Archive for Haziran, 2012

Saadet İkesus Altan

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

3 Mart 1916’da doğdu.

Ankara Kız Lisesi Fen Bölümünden sonra girdiği Fen Fakültesini bırakan Altan, Müzik-i Muallim Okulu’nda Nurullah Şevket Taşkıran, Salih Canar, Nüzhet Şenbay, Raşit Rıza, Behzat Lav ile çalıştı. Ankara Konservatuarı’nı kazandıktan sonra burslu olarak gittiği Almanya Berlin Müzik Akademisi‘ni üç yılda bitiren Altan, Wagner’in Liedler‘inden oluşan ilk konserini, Berlin Radyosu’nda verdi.

Altan, Maria Schultz ile çalıştığı Duisburg Operası‘nda Rigoletto’da Haensel ve Grethel, Windsor’un Şen Kadınları, Don Carlos, Cosi Fan Tutte ve Carmen operalarında rol aldı.

Türk Operası ve Tiyatrosunun kurucusu Carl Ebert’in çağrısı üzerine 1941 yılında Türkiye’ye dönen Altan, Ankara Devlet Konservatuvarında şan hocalığı yaptı. Bir süre sonra şan hocalığının yanı sıra sahne çalışmaları, opera çevirileri ve opera rejilerini de birlikte sürdüren Altan’ın, İtalyanca, Almanca ve İngilizce’den çevirdiği yaklaşık 50 opera arasında ”La Traviata”, ”Maça Kızı”, ”Don Carlos”, ”Haensel ve Grethel”, ”Salome”, ”Maskeli Balo”, ”Eugene Onegin”, ”Alayın Kızı” operaları ve Brahms, Schubert, Çaykovski, Mussorgski ve sayısız lietleri bulunuyor.

Carl Ebert

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Alman tiyatro yönetmeni ve oyuncusu, opera rejisörü Carl Ebert Berlin’de Max Reinhardt’ın Tiyatro Sanatı Okulu’nda okudu. Sanat hayatına Alman Milli Tiyatrosu’nda aktör olarak başlayan Carl Ebert, daha sonra Frankfurt ve Berlin’de kurduğu tiyatro sanatı okullarında oyuncu ve yönetmen olarak çalıştı. Daha sonra operaya yönelen sanatçı, Berlin Şehir Operası’nda birçok opera sahneye koydu. Buenos Aires’te Teatro Colon’da çalıştı (1933 – 1936).

1936’da Cumhurbaşkanlığı Flarmoni Orkestrası ile genel sahne işlerinin örgütlendirilmesi konusunda görüşmek ve tavsiyelerinden yararlanmak üzere, Ankara’ya getirilen Ebert, daha sonra da konservatuarın tiyatro ve opera bölümlerini kurmak, ders plânlarını saptamak ve gerekli uyarılarda bulunmak üzere 1940’a kadar aralıklı olarak Türkiye’ye gelip gitti. 1947’ye kadar Tatbikat Sahnesi’nde çeşitli oyunların rejisörlüğünü yapan, sayısız öğrenci yetiştiren sanatçının Türkiye’de modern tiyatronun kurucuları arasında önemli bir yeri vardır. 1948-1954 yıllarında Los Angeles’ta tiyatro öğretmeniydi; 1954’ten sonra da Berlin Devlet Operası’nın yönetmenliğini yaptı.

Luciano Pavarotti

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

  1935 yılında İtalya’nın Modena şehrinde doğan ünlü tenor modern opera dönemindeki en önemli ses sanatçılarındandı. İlk müzik deneyimini Modena şehrindeki koroda, babası Fernando ile yaşadı. Delikanlıyken, babasıyla Gioachino Rossini adlı koroyla Galler’e gitti. Llangollen uluslararası şarkı söyleme yarışmasında birinci oldu ve bu onu bir tenor olmak konusunda hırslandırdı. Aslında bir öğretmen olmak için yetiştirilen Pavarotti, Arrgio Pola ve Ettore Campogallianni tarafından aldığı derslerle 1961 yılında “Concorso İnternazionale” adlı ödülü kazandı ve opera dalındaki başlangıcını bir tiyatro salonunda La Boheme eseri ile aynı yılın 29 Nisan’ında yaptı. Bundan sonra Güney ve Kuzey Amerika, Asya, Afrika, Avrupa ve Avustralya’da birçok kez konser verdi. Ardından, Modena’da genç şarkıcıları eğitecek bir okul açtı. 6 Eylül 2007 günü pankreas kanseri sonucu böbrek yetmezliğine girerek hayatını kaybetti.  

