Archive for Haziran, 2012

Meg Ryan

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Gerçek adı Margaret Mary Emily Anne Hyra olan Meg Ryan, 19 Kasım 1961’de ABD’de doğdu. Liseyi doğduğu yer olan Fairfield Connecticut’ta bitirdikten sonra New York Üniversitesi, Gazetecilik Bölümü’nde eğitimini devam ettirdi. Gece derslerinin parasını karşılamak için kısa süreli TV dizilerinde küçük çaplı rollerde oynadı. Annesi aracılığıyla oyunculuğa ilk adımını atan aktris, ilk film deneyimini “Rich and Famous” filmiyle yaşadı.

George Cukor’ın 1981 yapımı olan filmde Candice Bergen’in kızını canlandıran Ryan, performansıyla iyi bir izlenim bıraktı. Okula devam edebilmek için daha fazla işe ihtiyaç duyan aktris, isteğine kısa sürede kavuştu. Ryan, 1982 yılında başladığı “As the World Turns” adlı her gün yayınlanan dizide iki sene boyunca rol aldı. 1983 yılında “Amityville 3-D “adlı filmde rol aldıktan sonra kendine daha uygun olan roller aramaya başlayan yıldız, 1986 yılında başrolünde Tom Cruise’un yer aldığı “Top Gun” filminde Goose adlı genç bir pilotun kız arkadaşını canlandırdı. Filmde çok kısa bir rolü olmasına rağmen dikkat çekmeyi başaran Ryan, ertesi yıl “Innerspace” adlı komedi filminde Dennis Quaid ile birlikte rol aldı. Quaid ile olan arkadaşlığı set dışında da devam eden aktris, aktörle ” D.O.A.” adlı filmde birlikte oynadıktan sonra 1991 yılında evlendi.

1989 yılında kariyerinin en çok beğeni toplayan filmine imza atan Ryan, yönetmenliğini Rob Reiner’ın üstlendiği “When Harry Met Sally”da rol aldı. Ertesi yıl Tom Hanks ile “Joe Versus the Volcano” adlı filmde oynayarak ününü pekiştirdi. Film her ne kadar başarısız bulunsa da, Hanks-Ryan ikilisinin ileride çok iyi işler yapacağının sinyallerini verdi. 1991 yılında Oliver Stone’un “The Doors” filminde Jim Morrison’ın ( Val Kilmer ) uyuşturucu bağımlısı sevgilisi Pamela’yı canlandırdı. Bu filmdeki performansıyla da oldukça taktir toplayan Ryan, komedinin dışında da başarılı olabileceğini gösterdi. Yeteneğini sergilemeye devam eden aktris, 1993 yılında “Flesh and Bone” adlı dramatik bir filmde rol aldı. Quaidle birlikte oynadığı film, seyircinin fazla dikkatini çekmedi, ama Ryan’ın oyunculuğu yine beğeni topladı. Aynı yıl içerisinde Tom ile birlikte “Sleepless in Seattle” adlı filmde rol alan Ryan, komediye hızlı bir dönüş yaptı. Bu filmdeki performansıyla Altın Küre’ye aday gösterilen aktris, ardından “I.Q.” adlı romantik komedide oynadı. 1994 yılında Robert Downey Jr. ile ” Restoration” adlı filmde dramatik bir oyunculuk sergileyen Ryan, daha sonra “When a Man Loves a Woman” adlı filmde alkolik bir kadını canlandırdı.

Romantik komedi serilerine bir süre daha devam eden Ryan, 1998 yılında bu türün bir başka örneğini Tom Hanks ile yeniden tekrarladı ve “You’ve Got Mail” adlı filmde oynadı. Aynı yıl Nicolas Cage ile birlikte “City of Angels” adlı romantik bir dramda oynadı. Bu filmin ardından, çok farklı bir karakterle ” Hurlyburly” adlı filmde Kevin Spacey ve Sean Penn ile birlikte oynayan Ryan, egzotik bir dansçıyı canlandırdı. 2000 yılına yeni bir romantik komedi filmiyle merhaba diyen aktris, Lisa Kudrow ve Diane Keaton ile birlikte “Hanging Up” adlı filmde rol aldı. Aktris aynı yıl içinde, Taylor Hackford’un yönettiği ” Yaşam Kanıtı ” isimli filmde de Russell Crowe ile birlikte kamera karşısına geçti. Bu sırada yapımcılığa merak salan Ryan, ” Lost Souls” adlı bir filmin yapımcılığını üstlendi.

“Sleepless In Seattle” ve “When Harry Met Sally” filmleriyle iki kere en iyi kadın oyuncu dalında Altın Küreye aday oldu. Dramatik bir insan olarak da kendini kanıtlamış olsa da, 1980 ve 1990’ların romentik komedilerine en büyük etkisi olan oyunculardandır.

Jim Carrey

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Asıl adı James Eugene Carrey olan ünlü aktör, 17 Haziran 1962’de Kanada-Toronto’da yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Babasının işten atılmasıyla parasal yönden iyice kötüye giden durumu düzeltmek ve eğitimini devam ettirebilmek için bir fabrikada güvenlik görevlisi olarak çalışmaya başladı. Okuldaki başarısızlığından dolayı, liseden ayrıldı fakat okul yıllarında kendine özgü komedyen kişiliğini ve yeteneklerini keşfettikten sonra, 15 yaşından itibaren Kanada’nın gece kulüplerinde stand-up show’lara başladı. Yüzünün ve vücudunun esnekliğini kullanarak seyircileri saatlerce güldürmeyi başarabiliyordu.

Gece kulüplerindeki başarısını Hollywood’a taşımak isteyen Carrey, 1982’de, NBC-TV’nin dizisi “The Duck Factory” de rol almayı başardı ve bu başarısını 13 dizi sonuna kadar devam ettirdi. İlk olarak bir vampir-komedi olan “Once Bitten” da rol alan başarılı komedyen, “Peggy Sue Got Married” filmi ile yavaş yavaş zirve basamaklarını çıkmaya başladı. Clint Eastwood’un oynadığı “The Dead Pool” filminde de sorunlu bir rock yıldızını canlandıran aktör, ardından 1989 yılında Geena Davis ile birlikte rol aldığı “Earth Girls are Easy” filmiyle en büyük başlangıcını yaptı.

1991 yılında ilk özel şovunu yapan Carrey, Fox Broadcasting Co. tarafından gerçekleştirilen “Doing Time On Maple Drive” adlı haftalık dizide oynadı. 1994 yılında oynadığı “Ace Ventura: Pet Detective” (Sakar Dedektif) onun ilk sinema başrolüydü ve budala dedektif rolüyle şöhrete kavuştu. Ardından başarılı sanatçıyı dünya çapında bir star haline getiren ve dünya seyircilerinin beğenisini kazandıran “The Masc” (Maske) filminde oynadı. Daha sonra 1996’da “Cable Guy” filmiyle seyircilerin karşına geçen Carrey, sadece bir komedyen olmadığını aynı zamanda diğer rollerdeki oyunculuğunun gücünü de gösterdi.

Komedi filmleriyle artık o tüm dünyanın beğenisini kazanmıştı ve bu başarısı ona bir çok ödül getirdi. “Dumb and Dumber” daki oyunculuğu sayesinde ‘Yılın NATO / SheWest Komedi Yıldız’ı seçildi. MTV’nin düzenlediği ödül töreninde “Ace Ventura: Pet Detective” filmiyle “En İyi Erkek Performansı” ve “En İyi Komedi Oyuncusu Performansı” dallarında ödül sahibi oldu. “The Mask” filmi ile de Altın Küre Ödülü’ne aday gösterildi. Hayran kitlesi giderek artan başarılı komedyen “The Truman Show” ile seyircilerin karşısına bambaşka bir kimlikle çıkmakla birlikte eleştirmenler gözünde de oyunculuğunu kanıtladı. Ayrıca “Liar Liar” (Yalancı Yalancı) filmindeki performansıyla 1997’de düzenlenen MTV Film Ödülleri’nde “En İyi Komedi Oyuncusu Performansı” dalında ödülün sahibi oldu.

Los Angeles’a ilk geldiğinde tanıştığı garson Melissa Womer’den 1994 yılında boşanan aktör, ardından “Dumb and Dumber” filminin aktris’ti Lauren Holly’le evlendi fakat bu ilişki de uzun sürmedi ve 1998 yılında boşandılar.

“Man On The Moon” filminde geçmişte komedi dalında ün yapmış olan Andy Kaufman’ı canlandırdı. 2000 yılının sonuna doğru ise “Me, Myself and Irene” (Ben, Kendim ve Sevgilim) filmiyle sinema severlerin karşısına çıkan Jim Carrey, daha sonra “Grinç” filminde de rol aldı. Son olarak başarılı aktör, 2001 yılında vizyona giren “The Majestic” filminde hırslı ve girişken bir Hollywood senaristi olan fakat daha sonra bir kaza sonucu hafızasını kaybeden Peter Appleton’ı canlandırdı.

Sophia Loren

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Hollywood’un en ünlü kadın oyucularından biri olan Sophia Loren, 20 Eylül 1934’de İtalya’da dünyaya geldi. Gerçek adı Anna Sofia Scicolone’dir. Henüz küçük yaşlarda güzelliği ile herkesi kendine hayran bırakan Loren, İtalyan yapımcı Carlo Ponti ile tanıştı. Carlo Ponti, Loren’deki yeteneği kısa sürede fark etti ve onunla bir sözleşme imzaladı. Rol aldığı ilk film “Quo Vadis” adlı tarihi dramaydı ve bu film ancak 1951’de gösterime çıkabildi. Böylece Loren henüz 16 yaşındayken oyunculuğa başlamış oldu. Loren, kariyerinin ilk döneminde ucuz filmlerdeki küçük rollerle yetinmek zorunda kaldı. Bu dönemde rol aldığı “Toto Tarzan”, “Io Sono Il Capataz”, “Extra” gibi filmlerde gerçek adı Sofia Scicolone’yi kullandı.

Loren’in kitlelerle tanışması ise 1953 yılında rol aldığı müzikal “Aida” ile oldu. Bu filmden sonra ününü iyice arttıran Loren “Attila”, “The Gold of Naples”, “Two Nights with Cleopatra” ve “Too Bad She’s Bad” gibi filmlerle zirveye çıktı. O artık dönemin seks sembolleri Marilyn Monroe, Brigitte Bardot ve Jane Fonda ile erkeklerin rüyalarını süsleyen bir kadındı. Tüm bunların yanında yetenekli bir oyuncu olduğu da su götürmez bir gerçekti. Loren’in ününün tüm dünyaya yayılması Hollywood yapımcılarının iştahını kabarttı ve 1957’den itibaren ABD’de çalışmaya başladı.

Burada dönemin en önemli aktörleri ile çalışan Loren, Amerikan izleyicisinin de kalbini fethetmekte zorlanmadı. ABD’de rol aldığı “Desire Under the Elms”, “The Key”, “Houseboat”, “The Kind of Women”, “A Breath of Scandal” ile büyük başarılar kazanan Loren, 1961’de Jean Paul Belmondo ile birlikte rol aldığı İtalyan-Fransız ortak yapımı savaş draması “Ciociara-Two Women” ile Oscar kazandı.

1964’de rol aldığı “The Fall of The Roman Empire” gelmiş geçmiş en iyi Roma filmlerinden biri olarak gösterildi. Ünlü oyuncu Marcello Mastroianni ile “Ieri, oggi, domani” ve “Matrimonio all’italiana” gibi filmlerde birlikte çalışan Loren, her zaman en iyi anlaştığı aktörün Mastroianni olduğunu söylerdi. Güzel yıldız, özel hayatında skandallardan daima kaçındı ve tüm dünyada tanınan bir seks sembolü olmasına rağmen kendisini keşfeden yapımcı Carlo Ponti ile mutlu bir evlilik yaşadı. İlk olarak 1957 yılında evlenen çift, 1962’de boşandı ancak ayrı kalmaya fazla dayanamayarak, 1966 yılında tekrar evlendi. Ünlü ikili şu an halen evliliklerini sürdürüyorlar. Sophia Loren ise artık kamera karşısına geçmiyor.

En son Robert Altman’ın “Ready to Wear / Hazır Giyim” filminde Marcello Mastroianni ile kamera karşısına geçen Sophia Loren, vaktini hayvan hakları savunuculuğu yaparak geçiriyor. 2002 yılında gerçekleşen Uluslararası Venedik Film Festivali’nde, bu yılki “yaşam boyu başarı” ödülüne İtalyan aktris Sophia Loren layık görüldü.

Robert De Niro

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Hollywood’un en ünlü ve en başarılı aktörlerinden olan Robert De Niro, 17 Ağustos 1943’de Amerika’nın New York kentinde doğdu. Tam adı Robert De Niro Jr. olan aktörün annesi ressam, babası da ressam, heykeltıraş ve aynı zamanda şairdi. De Niro, ilk amatör rolünü, 10 yaşında iken, okulda düzenlenen “Wizard of Oz” oyununda aslan karakterini canlandırarak oynadı. Aradan altı yıl geçtikten sonra, Rus yazarı Çehov’un “The Bear / Ayı” oyununda yer alan aktör, giderek oyunculuğa ısındı. Hemen ardından, “yöntem oyunculuğu”nun en önemli temsilcileri olan ve sayısız başarılı aktörün doğmasına neden olan Stella Adler ile Lee Strasberg’ten eğitim almaya başladı.

