsan
Efelerin seçmesi

Hey gidinin efesi efesi
Efelerin efesi

Cepkenimin kolları
Parıldıyor pulları
Yörük de Ali geliyor
Açıl Aydın yolları

Hey gidinin efesi efesi
Efelerin efesi

Gaffar Okkan

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

1952 yılında Sakarya’nın Hendek İlçesi’nde doğdu. İlk ve ortaokulu orada tamamladıktan sonra Ankara Polis Enstitüsü’ne girdi ve 1970 yılında görevine başladı. Ege Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu olan Okkan, İzmir, Eskişehir, Urfa ve 1993’de Mehmet Ağar’ın Emniyet Genel Müdürlüğü döneminde Kars’ta görev yaptıktan sonra Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü’ne atandı.

Bu dönemde terör örgütü Hizbullah’a yönelik başarılı operasyonlarıyla sık sık gündeme gelen Okkan, Diyarbakır’da terörün gerilemesinde önemli rol oynadı. Güneydoğu’da Hizbullah’a ait hücre evleri, silahları, örgütün şehir ve dağ kadrolarını ortaya çıkaran Okkan, Diyarbakır’da sayıları hızla artış gösteren sokak çocuklarıyla da ilgilendi. Okkan, Diyarbakırspor’un yönetim kurulunda yer aldı.

Evli ve iki çocuk babası olan Gaffar Okkan, 49 yaşında uğradığı silahlı saldırı sonucu şehit oldu.

Ulubatlı Hasan

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Ulubatlı Hasan, İstanbul’un fethi sırasında surların üzerine çıkan ilk Türk askeridir. Osmanlı ordusu Fatih Sultan Mehmed kumandasında 6 Nisan 1453 Cuma günü İstanbul’u kuşattı. 29 Mayıs 1453 Salı günü sabaha karşı son saldırı yapılıyordu. Yeniçeriler arasında iriyarı Ulubatlı Hasan adlı bir asker surlara tırmanmaya başladı. Bir elinde palası, öteki eli ile kalkanını başının üstünde tutarak surların üstüne çıktı. Onunla birlikte otuz kadar yeniçeri de surlara tırmandı. Ulubatlı Hasan yaralanmasına rağmen, arkadaşlarının surlara çıkmasına yardım etti. Ayağı taşa takılarak surlardan aşağı düştü. Yukarıdan atılan oklarla şehid edildi. Ancak yeniçeriler, açılan gediklerden içeri girerek şehri ele geçirdiler.

İsa Yusuf Alptekin

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

1901 yılında Doğu Türkistan’ın Kaşgar vilayetine bağlı Yenihisar kazasında dünyaya geldi. Öğrenimini Doğu Türkistan’da tamamladıktan sonra çeşitli memuriyet görevlerinde bulundu.

1926 yılında Batı Türkistan’a geçerek burada milli mücadele taraftarlarıyla irtibata geçti. 1931’de Hoca Niyaz tarafından başlatılan ayaklanma sırasında Doğu Türkistan’daki valilerin halka yaptıkları zulmü Çin hükümetine anlatarak, bu durumun önlenmesini, aksi takdirde ayaklanmanın yayılacağını, Rusya’nın işgalinin sözkonusu olacağını anlattı. Ayaklanma sırasında ve sonrasında milliyetçilik faaliyetlerini sürdürdü.

1936 yılında Çin Meclisi üyeliğine de seçildi. Mücadelesini daha çok siyasi alanda yoğunlaştırmıştı. 1944’de İli’de başlayan ayaklanma neticesi kurulan hükümete girmesini İlililer istemedi. Ancak 3 yıl sonra Doğu Türkistan Hükümeti’nin başkanlığı Türkler’e verildiğinde hükümetin genel sekreterliğine getirildi. Bir yıldan fazla kaldığı bu görev esnasında, milliyetçi, anti-emparyalist ve anti-komünist politikalar sebebiyle, Rusya’nın ve Çin’in tepkilerini üzerine çekti.

1949’da Çin’in Doğu Türkistan’ı işgali ile birlikte o günkü Hindistan’ın Keşmir eyaletine iltica etti.

1954 yılında Türkiye’ye geçti. Türkiye’ye gelir gelmez İstanbul’da Doğu Türkistan Göçmenler Cemiyeti’ni kurarak, bundan sonraki faaliyetlerini Doğu Türkistan davasının dünya kamuoyuna anlatılmasında yoğunlaştırdı. Yabancı ülke yöneticileri nezdinde olduğu kadar Türkiye hükümetleri nezdinde de Doğu Türkistan davasının anlatılması için mücadele verdi. Parti liderleriyle görüştü. Başbakan ve cumhurbaşkanlarıyla görüştü.

Bu günden itibaren Doğu Türkistan Türkleri’nin durumunu bütün dünyaya anlatmaya devam etti. Bütün ömrünü bu konuya vakfetti.

İsa Yusuf Alptekin 17 Aralık 1995 gecesi vefat etti.

Mehmetçik

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Şehit olan kahraman MEHMETÇİK‘lerimizi minnet ve şükranla anıyoruz.
Aziz ruhları şad olsun.

Vatan için yaşayıp, Vatan için öldünüz.
Siz toprağa değil kalplerimize gömüldünüz…


Tarih genelde tozlu sayfaları arasında bazı şeyleri gizler. Sanki ölmüşün hikayesi olarak anlatılır tarih. Fakat tarih kitaplarının gizleyemediği bir savaş vardır ki bu savaş bir milletin varoluş mücadelesinin adıdır. Binlerce isimsiz kahraman tek yürekte birleşmiş zafer olmuştu. Binlerce yürek bir milletin varoluşu için ölmüştü. Adı Mehmet’ti, adı ahmet, satılmış, kerim… Fakat hepsinin ortak adı Mehmetçik‘ti.

Dosta düşmana göstermiş, haklı olarak övgüye layık olmuştu Mehmetçik Çanakkale Savaşı’nda.

Bir çok hikaye vardır anlatılan. Bir çok destan.

Bunlardan bir tanesi de Üsteğmen Cosey’in anlattığı hikaye. Cosey’in ağzından işte Mehmetçik;
23 Nisan 1915 günü Conkbayırı’nda Türkler ve Birleşik Kuvvetler arasında korkunç siper savaşları oluyor. Siperler arasında 8-10 m. mesafe var. Süngü hücumundan sonra savaşa ara verildi. Askerler siperlerine çekildi. Yaralılar ve ölüler toplanıyor. İki siper arasında açıkta ağır yaralı ve bir bacağı kopmak üzere olan İngiliz Yüzbaşı avazı çıktığı kadar bağırıyor, ağlıyor, kurtarın diye yalvarıyordu.

Ancak hiçbir siperden kimse çıkıp yardım edemiyor. Çünkü en küçük bir kıpırdanışta yüzlerce kurşun yağıyordu. Bu sırada akıl almaz bir olay oldu. Türk siperlerinden beyaz bir iç çamaşırı sallandı. Arkasından arslan yapılı bir Türk askeri silahsız siperden çıktı. Hepimiz donup kaldık. Kimse nefes alamıyor, ona bakıyorduk. Asker yavaş adımlarla yürüyor, siperdekiler kendisine nişan almış bekliyordu. Asker yaralı İngiliz subayını okşar gibi yerden kucakladı, kolunu omuzuna attı ve bizim siperlere doğru yürümeye başladı. Yaralıyı usulca yere bırakıp geldiği gibi kendi siperlerine döndü. Teşekkür bile edemedik. Savaş alanlarında günlerce bu kahraman Türk askerinin cesareti, güzelliği ve insan sevgisi konuşuldu. Dünyanın en yürekli ve kahraman askeri Mehmetçiğe derin sevgi ve saygılar.

Üsteğmen Cosey (Sonradan Avustralya Genel Valisi olmuştur)

Şehit Mehmetçik’lerimizi rahmet ve minnetle anıyoruz.