  Pavarotti her yıl düzenli olarak Modena’da yapılan “Pavarotti ve arkadaşları” adındaki yardım konserlerinde sunuculuk yapmıştır. Bu konserlerde müzik endüstrisinin her alanından katılan şarkıcılar Birleşmiş Milletler organizasyonları için para toplamaktadırlar. Bu yardımlar Bosna, Guatemala, Kosova ve Irak’taki savaş mağdurları ve aileleri için kullanılmaktadır.

  Bosna’da savaştan sonra Mostar kentinde Pavarotti Müzik Merkezi adını taşıyan bir merkez kurmuş ve müzisyenlere yeteneklerini geliştirmeleri için şans tanımıştır. Bu sebeple 2006 yılında Saraybosna şehri kendisine fahri hemşerilik ödülü vermiştir.      
  Bazı çevreler tarafından kuşağının en büyük opera sanatçısı olarak gösterilen Pavarotti, 71 yaşındaydı.   
Ünlü sanatçının, İtalya’nın Modena kentindeki evinde bu sabah erken saatlerde öldüğünü duyuran Robson, “Maestro, ölümüne neden olan pankreas kanserine karşı uzun ve zorlu bir savaş verdi” dedi.
  Yolu Türkiye’den de geçen Pavarotti, 28 yaşındayken geldiği Türkiye’de ‘La Boheme’adlı operada ‘Rodolfo’ rolü için seçilmiş, ancak sadece bir temsilde görev aldıktan sonra ülkesine dönmüştü.   
  Pavarotti’nin ‘konuk sanatçı’ olarak Türkiye’ye gelişi, 1963-1964 sanat sezonunda gerçekleşti. O sezon başkent sahnelerinde seyirciyle buluşan, Giacomo Puccini’nin ünlü yapıtı ‘La Boheme adlı eseri sergilendi.

Semiha Berksoy

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

İlk Türk kadın opera sanatçısı ve ressam Semiha Berksoy, 1910 yılında İstanbul’da doğdu. Yüksek dramatik soprana olarak Ankara Devlet ve Opera Balesi’nin başsolistlerinden olan Berksoy, ‘Mezardan Gelen Mektup’ hikayesinin de yazarıydı. Sanatçı, İstanbul Konservatuarı’nda ve Güzel Sanatlar Akademisi Namık İsmail Atölyesi Resim ve Tiyatro Okulu’nda eğitim aldıktan sonra, İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda sesiyle üne kavuştu, Türk ve Avrupa operetlerinde oynadı.

Ulu Önder Atatürk tarafından 19 Haziran 1934 tarihinde takdir edilen Berksoy, ilk Türk operası olan Adnan Saygun’un bestelediği ‘Özsoy’da Ayşim başrolünü oynadı. Aynı yıl devlet bursuyla gittiği Almanya’da Berlin Devlet Yüksek Müzik Akademisi Opera Bölümü’nü birincilikle bitiren Berksoy, 1939’da Richard Strauss’un ‘Ariadne Auf Naxos’ operasında Ariadne rolünü oynayarak, Avrupa’da sahneye çıkan ilk Türk opera primadonnası oldu.

Türkiye’ye 1940 yılında dönen Semiha Berksoy, Ankara Halkevi’nde, Carl Ebert’in rejisini yaptığı ‘Tosca’ ve ‘Madame Butterfly’ operalarında oynadı. ‘Il Travatore’ operasındaki rolüyle 30. sanat yılı jübilesini kutlayan Berksoy, Devlet Tiyatrosu’nda da dram bölümünde çeşitli oyunlarda rol aldı. ‘Deli Dolu’ ve ‘Lüküs Hayat’ operetlerinin ilk icrasını da gerçekleştiren sanatçı, Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı verilişinin 50. yılında, TBMM tarafından ilk kadın opera sanatçısı olarak ‘Atatürk Opera Ödülü’ne layık görüldü.
      