Sinemaya, 1969 yılında, yönetmen Brian De Palma’nın “The Wedding Party” filmiyle geçen De Niro, bu filmden sonra, yine aynı yönetmenin “Greetings” ile “Hi,Mom!” filmlerinde rol aldı. 1973 yılında, daha sonra “Taxi Driver / Taksi Şoförü”, “Raging Bull” ve “Good Fellas” gibi başarılı yapımlarda beraber iyi bir ikili oluşturacağı usta yönetmen Martin Scorsese ile “Mean Streets” filmini çekti. Başarılı aktör, filmde sergilediği yüksek performansla izleyenlerin dikkat ve ilgilerini üzerine çekmeyi başardı. Aynı yıl, “Bang the Drum Slowly” filminde canlandırdığı, ölmek üzere olan beyzbol oyuncusu Bruce Pearson karakteri ile En İyi Erkek Oyuncu dalında New York Film Eleştirmenleri Ödülü’nün sahibi oldu.

Bu ödülden sonra Francis Ford Cappola ona “Godfather II / Baba 2″deki genç “Vito Carlone” rolünü verdi. Bu gangster filmindeki “Vito Corleone” karakterini mükemmel denebilecek derecede canlandıran De Niro, filmdeki performansı sayesinde En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Oscar Ödülü’nü aldı ve adını Hollywood’un starları arasına yazdırdı.

1976 yılında, sinema kariyerinin en iyi performanslarından birini de “Taxi Driver / Taksi Şoförü” filmindeki rolü ile sergiledi. Aktör, Martin Scorsese’in bu başyapıtında, New York’un yozlaşmış ortamında yavaş yavaş çıldıran dengesiz, Vietnam gazisi taksi soförü Travis karakterini başarıyla canlandırdı. De Niro, 1978 yılında, yine bir Vietnam gazisi olarak çıktı izleyici karşısına; “Deer Hunter / Avcı”. En İyi Film Oscar’ını alan “Avcı”, yönetmen Cimino’yu sinemaya kazandırırken bu başarıda en büyük pay kuşkusuz başarılı aktöründü. Aktör, özellikle “Rus Ruleti” sahneleri ile hafızalara kazındı bu filmde.

Usta oyuncu, 1980 yapımlı “Raging Bull / Kızgın Boğa” filminde Dünya Orta Sıklet Boks Şampiyonu Jake LaMotta’yı canlandırdı. Gelmiş geçmiş en iyi dökümanter film olarak kabul edilen “Kızgın Boğa”daki unutulmaz performansıyla En İyi Erkek Oyuncu Oscar’ını kazandı.  Bu film için tam 30 kilo alan ve yüzünü tanınmayacak halde değiştiren De Niro, filme hazırlanırken New York’ta amatör boks maçlarına çıkmış, hatta iki tanesini kazanmıştı.

1986’da Sergio Leone’nin gangster epiği “Once Upon a Time In America / Bir Zamanlar Amerika” filminde ve 1985’de Terry Gilliam’ın “Brazil”inde rol aldı. Bu filmlerde de her zamanki usta oyunculuğunu sürdüren De Niro, 1987’de De Palma’nın “Untouchables / Dokunulmazlar” filminde ünlü gangster Al Capone’u canlandırdı. Aynı yıl kariyerine değişik bir karakter kattı ve Alan Parker’ın “Angel Heart / Şeytan Çıkmazı” filminde biz ölümlüler arasında “Louis Cyphre” adını kullanan Şeytan’ı canlandırdı. 1989’da Sean Penn ile oynadığı “We’re No Angels / Biz Melek Değiliz” adlı komedi de rol alarak tarzını değiştireceğinin sinyallerini verdi.

De Niro, 1990 yılında bir kez daha yönetmen Martin Scorsese ile bir araya gelerek 90’lı yılların yüz akı filmlerinden olan “Goodfellas / Sıkı Dostlar”da rol aldı. Aynı yıl oldukça duygusal bir film olan “Awakenings / Uyanışlar”da yakalandığı hastalık nedeniyle hayatını uyuyarak geçiren ancak yeni çıkan bir ilaçla tekrar yaşama dönen Leonard Lowe karakterini başarıyla canlandırdı.

1991’de “Cape Fear / Korku Burnu” filminde kötü adam Max Cady’i canlandıran aktör, 1993’de ilk kez yönetmenliği denedi ve “A Bronx Tale” adlı dramayı çekti. Ardından 1994 yılında kariyerinin en ilginç rollerinden biri olan “Frankenstein”ı canlandırdı. 1995’de aralarında Sharon Stone ve Joe Pesci gibi ünlü oyuncuların da bulunduğu “Casino” filmiyle ardından da başrolü büyük oyuncu Al Pacino ile paylaştığı, “Heat / Büyük Hesaplaşma” filmi ile her zaman en iyi olduğunu kanıtladı.

Robert De Niro, “Sleepers” ve Leonardo Di Caprio ve Meryl Streep gibi başarılı oyuncuların da bulunduğu “Marvin’s Room / Marvin’in Odası” filmleriyle görev aldığı yan rollerle yeniden yükselişe geçti. Ünlü yönetmen Quentin Tarantino’nun daha öncekilere nazaran fazla beğenilmeyen “Jackie Brown” ve Dustin Hoffman ile birlikte rol aldığı ve bir skandalı örtbas etmek için gerçek dışı senaryo üreten özel bir görevliyi canlandırdığı “Wag the Dog” filmleriyle kariyerine yaraşır oyunculuklar çıkardı.

1998 yılına gelindiğinde, başrollerinde Gywneth Paltrow ile Ethan Hawke’un yer aldığı “Great Expectations / Büyük Umutlar”da rol aldıktan sonra bir komedi filmi olan, başrolünü Billy Crystal ile paylaştığı “Analyze This / Anlat Bakalım”da psikolojik tedavi gören bir mafya babasını canlandırdı. Bu filmin ardından Joel Schumacher’in “Flawless” adlı filminde rol alan ünlü aktör, filmde transseksüel komşusu ile konuşarak terapi gören bir güvenlik görevlisini oynadı.

Aktör daha sonra, “Meet the Parents / Zor Baba” filminde rol alarak komedilerde de başarılı olabileceğini kanıtladı. Yine aynı yıl, George Tillman’ın yönettiği “Man of Honor / Onurlu Bir Adam” filmiyle çıktı sinemaseverlerin karşısına. “15 Minutes / 15 Dakika” filminde işledikleri suçlarla ortalığı birbirine katan ve bu arada bütün eylemlerini de video kamera ile kayda geçiren, Doğu Avrupa’dan New York’a gelen iki azılı suçludan birini canlandıran De Niro, “The Score / Komplo”da ise unutulmaz oyuncu Marlon Brando ve Fight Club filmindeki üstün performansıyla tanıdığımız Edvard Norton gibi iki önemli isimle ile birlikte kamera karşısına geçti. Filmde emekli olmaya çalışan usta bir hırsızı canlandırdı usta sanatçı.

Daha sonra “Analyze This” filminin devamı olan “Analyze That / Anlatamadım mı?” filmi ile kariyerine devam eden Robert De Niro, 12 Nisan 2002’de gösterime giren, başrolünü ünlü komedyenlerden Eddie Murphy ile paylaştığı “Show Time” adlı filmde, az konuşan, sabırsız fakat tek işini doğru dürüst yapabilmek için kendi haline bırakılmayı çok isteyen polis teşkilatı dedektiflerinden Mitch Preston karakterini canlandırdı.

” Benim çalışma şeklimde anarşi ile disiplinin kesin bir uyumu söz konusudur.” diyerek kendine özgü oyunculuğunu özetleyen, Hollywood’un yaşayan efsanelerinden Robert De Niro’ya sinemaya verdiği 30 yıllık emek şerefine bir tören düzenlendi ve Amerikan Film Enstitüsü tarafından “Yaşam Boyu Başarı” ödülü verildi.

Brad Pitt

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Gerçek adı William Bradley Pitt olan aktör, 18 Aralık 1963’de Oklahama’da dünyaya geldi. Okul müşaviri bir anne ile taşımacılık şirketinde çalışan bir babanın üç çocuğundan biri olan Brad Pitt, ailesinin Missouri’ye taşınmasıyla birlikte Kickapoo Lisesi’nde okumaya başladı. Okul yıllarında her Amerikalı genç gibi, beyzbol, koro, tiyatro ve politikaya ilgi duyan Pitt’in en büyük tutkusu sinemaydı. Gazetecilik ve reklam eğitimi için Missouri Üniversitesi’ne giren aktör, 1987 yılında mezun olması için yalnızca iki kredisi kalmışken okuldan ayrıldı.

Film yıldızı olmayı kafasına koyan Pitt, California’ya gitti. Ardından Los Angeles’a geçen aktör, ufak tefek işlerde çalışarak geçimini sağlamaya çalıştı. Ailesine Pasedena’daki Sanat Okulu’nda okuduğunu söyleyen aktörün en büyük hayali ileride büyük bir yıldız olup ailesinin yüzünü kara çıkarmamaktı. Garsonluktan şoförlüğe, araba tamirciliğinden tavuk kıyafetiyle broşür dağıtmaya kadar pek çok iş yapan Pitt, ilk rolüne “Dallas” dizisiyle kavuştu. Hormonlarıyla hareket eden bıçkın bir delikanlıyı canlandıran aktör, “Happy Together” ve ardından “Cutting Class” adlı vasatı geçemeyen filmlerde oynadı.

İlk ciddi oyunculuk deneyimini “Thelma & Louise”de yaşayan Pitt, Geena Davis’e ilk orgazmını yaşatan bir gezginciyi canlandırdı. Bu filmin ardından “Too Young to Die?” adlı TV filminde oynayan genç aktör, rol arkadaşı Juliette Lewis ile yaşamaya başladı. Üç sene birlikte olan Pitty-Lewis çifti, belki de Hollywood tarihindeki en uzun birlikteliklerden birine imza attılar. Çift, birlikte “California” filminde oynadıktan sonra ayrıldı.

1994 yapımı “Legends of the Fall / İhtiras Rüzgârları” adlı epik filmde romantik bir karakteri canlandıran Pitt, oyunculuğundan ziyade yakışıklılığıyla dikkat çekti. People dergisinin “Yaşayan En Seksi Adam” ilan ettiği aktör, Neil Jordan’ın yönetmenliğini üstlendiği 1994 yapımlı, “Interview With the Vampire / Vampirle Görüşme”de Tom Cruise ve Antonio Banderas gibi ünlü oyuncularla birlikte oynadığı filmde bir vampiri canlandırdı. 1992 yılında oynadığı Robert Redford’un “A River Runs Through It / Bizi Ayıran Nehir” adlı filminden bu yana en iyi performansını sergileyen Pitt, bu filmle elindeki potansiyel yeteneğin farkına vardı.

Ardından 1995 yılında, başrollerinde Morgan Freeman, Kevin Spacey ve Gwyneth Paltrow gibi çok büyük oyuncuların yer aldığı “Seven / Yedi” adlı gerilim filminde, ruh hastası bir katilin peşinden koşan çaylak bir polisi canlandırdı. Yönetmenliğini David Fincher’ın üstlendiği filmde oldukça başarılı bulunan aktör, filmde karısını canlandıran Paltrow ile uzun bir birlikteliğe ilk adımını attı. Paltrow ile yaklaşık iki buçuk yıl birlikte olan aktör, bir ara nişanlılık devresi geçirmiş olmasına rağmen ilişkiyi noktaladı. Pitt, 2000 yılı içerisinde “Friends” dizisinin sevimli kahramanı Jennifer Aniston ile evlendi.

1996 yılında, uğrunda Apollo 13’teki astronot rolünü geri çeviren ve Terry Gilliam’ın fantastik bilim kurgusu “Twelve Monkeys / 12 Maymun” filminde bir akıl hastasını canlandıran aktör, bu rolüyle en iyi yardımcı erkek oyuncu dalında Altın Küre aldı. Ardından 1997’de Harrison Ford ile baş rolünü paylaştığı “The Devil’s Own / Sessiz Düşman” adlı filmde karizmatik bir I.R.A. liderini oynadı. “Seven Years in Tibet / Tibet’te Yedi Yıl” filminde Avusturyalı gezgin Heinrich Harrar’ı canlandıran aktör, ününü giderek arttırarak film başına 10 milyon dolar alabilen bir yıldız haline geldi.

Anthony Hopkins’in de baş rol oynadığı, Martin Brest’in kasvetli filmi “Meet Joe Black / Joe Black”de ölümü canlandıran Brad Pitt, 1999 yılında  Seven”ın yönetmeni David Fincher ile ikinci kez bir araya geldi ve “Fight Club / Dövüş Klübü” adlı filmde rol aldı. Edward Norton ve Helene Bohem Carter ile birlikte başrolü paylaşan aktör, Chuck Palahniuk’un romanından uyarlanan ve tüketim toplumunu acımasızca eleştiren filmde Tyler Durden isimli bir sabun satıcısını canlandırdı.

2000 yılında “Snatch / Kapışma” filminde farklı bir tarzla sinemaseverlerin karşısına çıkan aktör, bu filmde Robert Redford ve Catherine McCormack ile başrolü paylaştı. 2001’de üç başarılı filmde rol alan aktör, bunlardan ilki “The Mexican / Meksikalı” filminde Julia Roberts’la başrolü paylaştı. Filmde bir mafya çetesinde kurye olarak çalışan Jerry Welbach’ı canlandırdı. 2001 yılında oynadığı “Ocean’s Eleven” adlı ikinci filmde George Clooney, Julia Roberts, Andy Garcia ve Matt Damon’la baş rolleri paylaştı. Tony Scott’un yönetmenliğini üstlendiği, üçüncü diğer film olan “Spy Game”de ise Robert Redford’la başrolleri paylaşan aktör, bu filmde CIA uzmanı Nathan Muir’in ( Robert Redford ), “İzci” lâkaplı genç çalışma arkadaşını canlandırdı.