Deniz Gezmiş

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

27 Şubat 1947’de Ankara’nın Ayaş ilçesinde doğdu. Öğretmen bir ailenin çocuğu olması sebebiyle ilk ve ortaöğrenimini Sivas’da, liseyi İstanbul’da okudu. Gezmiş, henüz lise öğrencisiyken sol düşünceyle tanıştı ve kendini dönemin eylemleri içinde buldu. 1965’de Türkiye İşçi Partisi (TİP)’nin Üsküdar ilçe başkanlığına üye oldu. 7 Kasım 1966’da İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine girdi.

30 Ocak 1968’de Devrimci Hukuklular Örgütünü kurdu. 7 Mart 1968’de İÜ Fen Fakültesi konferans salonunda düzenlenen AIESEC genel kurul toplantısında konuşma yapan Devlet Bakanı Seyfi Öztürk’ü protesto ettiği için tutuklandı. 2 Mayıs’a kadar tutuklu kalan Gezmiş, 30 Mayıs’ta 6. Filo’yu protesto ettiği için yargılandı ve beraat etti.

Milli Demokratik Devrim (MDD) görüşünü benimseyen Deniz Gezmiş, bu görüşün özellikle devrimci öğrenciler arasında yayılmasında etkili oldu. Ekim 1968’de eylemlerde birlikte olduğu Cihan Alptekin, Mustafa İlker Gürkan, Mustafa Lütfi Kıyıcı, Cevat Ercişli, M. Mehdi Beşpınar, Selahattin Okur, Saim Kurul ve Ömer Erim Süerkan’la birlikte Devrimci Öğrenci Birliği (DÖB)’ni kurdu. 1 Kasım 1968’de TMGT (Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı) , AÜTB, ODTÜÖB ve DÖB’ün başlattığı Samsun’dan Ankara’ya Mustafa Kemal Yürüyüşü’nü düzenledi.

1969’da Filistin’e gitti, gerilla eğitimi gördü. THKO örgütünü kurdu. Örgütün ilk eylemi olan İşbankası Ankara Emek Şubesi soygununa katıldı. Yine Ankara’daki Balgat Amerikan Üssü’nden dört Amerikalının kaçırılması eylemine katıldı. Sivas Gemerek’te çatışmada yakalandı. Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan ile birlikte 6 Mayıs 1972 tarihinde Ankara Merkez Kapalı Cezaevinde idam edildi.

Rabiye Kadir

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

1948 yılında doğdu. Çin’in Sincan Uygur Özerk Bölgesi (Doğu Türkistan’da) yaşayan Uygur halkının insan hakları için mücadele eden Uygur aktivist. 2005 yılından bu yana ABD’de yaşamakta ve Uygurların sesini dünyaya duyurmaya çalışmaktadır.

Rabiye Kadir ilk kocasından ayrıldıktan sonra, 27 yaşında 6 çocuk annesi olmasına rağmen tekstil sektöründe bir şirket kurmuş ve bu iş ile o kadar başarılı olmuştur ki sonunda Urumçi’de iki mağaza sahibi olmuştur.

1978 yılında, Sıdık Hacı Rozi ile evlenmiş, birlikte 3 çocuk yapmış, 2 çocuk ta evlatlık edinmişlerdir.

Sonra Sincan Ticaret odasının başkanı seçilmiş ve 1992 yılında Milli Halk Kongresi’nin üyesi olmuştur. Kısa süre sonra da kadın haklarının savunucusu olarak Çin Hükümetinin delegasyonuna alınmış ve 1995 yılında BM’nin Pekin’de gerçekleştirdiği Dünya Kadınlar Konferansına katılmıştır.

Rabiye Kadir Çin Halk Kongresi’nde 1997 yılında yaptığı bir konuşmada Çin Hükümetinin Sincan politikasını çok sert eleştirmiş ve bu yüzden kısa süre sonra Halk Kongresinden çıkarılmıştır. Rabiye Kadir aynı yılda (1997) kadın haklarını ve kadınların meslek dünyasındaki imkânlarını genişletmek için mücadele amacı ile Bin-Analar-Harekatını yaratmıştır.

1999 yılında Rabiye Kadir Hükümet sırlarını kamu oyuna taşımakla suçlanmış ve 8 yıl hapis cezasına çarptırılmıştır. 2005 yılının mart ayında, uluslararası baskı sonucu hapishane’den erken bırakılmıştır.[2] Hürriyetine kavuşan Rabiye Hanım eşinin de yaptığı gibi ABD’ye iltica etmiş ve bugüne kadar orada yaşamaktadır. Çocuklarının beşi hala Çin’de tutulmakta ve gizli servis tarafından izlenmektedir.

2006’nın kasım ayında Münih’de yeni kurulan Dünya Uygurlar Kurultayı’nın (WUC) başkanı ilan edilmiştir. 2004 yılında Norveç’de, insan hakları için savaşmasından dolayı Thorolf-Rafto-Ödülü’nü almıştır.

Hekimoğlu

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Hekimoğlu (? – 26 Nisan 1913, Fatsa) asıl adı Hekimoğlu İbrahim olup Fatsa’nın Yassıtaş köyündendir. Uzun yıllar Fatsa, Ordu, Tokat, Niksar, Samsun dağlarında hüküm süren, halk arasında mertliği, yiğitliği ve yardımseverliğiyle şöhret yapan ve adına türkü yakılan halk kahramanlarından biridir. Osmanlı Devlet Arşivinde Ayhan Yüksel’in araştırmalarına göre, 1900’lerin ilk yıllarında Fatsa’da değirmencilik yaparken haksız bir suçlamayla karşılaşıp Gürcü bir beyin yeğeni tarafından vurulmak üzereyken atik davranarak beyin yeğenini vurmuş ve ardından dağa çıkmıştır. Daha sorna Gürcü Bey’i kan davası güderek Hekimoğlu’nun köyünde zulum yapmış ve ardından 3 kişi daha dağa çıkarak Hekimoğlu’na katılmıştır. Hekimoğlu zalimin zulmunu yanına bırakmamış, aynalı martinisiyle, attığını vurmasıyla namı yürümüş ve olay Türk-Gürcü çatışmasına dönmüştür.

15 Aralık 1908’de Fatsa müderrisinin Dahiliye Nezareti’ne çektiği telgrafnamede durum ayrıntılarıyla anlatılmış ve Hekimoğlu’nun dağdan indirilmesi için destek ve takip istenmiştir. Ama gerek Hekimoğlu’nun becerisi gerekse Türk köylerinden destek görerek saklanmasıyla uzun süre Hekimoğlu dağdan indirilememiş ve Gürcü Bey’e karşı faaliyetlerini arttırmıştır. Bir kaç sene sonra Osamanlı Devleti’nden affını talep etmişse de Şura-yı Devlet kararıyla af talebi kabul olunmamış ve 26 Nisan 1913 gönü doğduğu köyde sekiz saat süren bir çarpışma sonrası öldürülmüştür. Hekimoğlu Türküsü ise ölümünden sonra adına yakılmıştır.