75. SANAT YILI
Sanatçı Berksoy, ayrıca 1961 yılından başlayarak Türkiye ve yurtdışında birçok resim sergisi açtı. 1998 yılında ‘Devlet Sanatçısı’ unvanı alan Berksoy, 2003 yılında Viyana’da Samlung Esly Modern Müze’de sergiye katıldı. Aynı yıl Viyana’da Salome performansını gerçekleştirdi. Semiha Berksoy, son alarak İş Sanat Kibele Galerisi’nde retrospektiv resim sergisi açtı.

Semiha Berksoy 16 Ağutos 2004 günü 94 yaşında vefat etti. 17 Ağutos günü İstanbul’da toprağa verildi. Berksoy, Ahmet Adnan Saygun’un bestelediği ilk Türk operası Özsoy’da Ayşim rolünü oynamıştı.


Semiha Berksoy için ilk tören, Atatürk Kültür Merkezi’nde (AKM) düzenlendi. Semiha Berksoy’un Türk Bayrağı’na sarılı naaşı, sahnede hazırlanan platforma konuldu. Semiha Berksoy’un Türk Bayrağı’na sarılı naaşı önünde, sanatçı dostları saygı duruşunda bulundular. Teşvikiye Camii’nde kılınan namazdan sonra Berksoy’un naaşı Çengelköy Mezarlığı’nda toprağa verildi. Törene, Berksoy’un ailesi ve yakınlarının yanı sıra Yaşar Kemal, Nejat Uygur, Meltem Cumbul, Genco Erkal ve Hadi Çaman’ın da aralarında bulunduğu sanatçı dostları katıldı.
      
‘MEMLEKETİNİ ÇOK SEVİYORDU’
Törende konuşan Berksoy’un sanatçı kızı Zeliha Berksoy, annesi ile aynı sahnede bu şekilde birlikte olmaktan büyük üzüntü duyduğunu vurgulayarak, Semiha Berksoy’un, Atatürk’ün sanat devrimlerine sonuna kadar bağlı olduğunu hatırlattı. Semiha Berksoy’un ölene kadar sanatla yaşadığını dile getiren Zeliha Berksoy, annesinin sahibi olduğu Atatürk Ödülü’ne önem verdiğini kaydetti. Zeliha Berksoy, “Türk halkına inanıyordu. Memleketini çok seviyordu” dedi.
      
‘O BİR ATATÜRK KIZIYDI’
Zeliha Berksoy, annesinin her zaman “Türk operasını dünya çapına çıkaracağım” dediğini anımsattı. Berksoy, annesinin bir Atatürk kızı olarak ve O’na hayranlığını son nefesine kadar sürdürdüğüne işaret ederek, “Türk sanatına vasiyeti vardı. O da, Atatürk’ün opera, tiyatro ve sanat devrimlerinin kesintisiz devam etmesiydi. Genç opera sanatçılarına destek olunması ve Türkiye’nin de dünyaya modern tanıtılmasıydı” diye konuştu.
      
‘SON GÜNLERİNDE NAZIM OKUYORDU’
Zeliha Berksoy, annesinin son dönemde Nazım Hikmet’in ‘Paydos’ adlı şiirini söylediğini de anımsatarak, konuşmasını şöyle tamamladı: “Annem, Nazım Hikmet’in ‘Elveda güzelim dünya ve merhaba kainat’ diye diye gitti. Mutlu ve tatmin olmuş bir şekilde hayata veda ettiğine inanıyorum. Bir kuyruklu yıldız kaydı. Onun kuyruğundaki pırıltılar dünyayı her zaman aydınlatacak.”
      
‘TÜRKİYE’NİN YILDIZI KAYDI’
Sözlerine “O bir yıldızdı, Türkiye’nin bir yıldızı kaydı, gitti” şeklinde başlayan Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. İsmet Vildan Alptekin, Semiha Berksoy’un çağdaşlığı ve Atatürkçülüğü ile kalplerde taht kurduğunu vurguladı. Prof. Dr. Alptekin, Semiha Berksoy adına üniversitelerinde bir müze açtıklarını anlatarak, O’nu çağdaşlığın sembolü olarak daima yaşatacaklarını bildirdi.
Kültür ve Turizm Bakanlığı Opera ve Bale Genel Müdürü Remzi Buharalı da Türk operasının duayenini kaybettiğini belirterek, “Türk operasının temeli Semiha Berksoy’dur” dedi.
      