Brad Pitt Resimlerini Görmek İçin Tıklayınız

Marlon Brando

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

En büyük oğlu kızkardeşinin sevgilisini öldürdü, kızı Cheyenne intihara kalkıştı, 96-98 arasında çevirdiği filmler gişelerde başarısız oldu ama o hala sinemanın efsanesi. Çünkü, beyaz bisiklet yakalı fanilayla ilk o çıktı ekrana, deri ceketiyle motosikleti üzerinde ‘asi gençliği’ hakkıyla ilk o oynadı. Yıllar geçti, çok az konuşsa da görüntüsü perdeyi öylesine dolduruyor, öylesine etkili duruyordu ki, mafya babasını oynadığı “The Godfather / Baba” filminden sonra hep “Baba” olarak anılmaya başlandı.

3 Nisan 1924 tarihinde ABD’de doğan Brando, birçok kişiye göre yüzyılın oyuncusu, Method yönteminin en iyi uygulayıcısı. Babası bir satıcı, annesi ise tiyatro oyuncusu olan Brando’nun çocukluğu özellikle babasıyla çatışma içinde geçti. Ancak annesi ve iki ablasını hep çok sevdi. Okul hayatı da sorunlu geçen genç Marlon, bir kaç okul dolaştıktan sonra askeri okuldan da atıldı. Belki de 1949 yılında henüz 25 yaşında annesinden etkilenmesiyle oyuncu olmayı düşündü.

1943’te New York’ta bir oyunculuk atölyesine yazıldı ve bir yıl burada çalıştı. Kendisini sinemada farklı bir yere getirecek olan Method yöntemini de burada hocası Stella Adler’den öğrendi. Moskova’da Stanislavsky’nin yanında bu metodu öğrenen Adler, ABD’ye döndüğünde Method yöntemini en iyi öğreten kişiydi. Buna göre aktörlerin oynadıkları her rolü, kendi duygu ve etkileşimleriyle zenginleştirmeleri gerekiyor.
             
SAHNEYLE TANIŞIYOR
Usta oyuncunun Broadway’le ilk tanışması 1944 yılında “Annemi Hatırlıyorum” oyunuyla oldu. Oyun 2 yıl perdelerini açtı. 1947 yılında Tennessee Williams’ın ünlü “Arzu Tramvayı” oyununda Stanley Kowalski rolünü aldı. Sert, haşin, sarhoş, cahil Kowalski’yi öylesine inandırıcı, aynı zamanda öylesine çekici oynadı ki, artık tüm tiyatro camiası onu konuşuyordu. 1950’den itibaren Hollywood’a adımını attı. İlk filmi “The Men” oldu. Bundan sonra oynadığı her film, sinema tarihinin en önemli filmleri arasında yer alacaktı. Sırasıyla “A Streetcar Named Desire” (1951), “Viva Zapata” (1952), “The Wild One” (1953), “On the Waterfront” (1954), “Guys and Dolls” (1955) filmlerini çevirdi. Elbette ödüller de bu başarıyı perçinleyecekti. 1952 yılında İngiliz Film Akademi ile Cannes Film Festivali’nde Viva Zapata’daki rolüyle En İyi Oyuncu ödüllerini aldı. 
 
1953 yılında yine İngilizler Julius Caesar rolüyle En İyi Oyuncu seçtiler Brando’yu. “On the Waterfront” 1954 yılında dünyada ödül bırakmadı: New York Film Eleştirmenleri, Altın Küre, İngiliz Film Akademisi, Cannes Film Festivali’nden ödülleri peş peşe topladı. Amerika için ödüllerin en büyüğü demek olan Oscar ise, 1955 yılında yine “Rıhtımlar Üzerinde / On the Waterfront” filmiyle geldi. Üstlendiği rolleri öylesine canlı, öylesine inandırıcı ve yeri geldiğinde öyle şiirsel oynuyordu ki, perdede görüldüğü anda diğer tüm oyuncuları siliyor, tüm hikayenin ortasına yerleşiyordu. 1950’li yıllarda Hollywood’daki oyunculuğu en çok etkileyen isimdi.
      
BİR İDOL
“The Wild One / Vahşi Hücum” filmindeki motosikletli, blucinli, deri montlu asi genç tiplemesinde tüm gençler kendilerini onda buldu. James Dean ile birlikte gençliğin idolu olmuştu. İki aktör aynı zamanda iyi birer arkadaştı. Bu dostlukları Dean’in ölümüne kadar sürdü. Sinemada hızlı ve sağlam adımlarla ilerleyen Brando, sanki oyunculuk için doğmuştu. Her na kadar “Oyunculuk boş ve yararsız bir meslektir” dese de sinemadan vazgeçmiyordu. Burjuva ahlâkına ve aşırı düzenli bir yaşama karşı başkaldırısını özel yaşamından filmlerine de gayet güzel taşıyordu.

Ancak 1955 yılından sonra çevirdiği filmler ilklerini aratır olmuştu. “The Teahouse of the August Moon / Çayhane”, “Sayanora”, bir Tennessee Williams filmi olan “The Fugutive Kind / Kaçak”, ilk ve son kez yönetmenliği denediği “One Eyed Jacks / Aşk ve İntikam” fazla başarılı bulunmadı. 1957 yılında aktrist Anna Kashfi ile evlendi. İkinci evliliğini ise 1960 yılında Meksikalı oyuncu Movita Castenada ile yaptı.      
      
AZINLIKLARIN YANINDA
Her zaman azınlıkların yanında yer alan Brando, bu konuda çalışan kurumlarda da yer aldı. 1961 yılında “Mutiny on the Bounty / Denizde İsyan” filminin çekiminde sette kan kusturdu. Yönetmen Carol Reed işi yarıda bıraktı. Senaryoya sürekli müdahale etmesi, huysuzluklar çıkarması çekimleri uzattıkça uzattı. Maliyeti giderek artan film, gişelerde de zarar etti. Filmin çekiminde bulunan herkes perişanken Brando Tahiti’de çok mutluydu. Burada Tahitili Tarita ile evlendi. Farklı ırklara ve halklara olan ilgisi daha sonraki yıllarda da sürecek;oyunlarında zencilere yeterince rol vermediği için Tennessee Williams’a kızacak, Kızılderililer’in hakları için epey mücadele edecek, Oscar’ı bile reddedecekti.

Aralarında Charlie Chaplin’in yönettiği “Hong Kong’lu Kontes” (1967) gibi komedi filmlerinde oynasa da bunlarda başarılı olamayacaktı. 60’lı yıllarda göze çarpan birkaç filminden biri olan ırkçılık karşıtı “The Chase / Kaçaklar” (1966) filminde bir star için o güne dek görülmemiş derecede dayak yiyecek; John Huston’un yönettiği “Reflections in a Golden Eye / Pırıltılı Gözler”de (1967) ise eşcinsel bir subayı canlandıracaktı. Ancak 1971 yılına kadar çevirdiği diğer filmler, hemen herkese “Brando efsanesi bitti” dedirtecek kadar başarısızdı. Oysa o sinemanın gelmiş geçmiş en iyi oyuncularındandı ve öyle kolay kolay sahneyi terk etmezdi.  
      
VE ‘BABA’ DOĞUYOR
1971 yılında Francis Ford Coppola’nın yöneteceği “The Godfather / Baba” filmindeki “Don Vito Carleone” rolü için adı geçti. Bu rolü kapmak için deneme filmi bile çevirdi! Ama rolü aldı. Birkaç kuşak yaşlandı, tipini değiştirdi ve filmin unutulmaz “Baba”sını yarattı. Bu unutulmaz filmle ikinci kez Oscar ödülü kazansa da ödülü almaya gitmedi. Yerine bir Kızılderili kadını göndererek Oscar’ı protesto eden bir metin okuttu. Belki Brando Oscarsız kaldı ama Kızılderili hakları savaşımında önemli bir adım atılmış oldu.  
 
Ardından Bertolucci’nin unutulmayan “Last Tango in Paris / Paris’te Son Tango” filmi geldi. Yaşlanmaya başlayan, ölüm saplantılı, bencil bir adamın kendinden çok genç bir kızla, sadece sekse dayalı ilişkisinin anlatıldığı filmde, inanılmaz bir performans sergiledi. Sanki, filmdeki Paul’ün korkularını asıl o yaşıyordu. İki oyuncunun cüretkâr aşk sahneleri, filmin Amerika’dan İtalya’ya denetimle başının derde girmesine neden oldu ama bu bir yandan filmin şöhretini pekiştirdi.

Yeniden oyunculuğun boş ve gereksiz olduğu yönünde demeçler vererek Tahiti yakınlarında satın aldığı adasına çekildi. Ancak para kazanması da gerekiyordu. 1978’deki “Superman” filmindeki kısacık rolü -10 dakika- için astronomik bir ücret talep etti, üstelik kabul da edildi. Böylece kısa süreli, konuk oyunculuklar kabul etmeye başladı. Savaş dramı“Apocalypse Now / Kıyamet”, “A Dry White Season / Kuru Beyaz Bir Mevsim”, “The Freshmen”, “The Discovery” kısa süreli göründüğü filmlerden bazılarıydı. Ancak, bu kısa rollerde bile usta aktör filmin ilgi odağı oluyor, tüm dikkatleri üzerine çekiyordu. Örneğin Kıyamet ve bu kez yardımcı dalda Oscar’a aday gösterildiği “Kuru Beyaz Bir Mevsim” gibi.

90’larda kesintili olarak sürdürdüğü sinema yaşantısı Johnny Depp ile rol aldığı “Don Juan de Marco” (1995), hasta ruhlu bir adamı canlandırdığı “The Island of Dr. Moreau / Doktor Moreau’nun Adası” (1996), “The Brave” (1997) gibi yapımlarla devam etti. 2000 yılı içerisinde Nobel ödüllü yazar Gabriel Garcia Marquez’in aynı adlı romanından uyarlanan “ Autumn of the Patriarch ” adlı filmde rol alan Brando, bir yıl sonra ünlü oyuncular Robert de Niro ve Edvard Norton ile birlikte “The Score / Komplo” filmiyle kamera karşısına geçti.

EFSANENİN HOLLYWOOD’U TERK EDİŞİ
Sinemanın “Baba”sı Brando, 2 Temmuz 2004’de, bir süredir tedavi gördüğü Los Angeles’taki bir hastanede hayata gözlerini kapadı. Ölüm nedeni bir süre gizli tutulan aktörün menajeri Jay Cantor, Marlon Brando’nun akciğer rahatsızlığı nedeniyle vefat ettiğini söyledi. Sinema dünyası da Marlon Brando’nun ölümünden dolayı yas tutuyor. Francis Ford Coppola, ‘Sadece onun gidişinin beni üzdüğünü söyleyeceğim’ dedi. James Garner de ‘Amerika, önde gelen film yıldızını kaybetti. O en iyisiydi ve çok da iyi bir arkadaştı’ diye konuştu. Sophia Loren, Brando için; ‘Onun gibi aktörler ölümsüz olmalı’ ifadesini kullanırken, Terence Stamp de ‘O çok zor bulunan bir elmastı’ şeklinde görüş bildirdi. Bernardo Bertolucci, Brando’nun ölümsüz hale geldiğini belirtirken efsaneyle ‘Rıhtımlar Üzerinde’ filminde rol alan Eva Marie Saint de ‘Onunla birlikte oynadığım sahneler benim için her zaman hazine değerinde. O en büyük aktörlerden biriydi’ değerlendirmesini yaptı.

BİLİNMEYEN GERÇEKLER
Brando, son günlerinde de eski hizmetçisi Christina Ruiz’in tehditleriyle bunaldı. Brando’nun 10 yaşındaki otistik çocuğu Timothy’ye bakması için aralarında anlaşma olduğunu savunan Ruiz, ünlü aktöre telefonlar açarak her ay kendisine 10 bin dolar ödemesine ilişkin anlaşma yaptıklarını, anlaşmaya uymaması halinde 100 milyon dolar tazminat istemiyle mahkemeye başvuracağını belirtiyordu. Ancak, Brando’nun beş parası yoktu. Borç batağı içindeki aktör, ailesi ve arkadaşlarına geçen yıl ölüme hazır olduğunu söylese de asla vazgeçmedi. Yaşadığı sağlık sorunlarına rağmen “Big Bug Man” adlı çizgi filmde para kazanmak uğruna seslendirme yapmaya karar verdi. Ancak, sinema efsanesinin ömrü bu projeyi gerçekleştirmeye yetmedi.

Marlon Brando, ölmeden birkaç ay önce, öldükten sonra yakılarak küllerinin adasının çevresine serpilmesini, cenazesinde ise yakın arkadaşı aktör Jack Nicholson’ın kendisini anlatmasını vasiyet etmişti. Yaşama borç batağı içinde veda eden Marlon Brando’nun haczedilmemesi için Oscar ödülünü sakladığı ortaya çıktı. Marlon Brando, hayatının son günlerini tek odalı bir bungalovda devlet yardımıyla geçirdi. Brando, servetini cinayet işleyen oğlunu hapisten kurtarmak için harcadı.”Big Bug Man” adlı filmde seslendirme yaparak para kazanmaya karar veren 80 yaşındaki oyuncu, son günlerinde de hizmetçisinin tehditleriyle bunalmıştı.
 