Ahmet Bedevi ( Manisa Tarzanı)

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

1899 yılında Bağdat’a 100-125 km kadar kuzeyde olan Samarra şehrinde dünyaya gelmiş Kerkük kökenli bir Türkmendir. Kurtuluş Savaşı’ında savaştığı için kırmızı şeritli İstiklal Madalyası sahibidir. Hayatını Manisa’yı tüm Türkiye’ye örnek olacak şekilde ağaçlandırmaya adamış ve yaşadığı süre boyunca binlerce ağaç dikmiştir. Spil Dağında yaşayan ve Manisa sokaklarında üzerinde sadece şort ile dolaşan Ahmet Bedevi’ye halk Manisa Tarzanı adını takmıştır. 1963 yılında hayatını kaybedince Manisa halkınca bir efsaneye dönüştürülmüş, heykeli dikilmiştir. Her yıl ölüm yıldönümü olan 31 Mayıs’da Manisa’da Ahmet Bedevi için törenler düzenlenir

Türk Ordusu’nda hem 1. Dünya Savaşı, ardından hem de Türk Kurtuluş Savaşı’ na katılır. Ancak Kurtuluş Savaşı’ndan hemen önce, Kafkas Cephesi’nde Kazım Karabekir Paşa’nın komutası altında er olarak olarak görev alır.
Kurtuluş Savaşı’ nın ardından Türkiye Büyük Millet Meclisince Kırmızı Şeritli (kurdelalı) İstiklal Madalyası ile şereflendirilir. Her resmi kutlamada göğsüne bağladığı bir palmiye yaprağının üzerine bu madalyayı takar ve tören alanına büyük bir gurur içinde katılır.
Kurtuluş savaşı sonlarında işgalci düşmanın orduları yurdumuzu terk edişleri sırasında Batı Anadolu’ daki her yeri ateşe verirler. Alevler öyle kuvvetlidir ki Manisa’ nın yemyeşil manzarası katran karasına dönüşür.
Tutkulu bir doğa sevdalısı olarak bu durumu üzüntüyle gören Bedevi, savaş sonrasında Manisa’nın manzarasını tekrar yeşile dönüştürmek üzere burada kalmaya karar verir. Askerlik bitmiştir, ancak ona göre bu vatan için ağaç dikmek yeni bir kutsal görevdir. Azimle mücadele ederek bir kaç senede mutlu sona ulaşır.
Yoksul ve yalnız bir yaşam geçirir. 1 Haziran 1933’te 30 lira aylıkla bahçıvan yardımcısı olarak Manisa Belediyesi’nin kadrosuna alınır.
Kendisi de yoksul olduğu halde Belediye’den aldığı aylığı fakirlere yiyecek ve giyecek almak için harcayacak kadar yardımseverdir.
Yaz, kış şortla ve lastik pabuçlarla dolaşır, Sadece üzerine eski gazete sererek kullandığı ahşap bir sedirinin bulunduğu Spil Dağı’ndaki küçük kulübesinde yorgansız, yataksız ve yastıksız uyur.
Tek malvarlığı bunlardır. Yaşamında fazla masrafı olmadığından paraya ihtiçaç duymaz, kazancını fakirler için harcar.
Bir süre sonra saçını ve sakalını uzatmaya karar verir ve görünümünden ötürü halk ona “hacı” demeye başlar. Başkalarının 25-30 dakikada çıkabildiği Spil Dağın’daki Topkale Tepesine o, lastik pabuçlarıyla birkaç dakikada çıkar, kendi saatine göre saat 12:00 olunca muhtemelen askeriye’den kalma eski bir top arabasından 1 el top atışı yaparak saatin 12:00 olduğunu halka da bildirir. Bu yüzden halktan bazıları ona “topçu hacı” da der.
Ve 31 Mayıs 1963’te hayata gözlerini yumar.

Sütçü İmam

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Sütçü İmam, (asıl adı İmam, süt satarak geçimini sağladığı için “Sütçü” lakabı verilmiştir) 1871 yılında Kahramanmaraş’ta doğdu. Uzunoluk semtinde süt satarak geçimini sağlayan, hem de fahri olarak bugünkü Çınarlı ( eski Bektutiye) Camiinde imamlık yapan İstiklal Savaşı kahramanı.

Sütçü İmam olayı

İkinci Fransız kuvvetlerinin şehre girişinin ertesi günü (31 Ekim 1919 Cuma) şehirdeki huzursuzluk had safhaya varmıştı. Bir grup Fransız Ermeni askeri ikindi üzerinde Uzunoluk Caddesi’nden kışlaya dönüyorlardı. O anda Uzunoluk Hamamından yüzleri peçeli iki Türk kadını çıktı. Üç kişi olan ve sarhoş durumda olan Fransız Ermeni askerlerinden birisi, hamamdan çıkan Türk kadınlarına saldırdı ve peçesini yırttı. “Artık burası Türklerin değildir, Fransız memleketinde peçe ile gezilmez” diyerek kadıncağıza sarılıp ilişmek istedi. Peçesi yırtılan ve zor durumda kalan kadıncağız bayılıp yere düştü. Diğer kadın da imdat istercesine bağırdı. Olayı Kel Hacı’nın kahvesinden gören Türkler dışarı çıkarak, askerlerin üzerine yürüdüler. Türkler, Ermeniler’e ihtarda bulunarak yollarına gitmelerini söylediler. Ermeniler kötü sözler sarfederek silah kullandılar. Bu arada Çakmakçı Sait orada kurşunla yaralandı ve şehit oldu. Gaffar Osman da yaralandı. Bu sırada Sütçü Imam, Karadağ tabancasını alarak hamamın hemen karşısında bulunan dükkanından hızla olayın olduğu yere geldi. Silahını Ermeni askerlerinin üzerine boşalttı. İlk kurşunu atan Kahraman Sütçü İmam’ın silahı ile yaralanan Ermeni askeri arkadaşlarının yardımı ile kışlaya götürüldü. Yaralı asker bir gün sonra öldü. 1 Kasım 1919 tarihinde ölen Ermeni için büyük bir cenaze töreni düzenlendi. Sütçü İmam ise Nalbant Bekir’den aldığı bir atla Bertiz’in Ağabeyli köyünde bulunan Beyazıt oğlu Muharrem Bey’in yanına gitti

Sütçü İmam Ermeni ve Fransızlar tarafından sürekli arandı. Bulunması için de Kahramanmaraş Hükümeti çok sıkıştırıldı. Bütün çabalara rağmen Sütçü İmam bulunamadı.

Tülay Özbek

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Spor eğitimini Almanya’da alan ve bu ülkede yaşayan Özbek, uluslararası yarışmalarda Türkiye’yi temsil etti. 1989’da İspanya’da düzenlenen Dünya Bayanlar Vücut Geliştirme Şampiyonası’nda dördüncü, 1992’de İtalya’daki şampiyonada ikinci oldu.

Uluslararası Vücut Geliştirme Şampiyonası’nda ikincilik elde eden Özbek’e Uluslararası Vücut Geliştirme Federasyonu (IFFB) tarafından “Dünyanın en iyi ve en teknik sporcusu” ünvanı verildi. Aynı yıl İtalya’da gerçekleştirilen Akdeniz Şampiyonası’nda ve 1995’te İstanbul’da yapılan Avrupa Şampiyonası’nda altın madalya kazandı. 13. Dünya Büyük Bayanlar Şampiyonası’nda ikincilik kürsüsüne çıktı.

Noel Baba

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Bütün dünyada Noel Baba olarak tanınan Aziz Nicholaos, Türkiye’nin Akdeniz kıyılarında önemli bir Lykia kenti olan Patara’da doğmuştur.

M.S. 300’e doğru Patara refah içindeyken kentte yaşayan zengin buğday tüccarının bir oğlu olur ve ona Nicholaos adı verilir. Doğduğunda göğün bir hediyesi, ana-babasının dualarının ve sundukları adakların bir meyvesi, fakirlerin bir kurtarıcısı olarak dünyaya geldiğine işaret edilmiştir. Daha gençliğinde bile mucizeler yarattığına inanılır. Bu inanca göre inşa halindeki bir kilisenin yıkılmasıyla enkaz altında kalan Nicholaos, annesi ağlayıp inlerken, üzerine yığılan taşların altından sağlam olarak kurtulmuştur.

Bir süre sonra babası öldüğünde büyük bir servetin tek mirasçısı olmuş ve servetini yoksullara yardım için harcamaya karar vermiştir. Bu sırada Patara’da önceleri çok zengin olan bir şahıs fakirleşmiş ve kızlarının çeyizini yapamayacak duruma gelmiştir. Çaresizlikten kızlarını satmayı bile düşündüğü bir anda, Nicholaos durumu görerek onlara yardım etmeye karar verir. Kendini belli etmemek ve aynı zamanda gururlarını kırmamak için kızların evine gece gider. Onlar uykuda iken büyük kızın açık olan penceresinden çeyizine yetecek olan bir kese altını içeri atar. Sabah parayı bulan büyük kız çok sevinir ve kötü durumdan kurtulur.