”Benim hayatımdaki en büyük sefalet, ünlü ve servet sahibi olmaktır. Eğer Hollywood’daysam bunun sebebi parayı geri çevirecek ahlaki cesaretimin olmaması”. Hollywood’un pırıltılı dünyasını sevmediğini bu sözlerle ifade eden dev aktör Marlon Brando’nun, borç batağı içinde hayata veda ettiği ortaya çıktı. Internetteki ”imdb” sitesinin haberine göre, Marlon Brando efsanesini kısa bir süre önce yayınlanan ”Brando in Twilight” adlı kitabında anlatan Patricia Ruiz, 80 yaşında yaşamını yitiren aktörle ilgili pek çok gerçeği burada kaleme aldı. Kitaba göre, tek odalı bir bungalovda devlet yardımıyla geçinen Brando, ”Rıhtımlar Üzerinde-On the Waterfront” filmiyle kazandığı Oscar ödülünü haczedilmemesi için saklıyordu.

ÖDÜLLERİNDEN BAZILARI  
1952: Cannes Film Festivali, en iyi aktör, Viva Zapata!
1952: British Film Academy Ödülü, en iyi yabancı aktör, Viva Zapata!
1953: British Film Academy Ödülü, en iyi yabancı aktör, Julius Caesar
1954: New York Film Critics Circle Ödülü, en iyi aktör, On the Waterfront
1954: Golden Globe, en iyi aktör, Drama, On the Waterfront
1954: British Film Academy Ödülü, en iyi yabancı aktör, On the Waterfront
1954: Oscar, en iyi erkek oyuncu, On the Waterfront
1954: Cannes Film Festivali, en iyi aktör, On the Waterfront
1955: Golden Globe, en iyi erkek oyuncu
1972: Oscar, en iyi aktör, The Godfather
1972: Golden Globe, en iyi erkek oyuncu
1973: Golden Globe, En iyi erkek oyuncu (Drama), The Godfather
1973: Golden Globe, En iyi erkek oyuncu
1973: National Society of Film Critics Ödülü, En iyi aktör, Last Tango in Paris
1973: New York Film Critics Circle Ödülü, En iyi aktör, Last Tango in Paris

Charlie Chaplin

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Amerikan yapımı sessiz filmlerde canlandırdığı acınacak halde, ama aynı zamanda komik küçük serseri (Şarlo/Charlot) karakteriyle dünya çapında ün kazandı. 1914’te oynadığı ilk filmini izleyen iki yıl içinde ABD’nin en tanınmış kişilerinden biri olmuş, 1920’lerin başlarına gelindiğinde filmlerinin sağladığı gelirlerin yüksekliği karşısında hiçbir istediği ücreti ödeyemez hale gelmiş, o da ancak yapımcılığını kendisinin üstlendiği filmlerde rol almıştır. 1920’lerin sonlarında sesli sinemaya geçilmesinden sonra yalnızca birkaç filmde görünmekle yetinmesine karşın, ilk dönem filmlerinin sinema klasikleri olarak değerlendirilmesi ve yeni izleyici kitlelerince de ilgi görmesi nedeniyle ününü hemen hiç yitirmemiştir. Uzun metrajlı büyük komedi filmleri arasında The Kid (1921;Yumurcak), The Gold Rush (1925;Altına Hücum), City Lights (1931;Şehir Işıkları), Modern Times (1936;Asri Zamanlar) ve The Great Dictator (1940;Şarlo Diktatör) sayılabilir.

İngiliz sinema oyuncusu ve yönetmeni Charlie Chaplin (asıl adı Charles Spencer Chaplin), 16 Nisan 1889’da İngiltere’nin başkenti Londra’da dünyaya geldi. 25 Aralık 1977’de İsviçre’de öldü. Her ikisi de müzikhol oyuncusu olan annesi Hannah ve babası Charles Chaplin’den, daha küçük yaşta şarkı söyleyip dans etmesini öğrenmişti. İlk kez sekiz yaşındayken, bir klog dansı gösterisi olan “Eight Lancashire Lads” (Sekiz Lancashire’lı Delikanlı) ile sahneye çıktı. Babasının bundan kısa bir süre sonra ölmesi, annesinin de sık sık akıl hastanesine girip çıkması yüzünden Chaplin’in çocukluk yılları, yatılı okul ve yetimhanelerde sıkıntıyla geçti. Bu dönemde bazen geçici sahne işleri buldu, bazen de sokaklarda yaşamak zorunda kaldı.

On yedi yaşındayken, üvey ağabeyi Sydney kendi çalıştığı ve çeşitli danslar, oyunlar, komedi programları sunan Fred Karno vodvil topluluğunda ona iş buldu. 1913’e değin Karno’yla çalışarak sayısız müzikhol skecinde oynayan Chaplin, o yıl filmlerde rol almak üzere Keystone’un tek makaralık slapstick filmleri yapımcısı Mack Sennett, Chaplin’i Karno turnesi sırasında New York’tayken fark etmişti. Chaplin Aralık 1913’te 150 dolar haftalıkla sinema yaşamına adım attı ve bir daha da sahneye dönmedi.

Chaplin, melon şapka, dar bir frak ceketi, bol pantolon, büyük ayakkabılar, bıyık ve bastondan oluşan ünlü görünümünü ikinci filmi olan Kid Auto Races at Venic’te (1914,Venedik’te Ufaklıklar Oto Yarışları) yarattı. Ama bu tipin özellikleri henüz tam anlamıyla oluşmamıştı. Bununla birlikte, haftada iki film gibi büyük bir hızla çevrilmesine karşın, Chaplin komedileri olağanüstü bir başarı sağlamıştı. Kısa bir süre sonra Chaplin’in kendi filmlerini yönetmesine izin verildi, ücreti de gitgide astronomik rakamlara ulaştı. 1915’te Essanay şirketinden haftada 1. 250 dolar, 1916’da Matual şirketinden haftada 10 bin dolar ve ayrıca sözleşme için 150 bin dolar, 1917’de de First National şirketinden sekiz film için 1 milyon dolar aldı. İki yıl sonra, dönemin önde gelen yıldızları Mary Pickford, Douglas Fairbanks ve ünlü yönetmen D. W. Griffith ile, her birinin kendi filmlerinin dağıtımını bağımsızca yürütmesi koşuluyla, United Artists’i kurdu. First National ile olan sözleşmesi The Pilgrim (1923;Şarlo Hacı) filmiyle sona erdikten sonra, 1966’da Universal için yaptığı A Countess from Hong Kong’a (Hong Kong’lu Kontes) değin filmlerini yalnızca kendi şirketi adına çekti.

Chaplin’in bu hızlı yükselişi bir ölçüde, filmlerinin pazarlamasında, konularından çok filmde oynayanların önemli olduğu yıldız sisteminin gelişmesinden kaynaklanıyordu. Aslında Pickford, Fairbanks ve başkalarıyla birlikte Chaplin’in perdedeki kişiliğinin halk tarafından büyük bir coşkuyla kabul görmesi de, bu sistemin yerleşmesinde oldukça etkili oldu. Chaplin The Tramp’te (1915;Şarlo Serseri), yarattığı küçük serseri tipini yalnızca eğlendirici değil, aynı zamanda sevimli de kılabilmek amacıyla, sempatikliğinin de altını çizmeye başladı. Kendi filmlerinin hem yıldızı, hem yönetmeni, hem de yazarı olduğu için, Şarlo karekterinin içerdiği anlamları irdelemek için eşsiz bir konumdaydı. Bir eleştirmenin “zenginlerin bakış açısından çizilmiş bir yoksul tipi” olarak tanımladığı, Chaplin’in “küçük adam” dediği Şarlo, Easy Street (1917;Şarlo Polis), Shoulder Arms (1918;Şarlo Asker), Yumurcak, Altına Hücum, Şehir Işıkları, Asri Zamanlar ve ilk sesli filmi olan Şarlo Diktatör gibi filmlerde gelişti. Chaplin’in kendi yaşamından çizgiler taşıyan Limelight’ta (1952;Sahne Işıkları) kısa da olsa, yeniden gözüktü.

Chaplin’in çok hareketli bir özel yaşamı oldu. Dört evliliğinin üçü filmlerinin başrol oyuncularıyla, 1918’de Lita Grey ve 1936’da Paulette Goddard’la gerçekleştirdi. 1943’te oyun yazarı Eugene O’Neill’in kızı Oona O’Neill’le evlendi. İlk iki boşanması ve 1944’te kendisine açılan babalık davası sansasyon yarattı. Chaplin 1942’de, savaşta Almanlara karşı ikinci bir cephe çağrısında bulunduğunda gene manşetlere çıktı. Siyasal tavrına yöneltilen saldırıda, hiçbir zaman ABD vatandaşlığına geçmemiş olmasının payı da vardır. Mavi Sakal öyküsünün iğneleyici bir uyarlaması olan Monsieur Verdoux (1947), pek çok çevrenin yanı sıra Amerikan ordusunu da oldukça sinirlendirdi. ABD hükümetinin vergi borcu için sıkıştırması, ayrıca bazı politikacı ve köşe yazarlarının yıkıcı etkinliklerle ilişkisi olduğunu ileri sürmeleri üzerine Chaplin 1952’de ülkeyi terk etti. Geri dönüş hakkının ABD Adalet Bakanlığı’nca soruşturulacağını öğrenince 1953’te Cenevre’de bu haktan vazgeçtiğini açıkladı.

Bundan sonra ailesiyle birlikte İsviçre’de Vevey yakınlarında Corsier-sur-Vevey’de yaşamaya başladı. 1957’de Londra’da yaptığı A King in New York (New York’ta Bir Kral), Amerika’ya Karşı Etkinlikleri Soruşturma Komitesi’ne, anlamsız televizyon reklamlarına ve Amerikan tarzı yaşamın başka yanlarına yönelik eleştirilerle dolu bir komediydi. Film, Chaplin’in özellikle reddettiği komünizm yanlılığı suçlamalarının artmasına yol açtı. 1966’da başrollerini Marlon Brando ve Sophia Loren’in oynadığı, kendisinin de hem senaryosunu yazdığı, hem de küçük bir rolde göründüğü A Countess from Hong Kong’u (Hong Konglu Kontes) çekti. 1972’de kendisine verilen özel Oscar ödülünü almak üzere ABD’ye gitti.

FİLMOGRAFİSİ
“Caught in a Cabaret” (1914 yarım düzine kadar oyunculuk yaptığı filmden sonraki ilk oynayıp yönettiği film), “Kid Auto Races in Venice” (Ünlü Şarlo kılığını ilk kez taşıdığı film), “Tillie’s Punctured Romance”, “The Tramp-Şarlo Serseri”, “Easy Street”, “The Immigrant-Şarlo Göçmen”, “A Dog’s Life-Köpek Hayatı”, “Shoulder Arms- Şarlo Asker”, “Sunnyside-Şarlorda Kırlarda”, “A Day’s Pleasure-Keyifli Bir Gün”, “Pay Day-Maaş Günü”, “The Kid-Yumurcak”, “The Pilgrim- Şarlo Kaçak”, “A Woman in Paris-Paris’li Kadın”, “Gold Rush-Altına Hücum”, “The Circus-Sirk”, “City Lights-Şehir Işıkları”, “Modern Times-Modern Zamanlar”, “The Great Dictator-Büyük Diktatör”, “Monsier Verdoux”, “Limelight-Sahne Işıkları”, “A King in New York-New York’ta Bir Kral”, “A Countess from Hong Kong-Hong Kong’lu Kontes”.

Ayhan Işık

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

1929 yılında İzmir’de doğan Ayhan Işık, 1953’te Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü’nden mezun oldu. Sinemaya geçmeden önce grafiker olarak çalışan sanatçı, çeşitli dergilere kapak resimleri yaptı. Grafikerlikten sinemaya 1951’de Yıldız Dergisi ve İstanbul Film’in açtığı yarışmayı kazanarak geçiş yaptı. Aynı yıl “Yavuz Sultan Selim ve Yeniçeri Hasan” filmiyle ilk kez beyazperdede gözüktü. İkinci filmi “Kanun Namına” ile oyunculuktaki yeteneğini kanıtlayarak üne kavuştu. 1959 yılında Amerika’ya gitti ve sinema konusunda incelemelerde bulundu. Türkiye’ye döndükten sonra yeni filmler çevirerek ününü sürdürdü. 1972’de film yıldızlarının sahneye çıkma modasına uyarak, Klâsik Türk Müziği dalında solistlik yaptı.

Oyunculuğunun yanı sıra yapımcılık yapmaya da başlayan Işık, bir süre sonra da oyuncu ve yönetmen olarak “Örgüt” filmini çekti ve bu arada TV’de bazı reklam filmlerinde rol aldı. Türk sinemasının belki de en büyük oyuncularından biri olan Ayhan Işık, ikinci filminden sonra fiziği ve yeteneği ile dikkatleri çekerek, ölene kadar çevirdiği bütün filmlerde hep başrol oynadı. “Kral” ünvanını alan Işık, ününü en uzun süre koruyan ilk oyuncu oldu. Işık; 1954’te Türk Film Festivali’nde, 1962’de Ses, 1965’te Artist ve daha bir çok yayın organının düzenlediği yarışmalarda “en başarılı erkek oyuncu” seçildi. Ayhan Işık, 1979’da beyin kanaması sonucu hayata veda etti.

Kemal Sunal

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

1944 yılında Malatya’nın Doğanyol ilçesinde doğdu. Vefa Lisesi’nden mezun oldu. Sanat hayatı, “Zoraki Takip” adlı tiyatro oyunuyla başladı. 1 yıl kadar Kenterler Tiyatrosu’nda çalıştıktan sonra Devekuşu Kabare Tiyatrosu’nda görev aldı. 1973 yılında Ertem Eğilmez’in yönettiği bir filmle sinemaya transfer oldu ve kalabalık kadrolu filmlerde rol almaya başladı.