Daha sonra ortanca ve küçük kızın çeyiz paralarını da karşılamak isteyen Nicholaos, pencereleri kapalı olduğu için bacadan atar. İşte Noel Baba’nın yılbaşında hediye bırakma öyküsü böylece doğar. İkonalarda ve resimlerde de Nicholaos’ın üç altın top ile gösterilmesi bu yüzdendir.

Aziz Nicholaos’un yaşamıyla ilgili bir öykü de şöyledir;

Nicholaos hacı olmak üzere Kudüs’e gider. Geri dönüşünde fırtınaya tutulan gemiyi dualarıyla batmaktan kurtarır, ayrıca denize düşerek boğulan bir denizciyi de diriltir. O günden sonra Aziz Nicholaos denizcilerin de koruyucu azizi olarak kabul edilmiştir.

Nicholaos bir müddet sonra Patara’nın komşu kenti Myra’ya göç eder. Myra Başpiskoposu ölmüş yerine geçecek kişi üzerinde anlaşma sağlanamamıştır. Bunun üzerine sabah kiliseye ilk gelen kişinin başpiskopos olması kararlaştırılır. Aziz Nicholaos kiliseye ilk gelen kişi olarak başpiskopos seçilir. Burada da mucizelerine devam ederek üç generali ölümden kurtarır. Diğer bir öyküsü ise şöyledir:

0 yıl Myra’da kıtlık çıkar. İskenderiye’den Byzantion’a mısır götüren bir filo Myra’nın limanı olan Andriake’ye uğrar. Nicholaos hemen limana koşar ve her gemi başına bir miktar mısır vermelerini ister. Gemiciler Byzantion’a vardıklarında istemeyerek verdikleri mısırların yerlerinde olduğunu hayretle görürler.

Hıristiyanlara karşı olan İmparator Diocletianus ve Licinius zamanında Nicholaos da diğer Hıristiyanlar gibi bir ara hapsedilmiştir. M.S. 325 tarihinde Hıristiyanlık içindeki problemleri çözmek için İznik’teki (Nikaea) meclis toplantısına Myra Başpiskoposu olarak katılır. Yolda giderken bir handa öldürülerek salamura yapılmış üç çocuğu dirilttiği daha sonra Bonaventure adlı bir kilise adamı tarafından iddia edilmiştir. Ögrencilerin de koruyucusu olduğuna inanılan Aziz

Nicholaos’un 6 Aralık 343’te 65 yaşında iken öldüğü sanılmaktadır. Myralılar onun adına bir kilise yaparak içindeki lahitte onu sonsuz uykusuna bırakmışlardır.

Haçlı Seferleri sırasında 20 Nisan 1087’de Bari’den gelen tüccarlar kemiklerini çalıp Bari’ye götürmüş ve yaptıkları bazilikaya gömmüşlerdir. onun olduğu sanılan geride kalmış bir kısım kemik ise bugün Antalya Müzesi’nde saklanmaktadır.

Noel Baba Kilisesi

Aziz Nicholaos öldüğünde yapılan kilise veya şapel 529 yılındaki zelzelede yıkılınca daha büyük belki de bazilika tipinde bir kilise yapılmıştır. Peschlow, büyük apsisin güney tarafında eşit apsisli iki küçük mekân ile bugünkü binanın kuzey yan nefinin büyük kısmının bu ilk yapıya ait olduğunu tahmin etmektedir. Bu kilise VIII. yüzyılda zelzele veya Arap akınlarıyla yıkılmış, daha sonra tekrar yenilenmiştir. 1034 yılında Arap donanmasının denizden yaptığı akınlarla harap olmuştur. On yıl harap durumda kalan kilisenin 1042’de Bizans İmparatoru IX. Konstantin Monomakhos ve eşi Zöe tarafından tamir ettirildiği kitabesinden anlaşılmaktadır. XII. yüzyılda binaya bazı ekler yapılmış, kilise tekrar onarılmıştır.

XIII. yüzyılda Türklerin eline geçen Myra’da, kiliseyi serbestçe ibadet etmek için kullandığını ve kilisede bazı onarımların yapıldığını anlıyoruz. 1738’de büyük kilisenin yanındaki şapel tamir edilmiştir. 1833- 1837 yılları arasında Anadolu’yu gezen C. Texier, Myra’ya da uğramış ve kitaplarında kiliseden bahsetmiştir. Ondan on yıl kadar sonra 1842 yılı Mart ayında Teğmen Spratt ile Prof. Forbes de Myra’ya gelmiş, kilisenin bir krokisini çıkarmışlar ve kilisenin yanında bir manastırın olduğunu görmüşlerdir.

1853 yılında Kırım Harbi sırasında Ruslar kilise ile ilgilenmişler ve burada bir Rus kolonisi kurmak için Anna Golicia adındaki Rus kontesi adına toprak almışlardır. Ancak Osmanlı Devleti işin siyasî yönünü farkedince Rusların aldıkları toprakları geri almış, yalnızca kilisenin onarım istekleri kabul edilmiştir. Böylece 1862 yılında August Salzmann adında bir Fransız, Nicholaos Kilisesi’nin onarımı ile vazifelendirilmiştir. Bu restorasyonlar kilisenin aslını bozacak kadar kötü yapılmıştır. Bu restorasyon sırasında 1876’da bugün görülen çan kulesi de ilave edilmiştir.

Birçok kentin koruyucu azizi olan Noel Baba’ya adanmış iki bine yakın kilise bulunmaktadır. O’nun yaşam öyküsü ve mucizeleri birçok kitapta yer almış, ancak en eskisi 750-800 yılları arasında Byzantion’da Stadion Manastırı Başkeşişlerinden Michael tarafından yazılmıştır. Şimdi biz Anadolu Bizans mimarisinin ilgi çekici bir yapısı olan St. Nicholaos Kilisesi’ni beraberce gezelim.

Müze girişinden sonra taş döşeli yoldan aşağıya doğru inilir. İnerken Noel Baba’nın heykeli solumuzda yeşillikler içinde görülür.

IV. yüzyılda burada bulunan tek kubbeli kilisenin güneyine VIII. yüzyılda haç şeklinde bir şapel ile kuzey tarafına da eklemeler yapılmıştır. Ayrıca 1862-63 senelerinde de binaya dış narteks ile iç narteksin bazı kısımları ilave edilmiştir.

Binanın esas girişi batı yönünde olmasına karşılık biz gezi yönünde anlatmayı daha uygun bulduk. Bugün iki sütunu ayakta kalmış bir avludan bir iki basamakla Bizans Devri’nde ilave edilmiş güney nefine inilir. Haç biçimli bu bölümün doğu kısmında üç kemerli pencereye sahip bir apsis yer alır. Apsisin önünde orijinal stylobat ile ortasında altar kaidesi hâlâ görülür. Apsis nişinin içinde yer yer renkleri kaybolmuş ve belirsizleşmiş aziz figürleri vardır. Bunların altındaki küçük niş içindeki fresko Noel Baba’ya aittir. Bu bölüm ve esas kilisenin güneydoğu şapelinin tabanlarında farklı desenlerde mozaik panolar görülür. Batı yönünde merdivenlerin karşısındaki niş içerisinde İsa, Meryem ve Yahya freskoları vardır.

Buradan iyi muhafaza edilmiş kapı çerçevesi bizi lahitlerin bulunduğu kısma, yani haç biçimli şapelin uzun kısmına çıkartır. Lahitlerin yer aldığı nişler içindeki freskolar bugün net olarak görülmese bile çeşitli aziz tasvirlerini içeren freskolar ile bezenmiştir. Kuzey duvarındaki ilk nişle sütunların üzerinde Meryem freskosu ilginç örneklerdir. Noel baba freskosunun bulunduğu ikinci niş sütununun ters konduğu yazılarından anlaşılmaktadır.