Türk sinemasında başta ”İnek Şaban” tiplemesi olmak üzere canlandırdığı pek çok tiple sevenlerinin kalbinde taht kuran Kemal Sunal, 7’den 70’e herkesin sevgisini kazandı. 1944 yılında İstanbul’da doğan Kemal Sunal, Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni bitirdi. Sanat yaşamına amatör olarak ”Zoraki Tabib” oyunu ile atılan Sunal, bir süre Ulvi Uraz ve Devekuşu Kabare Tiyatrosu’nda çalıştı. Daha sonra sinemaya geçerek, önceleri bazı filmlerde önemsiz roller canlandıran Kemal Sunal, 1973’den sonra kalabalık kadrolu komedi filmleri ile üne kavuştu.

Türk sinemasının en büyük komedyenlerinden biri olan Sunal, peşpeşe çevirdiği filmlerle ticari açıdan büyük başarı kazandı. 1977’de Antalya Film Festivali’nde ”En başarılı erkek oyuncu” ödülünü alan Sunal, oyunculuğu ve özellikle değişik tiplemesiyle Türk sinemasında komedi oyunculuğuna yeni bir soluk getirdi. 1974 yılında evlendi. Ali ve Ezo adlarında, biri kız diğeri erkek iki çocuğu oldu. 1990’lı yıllardan itibaren filmleri kesintisiz olarak televizyonlarda yayınlanmaya başladı; ama kendisi bu gösterimlerden hiç para kazanmadı.

12 Eylül öncesi dönemde yarım bıraktığı üniversiteyi, Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi, Radyo Televizyon ve Sinema Bölümünü’nü 1995 yılında bitirdi ve master yapmaya başladı. Onu unutmamız mümkün değil! Hayatı boyunca toplam 82 filmde rol aldı. 3 Temmuz 2000 tarihinde öldü.

Russell Crowe

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Bir Avustralya yapımı olan ” Blood Oath ” ( 1990 ) adlı filmle sinema dünyasına atılan Russel Crowe bu tarihten itibaren 20’nin üzerinde filmde irili ufaklı roller aldı. Yeteneğinin gerçek anlamda keşfedilmesi ise 1997 yapımı ” L.A. Confidential ” filmiyle gerçekleşti. Gösterdiği performans ile En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu dalında Oscar’ın sahibi olan Kim Basinger ile ” American Beauty ” ( Amerikan Güzeli ) ile 2000 yılının En İyi Erkek Oyuncu Oscar’ını kazanan Kevin Spacey’nin yer aldığı filmde 1950’lerin polis teşkilatının kirli yüzünü anlatılıyordu. Filmde, teşkilat içerisinde dönen entrikalara karşı mücadele eden dürüst polisi canlandıran Crowe, başarılı oyunculuğu ile filmi sırtlayanlar arasında gösterildi.

Karizmatik ve yoğun oyunculuğu ile çok farklı duyguları geniş bir perspektifte içten bir şekilde sunmayı başaran aktör, son yıllarda başiarılı filmlere imza atarak kısa zamanda Hollywood yıldızlarının arasına girdi. Rol aldığı hareketli ve şiddet içerikli filmlerde kötü adamları canlandıran Crowe, özellikle masum ve sıcak bakışlarıyla karakterin insancıl doğasını yansıtabilmesi anlamında Sean Penn, Daniel Day Lewis ve Edward Norton gibi yeteneklere benzetiliyor.

1992 yılında rol aldığı ” Proof ” filmiyle En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dalında Avustralya Film Enstitüsü Ödülü’nün sahibi olan Russel Crowe, bir sonraki sene ” Romper Stomper ” ile aynı enstitüden bu sefer En İyi Erkek Oyuncu ödülünü aldı. Sadist bir Nazi liderini canlandırdığı filmdeki olağanüstü performansı ile bir anda dikkatleri üzerinde toplayan aktör, 1994 yapımı ” The Sum of Us ” filminde utangaç, şirin bir homosexüel genci canlandırdı.

Sharon Stone’un yer aldığı ” The Quick and the Dead ” filmiyle Hollywood sinemasında adını duyurmaya başlayan Russel Crowe, 1995 yılında Denzel Washington ile başrollerini paylaştığı ” Virtuosity ” ile çıkışını sürdürdü.

Filmlerde canlandırdığı kötü adam tiplemelerinden çok da farklı bir karakteri olmadığını iddia eden aktör, özellikle kaba, uzlaşmaz ve soğuk tavırlarıyla beklenilenin aksine oldukça beğeni topluyor. Sert bir mizacı olduğunu her fırsatta dile getiren Russel Crowe, bu yönüyle oynadığı karakterleri canlandırmakta fazla zorlanmadığını vurguluyor Klasik Hollywood filmlerinde oynamak taraftarı olmadığını belirten oyuncu, özellikle deneyimli karakter oyuncuları ile çalışmaktan büyük zevk aldığını söylüyor. 1992 yılında Anthony Hopkins ile birlikte rol aldığı ” The Efficiency Expert ” bunlardan biri. Yetenekli aktörlerin yanı sıra güzel yıldızların yanında da oynama fırsatı bulan Crowe, Bridget Fonda ile ” Rough Magic “, Kim Basinger ile ” L.A.Confidiential ” ve Salma Hayek ile de ” Breaking Up ” gibi filmlerde yer aldı.

Hollywood dünyasında arkadaş olarak Tom Cruise ve Nicole Kidman çiftinin kendisine yakın olduğunu belirten Russel Crowe, her ne kadar giderek yıldızı yükselse de Hollywood’da kalıcı olmak istemediğini ve ilerde Avustralya’daki çiftliğini onarmak gibi projelerinin olduğunu söylüyor.

1999 yılına ” The Insider ” ile birlikte giren Russel Crowe, aynı yılı içerisinde üç filmde birden yer aldı: Yönetmenliğini Ridley Scott’un yaptığı ” Gladiator ” ile ” Yaşam Kanıtı ” ( Proof of Life ) ve ” Flora Plum “.

Bunlardan ” Gladyatör ” ile 2001 Oscar’larında ” En İyi Erkek Oyuncu ” dalı adayı olan Crowe, rakipleri Geoffrey Rush, Ed Harris, Tom Hanks ve Javier Bardem’i geride bırakarak Oscar heykelciğinin sahibi oldu.

Russell Crowe, 2001 yılında gösterime giren, “A Beautiful Mind” (Akıl Oyunları) filminde, Amerikalı ünlü matematikçi John Nash’in hayatını canlandırdı. 

Nicolas Cage

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Nicolas Cage, Nicolas Coppola adıyla Losangeles’de, edebiyat öğretmeni August Coppola ve dansçı Joy Vogelsang’ın olğlu olarak 1964’de dünyaya geldi. Los Angeles’in kenar mahallerinden birinde dünyaya gelen Cage, özellikle sürekli, depresyon geçiren annesinin ilgisizliğinden kaynaklanan kötü aile koşulları içerisinde büyüdü. Okuldan nefret ederek bir an evvel okulu bitiren aktör, ilk olarak kısa dönem TV dizilerinde oynadı. 1982 yapımı “Fast Times at Ridgemont High” filminde küçük bir rol alan Cage böylece sinemaya ilk adımını atmış oldu.

Esas ismi Nicolas Coppola olan ve ünlü yönetmen Francis Ford Coppola’nin yiğeni olan Cage, amcasının “Rumble Fish” (Siyam Balığı) (1983) adlı filminde rol aldı. Aynı yıl kendisini yıldızlığa yükselten filmi “Valley Girl“de oynayan aktör, yine yönetmenliğini amcası Coppola’nın yaptığı ve başrolünde Kathleen Turner’ın da yer aldığı “Peggy Sue Got Married (Peggy Sue Evlendi)” adlı filmde rol aldı.

Deneysel performansları tercih eden yetenekli oyuncu, stüdyo filmlerinden, medyatik gösterilerden ve Hollywood eleştirmenlerinden kaçmayı hep başardı. Cher ile birlikte rol aldığı Norman Jewison’un “Moonstruck (Ay çarpması)” (1987) adlı dönemin aşk filmlerine yeni bir soluk getiren filmde oynadı.

Bu filmdeki performansı ile Coen Kardeşlerin dikkatini çeken Cage, yönetmenlerin “Raising Arizona” adlı filminde yer aldı. Bu iki filmle giderek ünlenen aktör, 1990 yapımı ” Vampire’s Kiss (Vampir Öpücüğü)” ve 1992 yapımı “Honeymoon in Vegas (Vegas’ta balayı)” adlı filmlerle çıkışını sürdürdü.

Artık film başına 4 milyon dolar gibi yüksek rakamlar alabilen bir oyuncu haline gelen Cage, Mike Figgis’in bağımsız yapımı “Leaving Las Vegas (Elveda Vegas)” (1995) da düşük bir ücretle görev aldı. İntihar etmeye karar veren bir alkoliği canlandırdığı filmle En İyi Erkek Oyuncu dalında Oscar Ödülü’nün sahibi oldu.

Daha sonraki senelerde genellikle aksiyon filmlerinde izlediğimiz aktör, Sean Connery ile başrolü paylaştığı “The Rock (Kaya)”, mahkumlarca kaçırılan bir uçağın içerisinde azılı katillerle mücadele eden kahraman eski polisi canlandırdığı “Con Air“, John Woo’nun yönetmenliğini üstlendiği ve başrollerinde John Travolta’nın yer aldığı “Face/Off(Yüzüze)“ta rol aldı.

Meg Ryan’ın da rol aldığı romantik bir film olan ve ünlü Alman yönetmen Wim Wenders’in “Wing of Desire” adlı filminden esinlenen “City of Angels (Melekler Şehri)” ile tarzını değiştiren Nicolas Cage, “Snake Eyes (Yılan Gözler)” filmiyle aksiyon filmlerine dönüş yaptı. “Nosferatu” adlı sessiz korku filminin yapılışını konu alan “Shadow of the Vampire” ile yapımcılığa yönelen Cage, 2000 yapımı “Gone in 60 Seconds” için 20 milyon dolar aldı.

Aktör, aynı yıl içinde çekilen “Aile Babası” isimli filmde, yoğun bir iş yaşamı ile güzel, huzurlu bir yuva arasında seçim yapmak zorunda kalan Jack Campbell karakterini canlandırdı.

Clint Eastwood

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Asıl adı Clinton Eastwood’tur. 1930 yılında San Fransisco’da doğdu. Okul hayatı çok hareketli geçti. Liseden sonra güç gerektiren işlerde çalışan Eastwood 1955’lerde Hollywood’a geldi.

Oyunculuğa televizyondaki western filmleriyle başladı. Bu filmler Clint Eastwood’un piyasada kabul görmesini sağladı.Kariyeri boyunca oyunculuğun yanı sıra yapımcı ve yönetmen yönleriyle de ön plana çıkan aktör, uzun boylu, sessiz ve kaba kovboy tiplemesiyle 1960’lı yılların sinemasında bir ikon haline geldi.

Kendisine ait Malpaso adlı yapım şirketiyle orta bütçeli yapımlara imza atan Eastwood, kanlı ticari filmlerden tutun da, kişisel ve duygu yüklü filmlere kadar pek çok yapımda yer aldı.

Televizyonda edindiği tecrübeyle birlikte oyunculuğunda minimalist bir üslup yakalayan Eastwood, Avrupa’ya geçti ve spagetti western türünün unutulmaz yönetmeni Sergio Leone’nin spagetti üçlüsünde oynadı. 1964 yılında “ A Fistful of Dollars (Bir avuç dolar) ile “ herkes ya zengin olur ya da ölür ” temasından yola çıkarak kanlı kovboy filmleri serisine başlayan aktör, başı boş gezen ve acımasız Amerikalı kovboy portresiyle dünyaca üne kavuştu. İki yıl sonra “ For A Few Dollars More (Bir kaç dolar için) ve efsane “ The Good, The Bad, and The Ugly (İyi, Kötü, Çirkin) filmlerinde oynayan aktör, klasik revizyonist western türünün klasiklerine imza attı. Ülkesine geri döndükten sonra 1968 yılında “ Coogan’s Bluff ”da canlandırdığı akıllı şehirli kovboy tiplemesiyle, filmin yönetmen Don Siegel ile uzun bir iş arkadaşlığına ilk adımını attı.

Siegel’in 1971 yapımı “ Dirty Harry (Kirli Harry) adlı filminde canlandırdığı “ Kirli ” Harry Callahan adlı polis karakteriyle ikinci bir efsane daha yaratan aktör, bu ölümsüz ve kural tanımaz polis karakterini 1983 yapımı “ Sudden Impact ” adlı filmde tekrarladı. Kirly Harry’nin yönetmeni Siegal Eastvood hakkında şunları söyleyecekti:” Kendi imajının ne denli iyi olduğunun bu kadar bilmeyen bir adamla çalışmadım.”

Adil erkek portreleri çizmeye devam eden aktör, aksiyon filmlerinin yanı sıra “ Every Which Way But Loose ” ve “ Any Way You Can ” gibi popüler komedi filmlerinde rol aldı.

1980’lerle birlikte sinema endüstrisindeki albenisini kaybetmeye başlayan aktör, 1988 yılında “ The Dead Pool ” ile beşinci kez Kirli Harry karakterini oynadı. Ardından “ The Rookie ” ve “ White Hunter, Black Heart ” gibi başarısız yapımlarda yer alan aktör, oldukça ilginç bulunan “ The African Queen ” adlı yarı kurgusal bir filmde yer aldı. 1992 yılında başrolünde kendisinin yanı sıra Morgan Freeman’ın da yer aldığı “ Unforgiven ”ın yönetmenliğini üstlenen Eastwood, o dönem En İyi Film ve En İyi Yönetmen dallarında Oscar kazandı. Aktörün daha önce birlikte çalıştığı Don Siegel ve Sergio Leone gibi usta yönetmenlere ithaf ettiği film, 100 milyon dolar gibi yüksek bir gişe hasılatı elde etti.