Nişler içinde yer alan lahitlerden birinci niş içindeki akarthus yaprakları ile süslü Roma Devri lahdinin Noel Baba’ya ait olduğu kabul edilir. Hatta Noel Baba’nın denizcilerin de azizi olmasından dolayı lahdin üzerinin balık pulu desenleriyle süslendiği söylenir. 20 Nisan 1087’de Bari’li korsanlar, Noel Baba’nın kemiklerini almak için lahdi kırmışlar, bazı kemikleri alarak Bari’ye götürmüşlerdir.

İkinci niş ile karşısındaki nişte bulunan lahitler sadedir. Burada nişler içindeki lahitlerden başka yerde iki mezar daha bulunmaktadır. Buradan bir kapı ile kilisenin iri blok levhalarla döşeli avlusuna geçilir. Avluda ise bir niş içerisinde boşaltılmış iki mezar bulunur. Yanında bulunan mermer üzerinde haç ve çapa motifi Noel Baba için yapılmış olmalıdır. Solda duvar içine yerleştirilmiş mezardaki kitabede 1118 tarihi yer alır. Avludan önce dış nartekse, sonra üç kapı ile ana mekâna (naos) açılan iç nartekse geçilir. Burası gruplar halinde piskoposların resmedildiği freskolarla süslenmiştir. Buradan geçilen esas mekân üç kemerle yan neflere açılır. Ana mekânın güneyinde iki nef vardır. İkinci nefte niş içindeki lahitte Noel Baba’nın mezarı olduğu söylenir ise de üzerindeki kadın erkek kabartması bunun böyle olmadığını gösterir. Yan nefin karşısındaki niş içerisinde ise bir başka mezar vardır. Kuzey nefin kubbesinde Hz. İsa ve 12 havarinin freskoları bulunur. Yanda ise yan nefin kazısı yapılmaktadır. Bu kazının yapıldığı nefin batı kısmında ise üç oda bulunur. Binanın ortasında pencereli ve kasnaklı bir kubbenin olması gerekirken, Salzmann yaptığı tamir sırasında mekânın üstünü kapatarak, kesme taştan kaburgalı büyük bir çapraz tonoz kullanmıştır.

Yırcalızade Ahmet Şükrü Efendi

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Kurtuluş Savaşı yıllarında Balıkesir Alacamescit’te direniş meşalesini yakarak silahlı mücadele kararı alan ve 41 Bayrak Adam olarak anılan Kuvayı Milliyecilerdendir.

Üç kuşaktır Balıkesirli olan Yırcalı ailesi, Osmanlı’nın bir sancağı olan ve bugün Soma’ya bağlı Yırca köyünden Balıkesir’e yerleşir. Şükrü, nâmı diğer Yırcalızade Şükrü, İttihatçılar arasında önemli görevler üstlenir. Sonra Balıkesir’de Kuvayı Milliye Hareketinin de öncüleri arasında yer alır.

Atatürk Samsun’a yol alırken, o ve 40 arkadaşı, işadamı Aydın Bolak’ın babası Mehmet Vehbi’nin başkanlığında Balıkesir’de 40 Bayrak Adam diye anılan bir eylem grubu kurar. Yunan’a karşı kurulan Redd-i İlhak Cemiyeti en büyük toplantılarından birini yine Balıkesir’de bu kişilerin öncülüğünde yapar.

Oğlu İbrahim Sıtkı Yırcalı DP’den 9., 10. ve 11. Dönem Balıkesir Milletvekilliği, Bakanlık ile Balıkesir Senatörlüğü yapmıştır.

Küçük oğlu Sırrı Yırcalı 1954-1960 yılları arasında Demokrat Parti’den iki dönem (10 ve 11. dönem) Balıkesir milletvekili seçildi.

Yırcalı ailesi Balıkesir’in en ünlü ailelerindendir.


Kuvayi Milliye, Cumhuriyeti, Mustafa Kemal Atatürk’ü, onun önderliğinde Türk milletini ve Türkiye’yi yeniden tarih sahnesine çıkaran harekettir. Yunanlıların Ege Bölgesindeki bu işgallerini, Balıkesirli vatanseverler şimdiki Balıkesir Lisesi’nin bulunduğu binadaki “Okuma Yurdu“n da bir araya gelip işgalleri protesto etmişlerdir. 8 Mayıs 1919 günü Mehmet Vehbi Bey İzmir’in işgali sonrası yaşanan zulümden bahsettikten sonra;
“Bu faciaların Balıkesir’in başına gelmesi yakındır. Bu iş yazışma, protesto ile engellenemez. Yapılacak ilhak il fiilen reddetmek için ,bir Reddi-i İlhak heyeti kuralım. Bu cemiyete girmek her müslümanın borcudur.Bizim atacağımız her kurşun, Şark ve İslam aleminin ebedi kurtuluşuna ,yoksa maazallah ebedi esaretine sebep olacaktır.“
Alaca Mescit’te ki gizli toplantılar da Milli Mücadelenin temelleri atılmıştır.
Bu münasebetle, Alaca Mescit’te mücadeleyi başlatan 41 bayrak adamı ve Balıkesirliler 15 Mayıs 1919’da İzmir´in işgali üzerine, o günün Belediye Reisi Keçecizade Mehmet Emin Efendi’nin çağrısını, iliklerinde hissetiler…

Kimler vardır orada:
Karesi Mebusu Mehmet Vehbi bey,
Belediye Reisi Keçecizade Mehmet Emin bey,
Yırcalızade Şükrü Efendi,
Hasan Basri Çantay hoca ve diğerleri…
Her türlü kararı almaya tam yetkili 41 bayrak adam…
Mehmet Vehbi Bolak bey başta olmak üzere,
Şehrin ileri gelenleri şimdiki Kuva-yi Milliye Müzesi’nin bulunduğu yerdeki Okuma Yurdu’nda toplanmışlar, yapılan toplantıda, hiçbir şeyin fayda etmeyeceği anlaşılmış ve Leblebici Raşit efendinin;
Düşmanı geri döndürecek kuvvet, namlunun ucundadır” sözleri karar olmuştur. İşte, kıvılcım bu cümleyle çakılmış, Kuva-yi Milliye ateşlenmiştir.

8 Mayıs 1919´da Alaca Mescit’te mevlit vesilesiyle toplananlar,
…dinledikleri mevlitten sonra, ilhakı red ve milli mücadeleye karar vermişlerdir. Ardından sürekli toplanılan Alaca Mescit’te ise silahlı mücadele kararı alınmıştır.

Bu toplantıdan sonra 29 Mayıs 1919’da Yunanlılar Ayvalık’ın Cunda Adası’na asker çıkarınca, Türk Kurtuluş Savaşı’nın ilk askerî cephesi Yarbay Ali (Çetinkaya) Bey komutasıyla burada açılır. Cunda Adası’na o yüzden “Alibey Adası” denilmiştir.

Okuma Yurdu, Alaca Mescit toplantıları ve Balıkesir kongreleri ile düşmanın bölgedeki işgallere karşı ilk ciddi ve şuurlu hareket Balıkesirli sivil ve aydınlardan gelmiştir. Köylüsü ve kentlisi ile Balıkesirliler hiç bir yerden talimat almaksızın vatan müdafasına koşmuşlardır.

Beş kongre yaparak bir araya gelen Balıkesirliler 14 ay boyunca dört cephede Yunan orduları ile savaşarak, Balıkesir halkının ve Türk milletinin işgal ve esareti kabul etmeyeceğini Dünya kamuoyuna duyurmuşlardır. Bütün bunlar, ilk kongrenin Balıkesir’de toplandığını, ilk kurşunun Balıkesir Ayvalık’ta, son kurşunun da, Bandırma’da atıldığını göstermektedir.

Ege’de kendi imkanları ile düşman işgaline son veren tek şehir Balıkesir’dir.
Milli Mücadelenin en önemli dönemlerinde Balıkesir de Hasan Basri Çantay tarafından çıkarılan SES Gazetesi Balıkesirliler‘in ve Kuva-yi Milliyeciler‘in yanında yer alan Anadolu insanini gür sesi olmuştur.