1993 yılında “ In the Line of Fire (Ateş Hattında) adlı filmde Gizli Servis görevlisini canlandıran aktör, usta bir katili canlandıran John Malkovick ile çok muhteşem bir oyunculuk sergiledi. Yönetmenliğini ünlü Alam yönetmen Wolfgang Petersen’in üstlendiği film, birkaç ay içerisinde 100 milyon mark gibi bir hasılat yakalayarak aktörün son dönemdeki ikinci büyük ticari başarısı oldu. 1993 yılında “ A Perfect World ” adlı filmin yönetmenliğini üstlenen Eastwood, bir kanun kaçağıyla, onun kaçırdığı küçük çocuk arasındaki duygusal ilişkiyi ele aldı. Aktör, filmde Kevin Costner’ın canlandırdığı kanun kaçağını yakalamaya çalışan bir polisi canlandırdı.

Bu filmin ardından pek çok orta düzeyli filmde rol alan aktör, yönetmenliğini yaptığı “ Midnight in the Garden of Good and Evil (İyi ile Kötünün Bahçesinde Geceyarısı) ” ile dikkatleri üzerine çekti. John Berendt’in gerçek bir olayı ele alan aynı adlı kitabından uyarlanan film, Savannah’da yaşanan bir cinayet davasını konu alıyordu. Eastwood, 1999 yılında insanı son ana kadar şüphede bırakan gerilim filmi “ True Crime ”ın yönetmenliğinin yanı sıra yapımcılığını da üstlendi.

Edvard Norton

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Avukat bir baba ve öğretmen bir annenin çocuğu olarak 18 Ağustos 1969’da ABD’de doğan başarılı aktörün çocukluğu Columbia’da geçti. Daha sonra 1991 yılında, astronomi bölümünde başladığı Yale Üniversitesi’nden Tarih konusunda ihtisas yaparak mezun oldu. Çocukluğunda birkaç tiyatro oyununda rol alan genç oyuncu, liseden sonraki öğrencilik yıllarında da okuduğu üniversitenin yapımı olan birçok tiyatro oyununda görev aldı.

Tiyatrodan sonra sinemaya adımını atan Norton, ilk olarak 1996 yapımı psikolojik drama filmi olan “Primal Fear”da Richard Gere’le birlikte rol aldı. Filmde canlandırdığı çift karakterli katil rolü ile en iyi erkek oyuncu dalında Altın küre Ödülü’nü kazandı. Ardından Woody Allen’ın yönetmenliğini yaptığı “Everyone Says I Love You” adlı komedi filminde Drew Barrymore’un nazik nişanlısını canlandırdı. 1997 yılında başarılı sanatçının annesi Robin Norton, beyin kanserinden hayatını kaybetti. Zirve basamaklarını hızlı adımlarla çıkan başarılı aktör, “The People vs. Larry Flynt” filminde azimli bir ceza avukatını canlandırdı ve filmdeki performansıyla tüm dikkatleri üzerine çekti.

1998 yılında tekrar sinema severlerin karşına çıkan ünlü aktör, “Rounders” adlı kumar gerçeğini gözler önüne seren drama filminde, Matt Damon’un “Solucan” lakaplı arkadaşını canlandırdı. Yine aynı yıl Amerika’daki ırkçılığı konu alan “American History X” filmi ile izleyicilerin karşısına geçti. Bu filmdeki performansıyla da Oscar adaylığını elde etti.

1999 yılında ise Brad Pitt ve Helena Bonham Carter ile birlikte “ Fight Club ”da rol alan Norton, modern şehir hayatında yabancılaşmış, bireyin kendi iç hesaplaşmasını karakterize eden bir rol üstlendi. “Saving Private Ryan”daki (Er Ryan’ı Kurtarma) Matt Damon’un oynadığı Er Ryan rolü ilk önce Norton’a teklif edildi fakat Norton bu filmde oynamayı reddetti.

2000 yılına gelince oyunculuktan sonra yönetmenliğe de adım atan başarılı sanatçı, “Keeping the Faith” filminin yönetmenliğini üstlendi ve filmde aynı zamanda en yakın arkadaşıyla aynı kadına aşık olan papazı canlandırdı. 2001 yılında ise Robert de Niro, Marlon Brando ve Angela Bassett gibi ünlü isimlerle beraber rol aldığı “The Score” filminde, saldırgan ve yetenekli olan genç bir hırsızı canlandırdı.

Belgin Doruk

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Türk Sineması’nın “Küçük Hanımefendisi” olarak bilinen Belgin Doruk, 1936 yılında Ankara’da doğdu. 1952’de ortaokul son sınıfta iken Yıldız Dergisi ve İstanbul Film’in açtığı yarışmayı Ayhan Işık ve Mahir Özerdem ile birlikte kazanarak sinemaya geçti ve ilk filmi olan “Çakırcalı’nın Definesi”ni çevirdi. 1953 yılında yapılan güzellik yarışmasında Türkiye 2. Güzeli seçildi. Türk sinemasının belirli bir döneminde en çok film çeviren ve en çok sevilen oyuncu oldu. Zeki Müren’le birçok filmde başrol oynadı (1959’da Kırık Plak, 1961’de Hep O Şarkı, 1962’de Bahçevan, 1963’de İstanbul Kaldırımları, 1964’de Hayat Bazen Tatlıdır). 1964 yılında Orhan Elmas’ın yönettiği “Duvarların Ötesi” adlı filmde Tanju Gürsu ile başrolü paylaştı. Ayhan Işık ile iyi bir ikili oluşturdu ve birlikte çevirdikleri “Küçük Hanım” serisi çok tutuldu. Sanatçı, çoğunlukla melodramların ya da duygusal güldürülerin değişmez oyuncusu oldu.

Sinemada ilk çıkışını, “Yeşil Köşkün Lambası” filmiyle yaptı. Yönetmen Faruk Kenç ile evlenip boşandı, daha sonra yapımcıÖzdemir Birsel ile evlendi. 1970 yılında yapılan 2. Adana Film Festivali’nde Yuvanın Bekçileri filmiyle En İyi Kadın Oyuncu ödülünü aldı.1975’ten sonra sinemadan ayrılan sanatçı, 26 Mart 1995 yılında İstanbul’da öldü.

Anthony Quinn

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

PERDENİN ZORBA’sı, bir tür ilkel toprak ve doğa adamının en görkemli sinemasal yansıması… Köylüden ihtilalciye, ressamdan büyücüye, boksörden boğa güreşçisine, gangsterden kovboya her rolü kendi kişiliğini katarak oynayabilen, aynı kolaylıkla Onassis, Notre Dame’ın kamburu, Gauguin, Papa veya Hazret-i Hamza olabilen ve 60 yıllık mesleğine 100 film sığdıran büyük oyuncu…

Meksika’da Chiuhaha kasabasında doğduğu kesin… Annesinin Meksikalı, babasının

İrlandalı olduğu da… Ancak mesleklere gelince çelişkili bilgiler var. Annesinin Pancho Villa’nın yanında savaşmış sert bir kadın, bir `soldadera’ olduğu söylenir. Babası ise bir söylentiye göre bir kameraman, bir diğerine göreyse mevsimlik işçi olarak işe başlayıp sonradan Hollywood’un ilk günlerinde bir hayvanat bahçesi kuran bir serüvencidir. Karmaşık kökenleri ve Latin/Anglo-Sakson karışımı kanı, onun ilerde hemen her ırktan ve kökenden kişilikleri rahatlıkla oynamasını sağlayacaktır. Quinn, gerçek ve eksiksiz bir dünya vatandaşıdır.

İlk gençliğinde boğa güreşine merak sarar, arenaya çıkar. Sonra 1936’da sinemaya adım atar. İlk filmlerindeki çok küçük rollerini, zaman içinde büyük rollere çevirir!… Ama bu Meksikalı, kızılderili veya gangster rolleri, ona şöhretin yolunu açacak gibi değildir. O yıllardaki asıl başarısı, 1936’da The Plainsman -Ovalar Kaplanı, iki yıl sonra The Buccaneer – Korsan, ertesi yıl da Union Pasific- Pasifik Ekspresi filmlerinde rol aldığı ünlü yönetmen Cecil B. de Mille’in evlat edindiği kızı Katharine de Mille’in kalbini çalarak onunla evlenmesidir. Ama bu bile, 1930’ların sonlarında Quinn’e bekledigi ünü getirmeyecektir.

Savaş yıllarında Paramount’tan ayrılıp Warner Bros ve FOX’la çalışır. Rollerinin önemi çok yavaş biçimde artmaktadır. Sert, giderek çirkin fiziğinin ardında saklı o müthiş dinamizmi henüz bilinmediği için, yönetmenler ona önemli rolleri lâyık görmezler. Blood and Sand – Kanlı Meydan, They Died with their Boots On – Sayılı Kahramanlar, The Oxbow İncident- Oxbow Olayı, Buffalo Bill gibi filmlerde hep asıl kahramanın yanıbaşındaki adam veya adamlardan biridir. Sayılı Kahramanlar’da kızılderili şef Crazy Horse veya Bataan’a Dönüş’teki Filipinli savaşçı rollerine aynı inandırıcılığı katabilmektedir.

Sinemadan beklediğini bulamayan Quinn, Broadway’e yönelir, orda “İhtiras Tramvayı” oyununda Marlon Brando’nun yerini alarak eşit düzeyde başarı kazanır. 1951’de üç yıllık bir ayrılıktan sonra Hollywood’a döndüğünde şansı artmış gibidir. Robert Rossen ın şaşırtıcı boğa güreşi filmi The Brave Bulls – Kanlı Kılıç’ta başarı kazanır. Hemen ardından, Meksika kökenlerini hatırlayan Elia Kazan tarafından Viva Zapata’da Marlon Brando/Zapata’nın kardeşini oynamak için seçilir. İki oyuncu da Oscar adayı olarak, Broadway’deki rekabetlerini sürdürürler. (Zaten sette de pek anlaşamadıkları hem Kazan’ın, hem de Brando’nun anılarında yazlıdır.)

Bu ilk raundu Quinn kazanır, yardımcı oyuncu olarak heykelciği kucaklar. Dört yıl sonra da Minnelli’nin Lust for Life – Ölmeyen İnsanlar’ındaki Gauguin rolüyle ikinci yardımcı oyuncu Oscar’ını alacaktır. Ancak Brando, sonraları iki baş oyuncu Oscar’ıyla elbette bu yarışı önde bitirir.

İlk Oscar’ı Quinn’in şansını artırır. Art arda Ride Wayuero – İki Aşk Arasında, Blowing Wild – Müthiş Mücadele gibi gösterişli western’lerde Robert Taylor, Ava Gardner, Gary Cooper, Barbara Stanwyck gibi starlarla ve eşit düzeyde rollerde oynar. Avrupa sinemasının ilgisini çeker. Fellini’nin ilk büyük filmi La-Strada -Sonsuz Sokaklar’da nefes kesici bir Zampano olur. Küçücük, bebek kadın Gelsomina’ya tutulan gezginci, dev gösteri adamı… İtalya’da çevrilen bir Hun İmparatoru Attila’da Attila olur, uluslararası yapım Ulysses – Kral Ülis’in Maceraları’nda ise kralın en yakın arkadaşı…

Fransız yapımı bir Notre Dame’ ın Kamburu’nda Gina Lollobrigida’nın oynadığı Esmeralda’ya vurulan kambur Quasimodo olur. Yeniden Hollywood’a dönüp Lust for Life – Ölmeyen İnsanlar’la ikinci Oscar’ını alır. O artık büyük bir yıldız ve uluslararası bir stardır…

Quinn bundan sonra, o ünlü etnik portreler galerisini açar. Wild is the Wind – Vahşi Aşk’ta Anna Magnani, Hot Spell’de Shirley Booth, Black Orchid – Siyah Orkide’de Sophia Loren’in karşısında hep İtalyan kökenlileri oynar. Last Train from Gun Hill – Kan Davasının Sonu, Warlock – Korkunç Mücadele; Hellen in Pink Tights- Korkunç Kumpanya gibi klâsikleşen western’lerde, bu türün kalıplarını aşan incelikli kişilikler çizer. Kayınpederi De Mille’in hastalanması üzerine onun başladığı The Buccaneer – Karsan filmini (ikinci çevrim) yönetmen olarak tamamlar. (Bu alandaki tek denemesi.) 1960’larda, Nicholas Ray’in The Savage İnnocents-Vahşi Masumlar’ında Eskimo olur!…

Arabistanlı Lawrence’in Bedevi şeyhi, Barabbas’ın Barabbas’ı, Zorba the Greek – Zorba’nın Yunanlı ermiş Zorba’sı hep odur. Cacoyannis’in filminde bu ünlü Nikos Kazancakis kahramanına, yaşam sevgisi, Akdeniz felsefesi, sirtaki adımları ve uzo tutkusuyla karışık müthiş bir canlılık getirir ve son Oscar adaylığını kazanır. Bu rol onun sağduyulu, ayakları yere basan, ama aynı ölçüde hülyalı ve duygusal toprak adamları kimliğinin zirvesidir. Artık daha öteye gitmesi nerdeyse olanaksızdır.

Nitekim gidemez de… Ama hep dener. Daha iyisini değilse de farklısını, özgün ve yeni olanını yapmak için uğraşır. The Guns of Navarone – Navaron’un Topları, Lost Command-Zafer Yolları, The Twenty Fifth Hour- Yirmibeşinci Saat, The Rover-Maceralar Beldesi, The Magus-Büyücü, The Marseilles Contrad -Ölüm Anlaşması gibi uluslararası yapımlarda oynar. İsviçreli yazar Frederich Durrenmatt’tan uyarlanan The Visit-Ziyaret’te (1963) eşlik ettiği İngrid Bergman’ı beş yıl sonra A Walk in the Spring Rain – Bahar Yağmuru’nda yeniden bulur.

Anna Magnani ile yeniden karşılaşması ise Stanley Kramer’ın The Secret of Santa Vittoria – Kasabanın Sırrı’nda gerçekleşir. Baba’nın açtığı furyada, The Don is Dead – Baba Öldü’de kendi Corleone’sini yaratırken, The Shoes of the Fisherman’da Papa, The Message – Çağrı’da Hazreti-i Muhammed’in dava ve inanç dostu Hamza, The Greek Tycon -Akdenizli’de armatör Onassis olur.

70’lerdeki filmleri gösterişli, ama koftur. 80’lerde ise hep eski başarılarını yineler gibidir. Lion of the Desert – Çöl Aslanı, Çağrı’nın başarısını yinelemek isteyen Mustafa Akkad’ın kotardığı bir İslam usulü üstün yapım, The Richest Man in the World, yine Onassis’i oynadığı bir TV dizisidir. 90’lara ise The Revenge-İntikam, Ghosts Can’t Do It – Hayaletler Beceremez gibi gerçek facialarla girer. Acaba en küçük bir seçme duygusu kalmamışçasına bunamış mıdır? Üç eşinden olan toplam sekiz çocuğuna bakmak için paraya bu derece gereksinmesi mi vardır? Yoksa hep hayalini kurduğu (ve sonunda gerçekleştiremediği) bir Picasso’nun hayatı projesi için sermaye mi toplamaya çalışmaktadır?

Ancak Quinn, tükenmiş değildir. Nitekim son yıllarda kimi genç ve özgün yönetmenlerin filmlerinde küçük, ama çarpıcı roller almayı ve bu filmlere değer katmayı sürdürür. Spike Lee’nin Jungle Fever, John McTiernan’ın The Last Action Hero – Son Muhtefem Kahraman, Alexander Rockwell’in Somebody to Love -Sevecek Biri ya da Alfonso Arau’nun A Walk in the Clouds – Bulutlarda Yürüyüş filmleri gibi… 1980’lerin ortalarında yeniden Broadway’e dönmüş ve yıllar sonra Zorba karakterini sahnede canlandırmıştır. Bir aralar plâk dolduran ve “I Love You, You Love Me’ adlı parçasını listelere sokan da odur.

O, sinemadaki 60 yılı aşan çabasından henüz yorulmamış, enerjisini 85’e yaklaşan yaşına rağmen tüketmemiş bir sinema adamı, doğuştan bir oyuncu, mesleğini sonuna dek götürecek bir profesyoneldir. Bir zamanlar “benim sadece kızılderili oynayabileceğimi sanıyorlar,” diye tepki gösteren genç ve öfkeli aktör, artık bir dünya oyuncusuna ve bir beyazperde efsanesine dönüşmüştür. İslamiyet’in doğuşunu anlatan “Çağrı” filminde Hz. Hamza rolünü oynayan Quinn, Türk izleyicilerin gönlünde taht kurmuştu. Özyaşamını daha 1972’de, “The Original Sin-İlk Günah” adıyla yayınlayan Quinn’in günümüzde bu kitabı yeniden ele alıp birçok bölüm eklemesi gerekecektir!…

02 Haziran 2001 tarihinde ABD’nin Boston kentindeki bir hastanede tedavi gören Quinn solunum yetersizliğinden hayatını kaybetti. 86 yaşında hayata gözlerini yuman Athony Quinn ile ilgili tedavi gördüğü Brigham and Women’s Hastanesi’nde ayrıntılı açıklama yapılmadı. Bir hastane yetkilisi sadece Quinn’in 09:30’da öldüğünü belirtmekle yetindi. Bir süredir hastanede tedavi gören ünlü aktörün yakın arkadaşı, Rhode İsland eyaleti Providence kenti Belediye Başkanı Vincent Buddy Cianci, Quin’in solunum yetmezliğinden öldüğünü kaydetti.

Filiz Akın

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

1943 yılında Ankara’da doğan Akın, Ankara Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Arkeoloji Bölümü’nde bir süre okudu. Sinemaya geçmeden önce bir acentada çalıştı. 1962’de Artist dergisinin düzenlediği yarışmayı kazanarak Yeşilçam’a geçti ve aynı yıl “Akasyalar Açarken” adlı filmini çevirdi. Ardından “Şakayla Karışık” adlı filmde Ajda Pekkan’la başrolü paylaştı. “Kadın Berberi” ve “Kadın Terzisi” filmlerindeki rolleriyle oldukça ünlenen sanatçı, 1964 yılında oynadığı “Yankesici Kız” adlı sinema filminde, değişik türdeki karakterleri başarıyla canlandırabileceğini tüm sinemaseverlere kanıtladı. Bir yıl aradan sonra film arşivine bir yenisini daha ekleyen Akın, 1965’te “Kolejli Kızın Aşkı” isimli filmde Ayhan Işık’la başrolü paylaştı. Ardından “Çıtkırıldım” da benzer bir tiplemeyi canlandıran Filiz Akın, bu filmde başrolü Cüneyt Arkın’la paylaştı. Filmde şımarık kızı canlandıran Akın, ciddi öğretmen Cüneyt Arkın’la sorunlar yaşamaktadır.

Yine aynı yıl, Ayhan Işık’la “Tamirci Parçası” adlı filmde oynayan sanatçı, burada da zengin kız tiplemesini canlandırdı. “Hindistan Cevizi”nde ise başrolü Zeki Müren’le paylaşıp yine havai bir kompozisyonu canlandırdı. Filmde yazarlığını Zeki Müren’den gizleyen Akın, daha sonraları “yazar olup gerçek kimliğini gizleyen zengin kız” rollerini sık sık tekrarlayacaktır. Nitekim yıllar sonra oynadığı “Gül ve Şeker” adlı filmde de aynı rolü canlandırmıştır. Bu filmi Sadri Alışık’la oynadığı “Efkarlı Sosyete” izler.

1967 yılında oynadığı “Sözde Kızlar” filminde başına türlü belalar gelen kızı canlandırdı. Peyami Safa’nın eserinden uyarlanan filmde Filiz Akın, morfinman olur, tecavüze uğrar ve hastane köşelerine düşer. Yeşilçam’ın güzel sarışını olan Akın; “Seni Seviyorum” filminde şımarık çiftlik kızını, “Silahlı Paşazade” filminde Cüneyt Arkın’ın aşkından yanıp tutuşan paşa kızını, “Hüzünlü Aşk” filminde bar şarkıcısını ve yine Cüneyt Arkın’la başrollerini paylaştığı “Lekeli Melek” filminde bir sekreteri canlandırdı. Daha sonra çekilen “Affedilmeyen” adlı filmdeki rol arkadaşı yine Cüneyt Arkın’dır. Bu filmin konusu da diğer birçok Yeşilçam filminin konusu olan zengin kız ve fakir erkeğin unutulmaz bir büyük aşk yaşamasıdır.

Reklam filmlerinde de oynayan sanatçı, sinemacı Türker İnanoğlu ile evlendi ve bu evliliklerinden, daha sonra tüm sinema severlerin tanıyacağı, “Yumurcak” adlı seri filmlerinin başrol  çocuk oyuncusu “İlker İnanoğlu” doğdu. Sinemada özellikle romantik rolleri canlandıran Filiz Akın, 1969 yılında şarkısıyla ünlü “Reyhan” filminde Kartal Tibet’e aşık olan şarkıcı kızı canlandırdı. Yine aynı yıl “Karlı Dağın Eteği” adlı filmde bu kez Ayhan Işık’a aşık olan kızı canlandırdı. Ardından “Ağlıyorum” filminde iki kız kardeşi birden canlandırdı ve bu kez aşık olduğu erkek Ediz Hun’du. Filmlerini sahnede çokça şarkı söylediği “Cilveli Bir Kız”, “Oyun Bitti”, “Cambazhane Gülü Fadime” ve “Oyun Bitti” izler. Başarılı sanatçı, unutulmaz vapur sahnesinin olduğu “Aşka Tövbe”, intiharı seçen kadını canlandırdığı “Acı Hatıralar”, hüzünlü şarkılar söylediği “Seni Sevmek Kaderim” filmleriyle sevenlerinin beğenisini bir kez daha kazandı.

1973 yılında, Kemal Sunal’ın da ilk kez beyaz perdede rol aldığı “Tatlı Dillim” filminde yine iki kız kardeşi (biri köylü diğeri de kentli) birden canlandırdı. “Yumurcağın Tatlı Rüyaları”nda melek rolünü, “Beyaz Gül” de Kartal Tibet’e, “Memleketim” filminde de Tarık Akan’a aşık olan kadını canlandırdı başarılı sanatçı. “Ankara Ekspresi” filmindeki rolüyle “Antalya Film Festivali”nde “en başarılı kadın oyuncu” seçilen Akın, MİT eski Müsteşarı Sönmez Köksal’la evlendi. 1980’lerin başında sinemaya veda eden sanatçı, yıllar sonra TRT’de “Geçmiş Bahar Mimozaları” adlı televizyon dizisinde çıktı hayranlarının karşısına.

Erol Taş

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Türk Sineması’nın kötü adam rolündeki büyük ismi Erol Taş, 28 Şubat 1928’de Erzurum’un Karaköse ilçesinde dünyaya geldi. Henüz iki yaşında iken, babası Hamza Bey’in ölümü üzerine annesi Nazife Hanım ile birlikte İstanbul’a taşındı. Okul çağında olmasına rağmen ailesine yardım etmek için okuldan ayrıldı ve çeşitli mesleklerde çalıştı. Bunların arasında hamallık, tezgahtarlık sayılabilir. O dönem aynı zamanda boksör de olan Taş, 1947 yılında İstanbul ve Türkiye ikinciliğini kazandı. Yine o yıl askere gitti ve üç yıl askerlik görevini yaptı. Askerden dönünce Cankurtaran’da bir iplik fabrikasında çalışmaya başladı.

Erol Taş’ın sinemaya tesadüf sonucu girişi de o sıralarda oldu. Sinemaya tesadüfi girişini şöyle anlatır sanatçı: “Lütfi Akad o bölgede bir film çekiyordu. Biz de işten kaytarıp çekimleri izliyorduk arkadaşlarla. Günlerce süren çekimlerden birinde mahallede oturan birkaç serseri, film ekibine musallat olup onları rahatsız etmeye başladı. Film ekibini korumak için birkaç arkadaşımla birlikte, serserilerle kavgaya giriştik ve Lütfi Bey’in yanında onlara bir güzel dayak çektik. Serseriler toz oldu tabi. Lütfi Akad daha sonra haber göndermiş bana, ‘Bir kavga sahnesi var, gelsin oynasın’ diye. Böylece sinema hayatım başladı. Filmdeki rolümü diğer yönetmenler de beğendi ve ardı ardına teklifler gelmeye başladı.”

Sinemaya ilk 1957 yılında Mümtaz Alpaslan’ın çektiği “Acı Günler” filmiyle girdi. Başlangıçta filmlerde figüranlık ve küçük roller ile görüldü fakat kısa zamanda yıldızı parladı. Bir yıl sonra Dokuz Dağın Efesi (1958 – Metin Erksan) filmde bir çobanı canlandırdı. Bu filmi takip eden yıllarda ise, Dikenli Yollar (1958 – Nişan Hançer), Peçeli Efe (1959 – Faruk Kenç), Şoför Nebahat (1960 – Metin Erksan), Köyde Bir Kız Sevdim (1960 – Türker İnanoğlu), Dişi Kurt (1960 – Ö. Lütfi Akad) ve Gecelerin Ötesi (1960 – Metin Erksan) gibi pek çok filmde değişik karakterleri canlandırdı.

Taş’ın oynadığı filmlerdeki rollerden bazı örnekler vermek gerekirse: Hayat Kavgası’nda (1964 – Tunç Başaran) dediği dedik bir baba, Devlerin Kavgası’nda (1965 – Kemal Kan) kötü kardeş, Seveceksen Yiğit Sev’de (1965 – Hüsnü Cantürk) çiftlik sahibi, Sırtımdaki Bıçak’da (1965 – Natuk Baytan) karısı ve sevgilisi tarafından öldürülen bir koca, Son Darbe (1965 – Hicri Akbaşlı) ve Cevriyem’de (1978 – Memduh Ün) bir komiser, Aslanların Dönüşü ve Yedi Dağın Aslanı’nda (1966 – Yılmaz Atadeniz) bir cengaver, İnce Cumali (1967 – Yılmaz Duru), Tutku (1974 – Hüsnü Cantürk), Toprağın Teri (1981 – Natuk Baytan) ve İsyan’da (1979 – Orhan Aksoy) kötü ağa, Maskeli Beşler ve Maskeli Beşlerin Dönüşü’nde (1968 – Yılmaz Atadeniz) bir Meksikalı, Aslan Bey’de (1968 – Yavuz Yalınkılıç) eski bir Rus Generali, Gelin Kız’da (1970 – Orhan Elmas) oba beyi, Kanıma Kan İsterim’de (1970 – Çetin İnanç) idamlık katil, Ök-süzler’de (1973 – Ertem Göreç) dilendirici, Belalılar’da (1974 – Melih Gülgen) çetebaşı, Tatlı Nigar’da (1978 – Orhan Aksoy) zengin bir kasabalı, Çayda Çıra’da (1982 – Yücel Uçanoğlu) zengin bir ağa, Alınyazısı’nda ise (1986 – Orhan Elmas) eski bir külhan beyi olarak çıktı karşımıza. Gerek teknik ve konu, gerekse de sinema dili açısından vasat diyebileceğimiz bu ve benzeri filmlerde Taş, dönem dönem çeşitli roller aldı. Ancak sinemada onu adından sıkça söz ettiren filimler Susuz Yaz, Duvarların Ötesi ve Gecelerin Ötesi oldu.