Mehmet Akif Ersoy’da SES’in ilk sayısına gönderdiği yazıda:
Düşman sesi duymak istemezsen
Kardeş sesidir, uyan bu sesten;
Kalkınca görür ki aksam olmuş
Vaktiyle uyanmayan bu sesten

Dizeleri Balıkesir halkının ve Türk milletinin işgal ve esareti kabul etmeyeceğini Dünyaya haykırışı olduğu gibi Balıkesirlilerin vatan müdafasına koşmalarına kıvılcım olmuştur.

Köse Mihal

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Uludağ eteklerinde, Harmankaya adı verilen Rum kalesinin tekfuru iken Müslüman olup, Osmanlı Devletine büyük hizmetlerde bulundu. “Mihal Gazi” adıyla anılır. Evlat ve torunlarının da Osmanlı Devletine büyük hizmetleri vardır.

Ahi Evren

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Ahî Evren’in hayatıyla ilgili son yıllarda yapılan araştırmalar, onun kişiliği üzerindeki sis perdelerini dağıtmış ve hayatı hakkında daha geniş bilgilere ulaşılmasını sağlamıştır(1).

Ahî Evren’in tam adı Şeyh Nasreddin Mahmut el-Hoyî‘dir. Hoyî nispetinden de anlaşılacağı gibi, Ahî Evren aslen Azerî Türklerinden olup, Azerbaycan’ın Hoy kasabasındandır. Ahî Evren’in tahminî olarak Hicri 567 (Miladi 1175)’de Hoy’da doğduğu ve 93 yıl yaşadığı, büyük bir ihtimalle Türkmenlerin devrin Selçuklu sultanına karşı başlattıkları Kırşehir isyanında öldürüldüğü ifade edilmektedir(2).

Ahî Evren lakabı ile meşhur olan Şeyh Nasreddin Mahmut el Hoyî’nin çocukluğu ve ilk eğitim dönemi, memleketi olan Azerbaycan’da geçtikten sonra, Horasan’a giderek Fahrettin Razî‘nin eğitim halkasına katılır ve ondan feyz alır. Fahrettin Razî’nin büyük kelâm âlimi olması, Şeyh Nasreddin Mahmud’un da eğitim halkasında Şer’i ilimleri öğrendiğini ortaya koymaktadır. İlk tasavvufî terbiyesini Horasan ve Maveraunnehir’de Yesevî dervişlerinden alır. Zaten adı geçen yerlerde Yesevî tarikatı yaygındır(3).

Horasan’daki tasavvufî düşünceden feyz alması ve onun Horasanlı oluşu, yetiştiği ortam dolayısıyla, düşüncesinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur(4). Daha sonra Hac seyahati için memleketinden ayrıldığı ve bu seyahat esnasında Şeyh Evhad’ud-Din Kirmanî ile tanıştığı ve ona murîd olduğu bilinmektedir.

Ahî Evren, şeyhi olan Evhad’ud-Din Kirmanî’nin kızı Fatma ile evlenerek aynı zamanda damadı olmuştur. Ahî Evren kayınpederi ve şeyhi olan Kirmanî ile beraber Abbasî Halifesi Nasır Lidinillah tarafından Anadolu’ya gönderilmiştir(5).

Anadolu’ya gelen Ahî Evren ilk önce Kayseri’ye yerleşmiş ve burada bir debbağlık atölyesi kurmuş, Şeyhi ile beraber Anadolu’nun şehir, kasaba ve köylerini dolaşarak Ahîlik anlayışının yayılmasına ve teşkilatlanmasına öncülük etmiştir(6).

Ahî Evren devrin Selçuklu sultanı I. Alaaddin Keykubat tarafından sevilmiş ve sultana yakın olmuştur. Bu devirde tarikat pirlerinin, siyasî faaliyetlere iştirak ettikleri, hatta bazen sultanların üzerlerindeki nüfûzlarının hissedildiği bilinen bir gerçektir(7).

Ahî Evren, Mürşidu’l-Kifaye ve Yezdân Şınaht isimli eserlerini Konya’da sultan Alaaddin Keykubad‘a sunmuş ve onun isteği ile İbn Sîna‘nın “Risale fi’n-Nefs’in Natıka” isimli eserini Farsça’ya çevirmiştir. Sultanın oğlu tarafından (II. Gıyaseddin) zehirlenerek öldürülmesinden sonra, Ahî Evren’in devrin sultanı ile münasebeti azalmıştır. Çünkü, devrin sultanı II. Gıyaseddin’e karşı komplo hazırlamakta olan sadrazam Sadettin Köpek tarafından kurulan bir teşkilata yardım etmekle suçlanan Ahî Evren ve birçok Ahî tutuklanarak, işkencelere maruz kalmışlardır. Aslında Ahîler II. Gıyaseddin’e karşı oldukları gibi, Ahî dostu olan Kemalettin Kamyar’ı öldürten Sadettin Köpek’e de karşı idiler.

II. Gıyaseddin’in ölümü üzerine yerine geçen oğlu II. İzzeddin Keykavus, babası zamanında tutuklanan Ahî ve Türkmenleri serbest bırakmıştır. Beş sene tutuklu kalan Ahî Evren de serbest bırakılmış ve Denizli’ye gitmesine müsaade edilmiştir. Menakıb-nâmelere göre burada bahçıvanlık yapmış, Denizli’de belirli bir müddet kaldıktan sonra yerine talebesi ve müridi olan Ahî Sinan’ı halife bırakarak Konya’ya dönmüştür.

Ahî Evren’in Konya’ya dönüşü özellikle Mevlevîler tarafından hoş karşılanmamış, Moğol yönetimini benimseyen Mevlevîlerle Ahîler arasında çekişmelerin yeniden şiddetlenmesine zemin oluşturmuştur. Mevlevîlerle Ahîlerin arasında cereyan eden çekişmenin bir diğer sebebi de; Türkmenlerin, devlet yönetiminde bulunan Fars unsuruna karşı çıkmaları ve yönetimi ele geçirme arzusundan kaynaklandığı ifade edilmektedir(8).

Mevlevîlerin Moğol yanlısı bir tavır takınmaları ve Ahîlerle olan çekişme ve mücadeleleri Mevlânâ’nın şeyhi Şems-i Tebrizî’nin öldürülmesine kadar devam etmiş, Şems-i Tebrizi’nin öldürülmesi üzerine Ahî Evren Hz. Mevlânâ’nın oğlu Ala’ud-Din Çelebi ile beraber Kırşehir’e gidip oraya yerleşmiştir(9).

Bir kısım Ahî ileri gelenleri de Moğol baskısının ulaşamadığı uçlara gitmişlerdir ki, bunlar ileride Osmanlı Beyliğinin kuruluşunda önemli rol oynayacaklardır.

Başta Ahî Evren olmak üzere bütün Ahî müritleri diğer Türkmenlerle birlikte putperest Moğol istilasına ve Moğol yönetimini benimseyenlere karşı direnmişlerdir. Özellikle Kayseri şehrinde olan Ahîler bu direnişlere öncülük etmişler, fakat ihanete uğramaları neticesinde kılıçtan geçirilmişlerdir. Ahî Evren’in o sırada tutuklu oluşu katliamdan kurtulmasını sağlamıştır(10).

II. İzzeddin Keykavus ile IV. Rukneddin Kılıçaslan arasında cereyan eden saltanat kavgası ve Moğolların Kılıçaslan’ı desteklemesi sonucu, Kılıçaslan tahta oturmuş, bunun üzerine II. İzzeddin Keykavus’u tutan Ahî ve Türkmen ileri gelenleri tekrar katliama tâbi tutulmuşlardır. Bu arada Kırşehir Emirliğine Nureddin Caca tayin edilmiştir.

Kırşehir’de ikâmet etmekte olan Ahî Evren ve diğer büyükler, bu tayine karşı çıkarlar ve ayaklanırlar. Ankara, Aksaray, Çankırı, Kastamonu ve Uçlarda isyanlar başlar ve en büyük isyan ve direniş Kırşehir’de olur. Kırşehir üzerine asker sevk edilir ve isyan edenler kılıçtan geçirilir. Bu isyanda Ahî Evren ve Mevlâna’nın oğlu Alaaddin Çelebi de muhtemelen öldürülmüşlerdir. 1261 yılına rastlayan bu hadise ile Ahî Evren’in hayatı son bulmuş, fakat fikirleri uzun yıllar varlığını korumuştur. Ahîlik anlayışı Osmanlı’nın sosyal hayatı vasıtasıyla günümüze kadar ulaşmıştır.