1960 yılı yapımlı “Gecelerin Ötesi”, oyunculuk kariyeri için önemli bir fırsat oldu sanatçı için. Henüz sinemaya yeni yeni ısınmaya başlayan Taş, bu filmle Metin Erksan’la tekrar çalışma fırsatı buldu. Ekrem (Erol Taş), bu filmde aynı çevreden gelen, farklı endişe ve tutkularını ortak bir eylemde birleştiren altı kahramandan birisidir. Uzun yıllar bir tekstil fabrikasında işçi olarak çalışmış ancak geriye dönüp baktığında fazla bir yol alamadığını görmüştür. Bu ezik yaşantısından doğan bunalımı, isyanı onu diğer beş arkadaşı ile birlikte soygun fikrinde harekete geçirmiştir. Fakat sistemin hazırladığı son bu filmde de değişmemektedir.

Erol Taş’ın yer aldığı bir başka önemli yapım ise, Necati Cumalı’nın romanından 1963’de Metin Erksan tarafından filme alınan “Susuz Yaz” oldu. Bu filmde Hülya Koçyiğit ve Ulvi Doğan ile bir üçleme çizen Taş, Osman karakterini canlandırdı. Osman’ın kötülüğü son derece yalındır ve ben merkeziyetçi bir yapı hakimdir. Yıllar önce eşini kaybetmiştir ve hapisteki kardeşinin (Ulvi Doğan) karısına (Hülya Koçyiğit) sahip olmak istemektedir. Etrafındaki herkesten bir nevi intikam almaya başlar ve önce köyün suyunu keser. Suyu alınan köylü ürünsüz kalır, toprağı çoraklaşır. Nasıl susuz kalan toprak halkına ihanet ederse, yıllar önce eşini kaybeden Osman’da bastıramadığı cinselliğine zalimce isyan eder. Tutkusuna yenik düşen Osman’ın bu özelliği doğasındaki ilkelliği ile birleştiğinde doyumsuzluğu tümden ele verir kendini. Osman’ın kötülüğünün temelinde yatan bir diğer önemli nokta ise tarladaki korkuluk ile paylaştığı yalnızlığıdır. Yalnızlığını sadece tutkularıyla bastırabilir. Tutkuları ise onun ölümüne giden yolun hazırlayıcısıdır.

Tarihsel bir süreç içinde değerlendirildiğinde Erol Taş, bir başka önemli rolünü 1964’de Orhan Elmas’ın yönettiği “Duvarların Ötesi” filminde oynadı. Filmde müebbet hapse mahkum edilen Babaç (Erol Taş), kendisi gibi müebbet yiyen ya da idamlık altı arkadaşı ile hapisten kaçar. Amaçları özgür olabilmek, koğuşun dışında rahat bir nefes alabilmektir. Ancak ‘duvarların ötesi’nde kendilerine seçtikleri sığınak da hapishaneden daha farklı değildir onlar için. Aslında nereye kaçarlarsa kaçsınlar her yer bir hapishanedir onlara. Çünkü sistem tarafından suçlanmış toplum tarafından da dışlanmaktadırlar. Gerçek suçlu kimdir? Babaç ve arkadaşlarının mı yoksa sistemin yanlış dönen çarkı mı?

Ö. Lütfi Akad tarafından 1966’da çekilen Hudutların Kanunu’nun konusu Güneydoğuda bir sınır kasabasında geçmektedir. Toprak verimsizdir ve tek geçim yolu kaçakçılıktır. Kaçakçı olmamak için direnen Yılmaz Güney’in aksine Erol Taş yani Ali Cello çoktan çareyi bu işte bulmuştur bile. Sınırdan kaçak davar geçirmektedir ancak sonunda başlattığı oyuna yenik düşer ve bir çatışmada vurularak ölür. Hudutların sert ve acımasız kanuna karşı Ali Cello’nun kötülüğü bile dayanamamıştır. Taş bu filmde de çoğunluk kötü adam rollerinden birisini alışılagelmiş bir oyun tarzı ile oynamaktadır.

1968’de Nuri Ergün tarafından çekilen “Dertli Pınar” ise Taş’ın ağa tiplemeleri için örnek gösterilebilir. Mahmutoğlu Hilmi Ağa (Erol Taş) köylünün toprağını çeşitli dalaverelerle hatta silah zoru ile elinden almakta ve etrafındaki herkese hükmetmektedir. Daha fazla toprağa sahip olma tutkusu saplantı halini almıştır. Bunun için yapamayacağı şey yoktur. Ancak her şey planladığı gibi gitmez, bütün çabasına rağmen sonunda yenildiğini anlar ve suçunu itiraf eder. Oyun düzeyinin vasat olduğu bu filmde Taş abartılı olduğu kadar da kontrolsüz bir oyun sergilemektedir.

Sinemada kötü adam rolleri ile bilinen sanatçı, bu tiplerin dışına çıktığı filmlerde, aslında her tür karakteri rahatlıkla oynayabileceğini de ispatlamıştır. Zaman zaman da olsa oynadığı iyi tiplerle seyirciyi şaşırtmıştır. Bir başka Akad filmi olan “Ana”da Taş, bu kez kötülükten kaçmaktadır. 1967’de çekilen ve Türkan Şoray’la başrolü paylaştığı Ana filmi onun az rastlanan iyi adam tiplemeleri için gösterilecek ilginç bir örnektir. Yaptığı balık ağları ile geçimini sağlayan Şevket (Erol Taş), kan davası yüzünden ailesi ile birlikte köy köy dolaşmaktadır. Sinemanın kötü adamı olarak bilinen Taş, filmdeki Şevket tiplemesinde tamamen farklı bir karakter çizmektedir. Kanlısı rolündeki Kadir Savun’la sanki rolleri değişmiş gibidirler. Bu seyirci içinde çok alışılagemiş bir durum değildir. Yıllar süren takibin sonunda Şevket kanlısı Musa (Kadir Savun) tarafından vurularak öldürülür.

Bir başka örnek ise, 1992 yılında çekilen, Mehmet Tanrısever’in yönettiği “Sürgün” filmidir. Erol Taş, sinemada rol bulduğu bu son filminde, kurtuluş savaşını görmüş yaşamış eski bir çavuşu oynamaktadır. Üniformasını üzerinden hiç çıkarmayan Süleyman Çavuş, göğsünde taşıdığı istiklal madalyası ile de büyük gurur duymaktadır. Çatak köyüne gelen öğretmenin (Bulut Aras) yeniliklerine sıcak bakar, ona yardımcı olur. Hatta köyün muhtarına karşı onu savunur. Öğretmenin köyden sürgün edilmesini engellemek için köy halkıyla birlikte Kaymakamlığa gitse de bu işe yaramaz. Bunun üzerine çavuş gururla taşıdığı istiklal madalyasını çıkarır ve köyden ayrılan öğretmene verir.

Erol Taş’ı 1969 yılı itibariyle Çetin İnanç, 1971’den sonra ise Yılmaz Atadeniz’li macera filmlerinde sıkça görmekteyiz. Yılmayan Şeytan filminde (1968 – Yılmaz Atadeniz) Dr. Şeytan’ı oynar. Dr. Şeytan (Erol Taş), ‘Tanyant’ madenini kullanarak bir robot icat eder. Amacı ürettiği robotlarla dünyayı ele geçirmektir. Ancak filmin sonunda kısa devre yapan robotu tarafından öldürülür. Çeko’nun (1970 – Çetin İnanç) konusu ise 1875 yılında Meksika’da geçmektedir. Ramon isimli eşkıya (Erol Taş), köylülere türlü işkenceler yapmakta ve cinayetler işlemektedir. Bir başka Yılmaz Atadeniz filmi olan Maskeli Beşler ve Maskeli Beşler’in Dönüşü’nde (1968) ise (Erol Taş) yine Ramon ismi ile ancak bu kez Meksikalı bir general rolündedir. Kızıl Maske’de (1968 – Tolgay Ziyal) müze müdürü, Küçük Kovboy’da (1973 – Guido Zurli) çiftlik kahyası, Hakanların Savaşı’nda ise (1968 – Mehmet Arslan) Kubilay Han rollünü oynamaktadır.

Yaklaşık 200 filmde irili ufaklı çeşitli roller alan Erol Taş, oynadığı filmlerin altısında ise başrol oyuncusu olarak karşımıza çıkıyor: Mapushane Çeşmesi (1964-Suphi Kaner), Kanlı Kale (1965-Yavuz Yalınkılıç), Efenin İntikamı (1967-Yavuz Yalınkılıç), Eşkiya Kanı/Hakimo (1968-Yavuz Figenli), Konuşan Gözler (1965-Hicri Akbaşlı), Katırcı Yani Efenin Definesi (1967-Yavuz Yalınkılıç).

45 yıllık oyunculuk yaşamı süresince sinemaya büyük emek veren Erol Taş, bu emeğin bir sonucu olarak; 1965 yılında Duvarların Ötesi ile Antalya Film Festivali’nde, 1967’de İnce Cumali ile yine Antalya Film Festivali’nde, Sahildeki Ceset ile İzmir Film Festivali’nde, Susuz Yaz’daki oyunculuğu ile ise Turizm Bakanlığı ve Meksika Accopulco Festivali’nde en iyi yardımcı erkek oyuncu ödüllerini aldı. Sanatçı, 8 Kasım 1998 günü, Samatya SSK Hastanesi’nde hayata gözlerini yumdu.

Ezel Akay

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Ezel Akay 1961’de Kastamonu’da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Mühendislik Fakültesi mezunu olan Ezel Akay, birçok tiyatro oyunu, televizyon ve sinema filminde yönetmenlik ve oyunculuk yaptı.

İFR Yapım şirketi’nin kurucu ortağı olarak reklam filmi prodüksiyonlarında 400’den fazla reklam filmine yönetmen olarak imza attı.

“Güneşe Yolculuk”, “Tabutta Rövaşata”, “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak” gibi uluslararası festivallerde ödül almış filmlerin yapımcılığını üstlendi.

Melek Baykal

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Ferhunde Hanımlar dizisindeki Nermin, Hayat Bağlarındaki Nurhayat ve Cennet Mahallesindeki rollariyle tanınır. Ankara’da çekilen Ferhunde Hanımlar dizisiyle tanınmasının ardından gelen teklifleri değerlendirerek, İstanbul’a yerleşmiştir.

İstanbul doğumlu olan ve henüz 17 yaşındayken tiyatroya başlayan Baykal, ilk oyununda 85 yaşında bir kadını canlandırarak takdir topladı. Ankara Devlet Konservatuvarı mezunudur. Uzun süre Ankara Devlet Tiyatrosu’nda çalıştı. Dizi filmlerde rol almasına rağmen henüz bir sinema filminde oynamadı. Cennet Mahallesi adlı dizideki performansıyla beğeni topladı.

Oynadığı Bazı Tiyatro Oyunları

Romantika
Kral Lear
Bu Bir Rüyadır
Yunus Emre

Filmografisi

Görgüsüzler-2008
Cennet Mahallesi – 2004
Hayat Bağları – 1999
Melek Apartmanı – 1995
Ferhunde Hanımlar – 1993

Kadri Şarman

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

1943 yılında Sivas’ın Yıldızeli ilçesinde doğan Kadri Şarman, ilk ve ortaokul eğitimini, babasının maarif memurluğu yaptığı Sivas’ın Şarkışla ilçesinde tamamladı. Başöğretmen Ali Faik Şarman 1958 yılında Milli Eğitim Bakanlığı Tayin Terfi Şubesine tayin olunca Ankara’ya geldi. Kadri Şarman, Ankara Atatürk Lisesi ve 1969 yılında da AİTİA’den mezun oldu. 1966 yılında Türkiye Radyoları için açılan sınavda başarılı olarak 3 yıllık bir eğitim sonunda 1969 yılında kadroya geçti. 1969 yılından bugüne kadar TSM ses sanatçılığı görevini aralıksız devam ettirdi.

1993 1998 yılları arasında Türk Sanat Müziği müdürü olarak çalışan Kadri Şarman, birçok yurtiçi ve yurtdışı konserler verdi. Beste çalışmaları da yapan hocamızın TRT repertuarında okunan eserleri bulunmaktadır.

Halen, çeşitli amatör koroları çalıştırarak yetiştirdiği yüzlerce öğrencisi ile musikimize hizmeti devam ettirmektedir. Önceki çalışmalarına ilave olarak; ayrıca kurucusu ve Başkan Yardımcılığı görevini yürüttüğü, Mutlu Yaşam Sevgi Dayanışma ve Hizmet Derneği bünyesindeki “Mutlu Yaşam Türk Sanat Müziği Korosu” kurcusu ve çalıştırıcısı olarak katkılarını sürdürmektedir.

1996 yılında Milliyet gazetesinin açmış olduğu Türk Sanat Müziği beste yarışmasında 4. lük ödülünü alan sanatçımız evli, bir kız, bir erkek çocuk ve bir de torun sahibidir.