DİPNOTLAR
1) Bayram, M., “Ahî Evren Kimdir?”, Türk Kültürü Dergisi, Sayı. 191, Ankara, 1978, s. 18-20.
2) Bayram, M., “Ahî Evren’in Öldürülmesi ve Ölüm Tarihinin Tesbiti” İ.Ü. E.F. Tarih Enstitüsü Dergisi, Sayı 12, İstanbul, 1982, s. 534.
3) Ahmet-î Yesevî, “Divan-ı Hikmet’ten Seçmeler”, (Haz. K. Eraslan) Ankara, 1983, s. 27.
4) Şapolya, E.B., a.g.e., 1964, s. 27.
5) “Kadın Ansiklopedisi”, a.g.e., Cilt II., s. 516.
6) Bayram, M., a.g.e., 1978, s. 24.
7) Köprülü, M.F., a.g.e., 1976, s. 195-198.
8) Bayram, M., a.g.e., 1978, s. 25.
9) A.g.e., s. 522.
10) Bayram, M., “Anadolu Selçukluları Devrinde, Anadolu Bacıları Örgütünün Kurucusu Fatma Bacı Kimdir?”, Belleten, Sayı 180, Ankara, 1981, s. 465.

AHİ EVREN’İN FİKİRLERİ

Ahî Evren olarak meşhur olan Şeyh Nasireddin Mahmut el-Hoyî, ilk eğitimini Yesevî tarikatının yaygın bir şekilde bulunduğu Azerbaycan’da almış ve daha sonra ünlü İslâm âlimi Fahrettin Razi’nin eğitim halkasına katılarak ondan ders almıştır. Kayınpederi ile birlikte fütüvvet anlayışını Anadolu’da yaymak için Abbasi Halifesi Nasır’ın elçiliğini de yapmıştır. Buradan hareketle Ahî Evren’in fikirlerinin oluşmasında etkin rol oynayan faktörler şu şekilde sıralanabilir:

– Yesevî Tarikatı
– Fahrettin Din Razi’nin tedris halkası
– Kayınpederi Evhad’ud-Din Kirmani
– Fütüvvet Anlayışı.

Ahî Evren’in yaşam biçimini etkileyen faktörler ve bu etkiyle oluşan, kendisini pir kabul edenleri derinden etki altına alan fikirleri ve fikirlerinin pratiğe dönüşümleri Ahîliğin anlaşılmasında önemli yer tutar. Bu fikirler iki kısımda incelenebilir:

1. Sanatkârlık
2. Cihat

Ahî Evren’e göre Ahîliğe girenlerin bir sanata sahip olmaları gerekir. Çünkü Ahî helal kazanmakla görevlidir. Helal kazanmanın yolu kişinin kendi emeği ile geçinebileceği bir mesleğe sahip olmasından geçer. Ayrıca, zengin olan başkasına daha çok hizmet edebilir. Ahî Evren’e göre Ahî olan aynı zamanda cihat idealine de sahip olmalıdır. Çünkü, cihat Kur’an’da farz kılınmıştır.

Ahî Evren iki ana başlık altında toplanabilen fikirlerini, Ahmet Yesevî gibi, halkın anlayacağı bir dille anlatmış ve yaymıştır. Esasında o eser yazacak kadar âlimdir. Ancak, Ahî Evren pratik hayata ağırlık vermiştir. Onun bu yaklaşımı, fikirlerinin Anadolu’da çabuk yayılmasına sebep olmuştur. Ahî Evren Sünni, Şafiî ve Ehl-i Sünnet çerçevesinde olan tarikat anlayışına sahip oluşu kesinlik kazanmış bulunmaktadır(1). Fıkıhta Şafiî mezhebine mensup olan Ahi Evren, müridlerine Kur’an ve Sünnet doğrultusunda fikirler telkin etmiştir.

Ahîlerin hayatları ve yaşayışları incelendiğinde bu fikirlerin varlığı her zaman görülür. Ahîler, pirlerinin telkin ettiği Kur’an ve Sünnet hükümleri gereğince yaşamışlar ve çevrelerindeki kişilerle bu fikirler doğrultusunda ilişkide bulunmuşlardır.

DİPNOT
1) Bayram, M., “Baba İshak Harekatının Gerçek Sebebi ve Ahî Evren ile İlgisi”, Diyanet Dergisi, Cilt 18, Ankara, 1979, s. 78.

AHİ EVREN’İN ESERLERİ

Ahî Evren’e ait olduğu belirlenen eserler incelendiğinde, onun dinî ilimlere vakıf olduğu ortaya çıkar. Ahî Evren’in eserleri şunlardır(1).

1. Metâliu’l-İman
2. Menahic-i Seyfî
3. Tabsiratu’l-Mübtedi ve Tezkiretü’l-Müntehi
4. Yezdân-Şinaht
5. Murşidu’l-Kifaye
6. Ağaz u Encam
7. Medh-i fakr u Zemm-i Dünya
8. Risale-i Arş
9. Mukâtebat Beyne Sadruddin Konevî
10. Cihat-Nâme
Bu eserlerden “Menahic-i Seyfî”, bir ilmihal kitabıdır(2).

DİPNOTLAR
1) Bayram, M., a.g.e., 1978, s. 21.
2) Bayram, M., a.g.e., 1979, s. 78.

Evita Peron

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

1919 yılında Arjantin’in Los Toldos kentinde, beş çocuklu fakir bir ailenin en küçük çocuğu olarak dünyaya geldi Arjantin halkının efsane ismi Evita Peron. Babasını yedi yaşındayken kaybetti ve 14 yaşında aktrist olmak için Buenos Aires’e gitti. Buenos Aires’te bir süre işsiz ve parasız kaldıktan sonra radyolarda çalışmaya başladı. Radyoda şovlar yaparak ve tiyatroda küçük rollerde oynayarak hayatını devam ettiren Evita, 1944 yılında Juan Domingo Peron ile tanıştı. Genç bir subay olan Juan Peron, 1943 yılında ülke yönetiminde önemli bir görev üstlendi. “Teniente Coronel” yani albay unvanlı Juan Domingo Peron, 1943 yılındaki askeri darbede rol oynayarak siyasete girdi, Çalışma Bakanı olarak hükümette yer aldı ve ’emekçi babası’ olarak tanındı.

Düşük gelirli işçilerin durumlarını düzeltmeye yönelik çalışan Juan Domingo Peron, 1944 yılındaki darbenin ardından tutuklansa da Eva Peron ve arkadaşlarının işçileri yanlarına alarak başlattıkları grevler neticesinde serbest bırakıldı. Bundan çok kısa bir süre sonra da Eva ile Juan Peron evlendi. Juan Peron, 1946 tarihinde de Başbakan oldu, iki defa seçildi ve 1955 yılında gene bir askeri darbe ile ayrıldı. Birkaç darbe daha geçtikten sonra 1973 yılında Peron bir kere daha seçimle başa geldi, 1974 yılında ise öldü. Bu sefer Evita’nın ölümünden sonra evlendiği yeni eşi İsabel Peron başa geçti. 1976 yılında ise İsabel de hükümetle beraber düştü.

Evita, kocasının diktatörlüğü döneminde kadın hakları için çalıştı ve aktif anlamda siyasetin içinde yer almamasına karşılık, her zaman siyasetle ve halkla içiçe oldu. İşçi sendikalarının örgütlenmesinde önemli rol üstlendi ve 1947 yılında kadınların oy verme hakkı elde etmesini sağladı. Fakir halka yiyecek, para ve ilaç yardımında bulundu, çocuklar için de yardım kampanyaları düzenledi.

Evita Peron, 26 Temmuz 1952’de 33 yaşında kanserden öldü. Peron’un iktidardan düşmesinden sonra gömüldüğü yerden çıkartılan cesedi 16 yıl saklandıktan sonra önce eşinin yanına, sonra da aile mezarlığına defnedildi. Madonna’nın ünlü şarkılarından olan “Don’t Cry for me Argentina!” onun için bestelendi.

Nasreddin Hoca

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Türk halk bilgesi. Halk dilinde, duygu ve inceliği içeren, gülmece türünün öncüsü olmuştur.

Sivrihisar’ın Hortu yöresinde doğdu, Akşehir’de öldü. Babası Hortu köyü imamı Abdullah Efendi, annesi aynı köyden Sıdıka Hatun’dur. Önce Sivrihisar’da medrese öğrenimi gördü. Babasının ölümü üzerine Hortu’ya dönerek köy imamı oldu. 1237’de Akşehir’e yerleşerek, Seyyid Mahmud Hayrani ve Seyyid Hacı İbrahim’in derslerini dinledi. İslam diniyle ilgili çalışmalarını sürdürdü. Bir söylentiye göre medresede ders okuttu, kadılık görevinde bulundu. Bu görevlerinden dolayı kendisine Nasuriddin Hâce adı verilmiş, sonradan bu ad Nasreddin Hoca biçimini almıştır.

Onun yaşamıyla ilgili bilgiler, halkın kendisine olan aşırı sevgisi yüzünden, söylentilerle karışmış, yer yer olağanüstü nitelikler kazanmıştır. Bu söylentiler arasında, onun Selçuklu sultanlarıyla tanıştığı, Mevlânâ Celâleddin ile yakınlık kurduğu, kendisinden en az yetmiş yıl sonra yaşayan Timur’la konuştuğu, birkaç yerde birden göründüğü bile vardır.

Nasreddin Hoca’nın değeri, yaşadığı olaylarla değil, gerek kendisinin, gerek halkın onun ağzından söylediği gülmecelerdeki anlam, yergi ve alay öğelerinin inceliğiyle ölçülür. Onun olduğu ileri sürülen gülmecelerin incelenmesinden, bunlarda geçen sözcüklerin açıklanışından anlaşıldığına göre o, belli bir dönemin değil Anadolu halkının yaşama biçimini, güldürü öğesini, alay ve eğlenme türünü, övgü ve yergi becerisini dile getirmiştir.

Onunla ilgili gülmeceleri oluşturan öğelerin odağı sevgi, yergi, övgü, alaya alma, gülünç duruma düşürme, kendi kendiyle çelişkiye sürükleme, Şeriat’ın katılıkları karşısında çok ince ve iğneli bir söyleyişle yumuşaklığı yeğlemedir. O, bunları söylerken bilgin, bilgisiz, açıkgöz, uysal, vurdumduymaz, utangaç, atak, şaşkın, kurnaz, korkak, atılgan gibi çelişik niteliklere bürünür. Özellikle karşısındakinin durumuyla çelişki içinde bulunma, gülmecelerinin egemen öğesidir. Bu öğeler Anadolu insanının, belli olaylar karşısındaki tutumun yansıtan, düşünce ürünlerini oluşturur.

Nasreddin Hoca, halkın duygularını yansıtan bir gülmece odağı olarak ortaya çıkarılır. Söyletilen kişi, söyletenin ağzını kullanır, böylece halk Nasreddin Hoca’nın diliyle kendi sesini duyurur.

Nasreddin Hoca, bütün gülmecelerinde, soyut bir varlık olarak değil, yaşanmış, yaşanan bir olayla, bir olguyla bağlantılı bir biçimde ortaya çıkar. Olay karşısında duyulan tepkiyi ya da onayı gülmece türlerinden biriyle dile getirir. Tanık olduğu olaylar genellikle halk arasında geçer. Hoca, soyluların, yüksek saray çevresinde bulunanların aralarına ya çok seyrek girer ya da hiç girmez. Sözgelişi onun tanıştığı söylenen Selçuklu sultanlarıyla ilgili gülmecesi yoktur.

Timur’la ilgili “hamam, Timur ve peştemal” gülmecesi de, Timur’dan çok önce yaşadığı için, sonradan üretilmiştir. Halk beğenisi Hoca’yı Timur gibi çevresine korku salan bir imparatorun karşısına hamamda çıkarak, “kızım sana söylüyorum, gelinim sen işit” türünden bir yergi yaratmıştır. Burada yerilen, dolaylı olarak kendini toplumun, halkın üstünde gören saray insanlarıdır.

Nasreddin Hoca gülmecelerinde dile gelen, onun kişiliğinde, halkın duygularını yansıtan başka bir özellik de eşeğin yeridir. Hoca eşeğinden ayrı düşünülemez. Onun taşıtı, bineği olan eşek gerçekte bir yergi ve alay öğesidir. Anadolu insanının yarattığı gülmece ürünlerinde atın yeri yoktur denilebilir. Eşek, acıya, sıkıntıya, dayağa, açlığa katlanışın en yaygın simgesidir. Soyluların, sarayların çevresinde üretilmiş gülmecelerde eşek bulunmaz, oysa at geniş bir yer tutar.

Bu konuda başka bir çelişki sergilenir. Gülmecede güldürücü öğe ile yerici öğe yanyana getirilir. Bunun örneği de kendisinden eşeği isteyen köylüye, “eşek evde yok” deyince ahırda onun anırmasını duyan köylünün “işte eşek ahırda” diye diretmesi karşısında, Hocanın “eşeğin sözüne mi inanacaksın benimkine mi” demesidir.

Onun gülmecelerinde, kaba sofuların “ahret” le ilgili inançları da önemli bir yer tutar. “Fincancı Katırları”, “Ben Sağlığımda Hep Burdan Geçerdim” başlıklı gülmeceler katı bir inanç karşısındaki duyguyu açığa vurur. Toplumda neye önem verildiğini anlatan “Ye Kürküm Ye” gülmecesi, Hoca’nın dilinde, halkın tepkisini gösterir.

Nasreddin Hoca’nın etkisi bütün toplum kesimlerine yayılmış, “İncili Çavuş”, “Bekri Mustafa”, “Bektaşi” gibi çok değişik yörelerin duygularını yansıtan gülmece türlerinin doğmasına olanak sağlamıştır. Bunlardan ilk ikisi saray çevresinin oldukça kaba beğenisini, üçüncüsü de gene halkın, Şeriat’ın katılığına karşı duyduğu tepkiyi dile getirir.

Bizim Tekir Nerede?

Hoca’nın canı bir gün etlice bir yahni ister…

Kasaba gidip bir okka et alır, eve gönderir.

Hoca’nın karısı yahniyi pişirirken komşuları çıkagelir. Gözü gönlü tok, eli açık olan kadıncağız komşularına yahni ikram eder. Komşular, yemeğin tamamını yiyip bitirir ve dönerler evlerine.

Bütün gün yahni özlemiyle akşamı zor eden Hoca evine döner. İştahla oturur sofraya. Biraz sonra karısı önüne bir tabak bulgur aşıyla bir kaşık koymaz mı? Hoca hiddetlenerek sorar ne olup bittiğini.

“Efendi,” der karısı, “Eti bizim Tekir yedi.”

Bu sözü duyan Hoca sinirlenerek eline bir sopa alır ve Tekir kediyi aramaya koyulur. Bir süre sonra Tekir görünür, bir deri bir kemik… Yürüyecek gücü yok, iskelet gibi…

Hoca şaşkın: “Hatun, yahnilik eti şu bizim Tekir mi yedi?” diye sorar. Karısı da “Evet Efendim, o hınzır yedi.” diye cevap verir.
Bunun üzerine Hoca alır eline el terazisini ve tartar Tekir kediyi… Tam bir okka çeker Tekir. Bunun üzerine karısına şöyle çıkışır

Hoca: “Hatun! Şu gördüğün bizim Tekir tam bir okka geldi. Öyleyse, yahnilik et nerede? Şayet et bu ise bizim Tekir nerede?”