BERKSOY İÇİN MÜZE YAPILMASI ŞART
Sanatçı Bedri Baykam ise “O’nu hiç tanımayan ve O’nunla hiç çalışmayanların da ‘Semiha dostu’ olduğunu” dile getirerek, Berksoy’un Atatürk döneminin en uzun ömürlü simgesi olduğunu söyledi. Baykam, “Bundan sonra iş bize, devlete düşüyor. Ona ait her şeyin biriktirilmesi, müze yapılması şart” diyerek Kültür ve Turizm Bakanlığı’na çağrı yaptı. Bedri Baykam, “sanatçının ömrünün son dönemlerinde ölüme meydan okuduğunu ve ölümü yenerek artık ölümsüzlüğe kavuştuğunu” kaydetti.
Törende ayrıca, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in Zeliha Berksoy’a gönderdiği taziye telgrafı da okundu.
      
HAKKIN HELAL OLSUN ‘AYŞİM’
Konuşmaların ardından, din görevlisi dua ederek, Berksoy için törene katılanlardan helallık aldı. Törenden sonra Berksoy’un naaşı, alkışlarla omuzlara alınarak cenaze arabasına konuldu ve ardından Teşvikiye Camii’ne götürüldü.

Törene, İstanbul Vali Yardımcısı Cumhur Güven Taşbaşı, Semiha Berksoy’un torunu Oğul Aktuna, eski damadı Yıldırım Aktuna, ÇYDD Genel Başkanı Türkan Saylan, son kalp ameliyatını gerçekleştiren Prof. Dr. Bingür Sönmez ile çok sayıda sanatçı katıldı.

Semiha Berksoy’un geçen ay Memorial Hastanesi’nde ameliyatını gerçekleştiren Kalp ve Damar Cerrahisi Bölüm Başkanı Prof. Dr. Bingür Sönmez, Cumartesi akşamı Meltem Cumbul ve eşinin Berksoy’u ziyarete geldiğini belirterek, “Şakalaştılar. Hatta Semiha Hanım, Meltem Cumbul’un eşine espiriler yaptı. Ani ölümün nedeni muhtemelen akciğer embolisi” diye konuştu.

Sertab Erener

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

1964 yılında İstanbul’da dünyaya geldi. Erken yaşlarda müzikle tanışan Erener, hassas bir yapıya sahipti. Hassas ve ince yapılı bu minyon kız, bir yandan onu çok erken bir yaşta, 11’inde yakalayan, tüm hayatını etkileyen kolit hastalağıyla, hastanelerle boğuştu, bir yandan ilk ve orta öğrenimini sürdürdü. Hastalığın verdiği acılardan, hasardan kendisini mutlu eden bir çıkış bulmuştu; annesi ona ilk piyano dersini aldırmıştı ve gelecek yaşamının özünü keşfetmesine neden olmuştu: Müzik.

İstanbul Belediye Konservatuvarı‘nda başladığı müzik eğitimine Devlet Konservatuvarı‘nda devam etti. Gelecek vaad eden bir sopranoydu. Altı yıllık eğitimin ardından profesyonel müzik kariyerine ses rengiyle, güçlü yorumuyla, perforansıyla hızlı ve sağlam adımlar atmaya başladı. İstanbul’un tanınmış ve elit kulüplerinde kendi orkestrasıyla, çeşitli büyük gruplarda, Sezen Aksu gibi ünlü sanatçıyla birlikte söyleyerek amacına doğru ilerledi. 1990’ların başında adı iyice duyulmaya başladı. Sezen Aksu, Sertab Erener’in en büyük destekçilerinden biriydi ve onun ilk albümünün prodüktörlüğünü üstlendi. Sezen Aksu’nun sözleri ve bestelerinin ağırlıkta olduğu ilk albümü “Sakin Ol” 1992’de yayınlandı.

950.000’lik resmi kayıtlı satışıyla, “En çok satan Albüm” olmayı başaran “Sakin Ol“dan sonra, 1994 yılında “Lal” geldi. Serdab Erener’in güçlü yorumuyla, Fahir Atakoğlu’nun melodik yapısı birleştiği “Lal”i, 1996’de “Sertab Gibi” izledi. Toplam 1.500.000’luk satış gerçekleşti. Dünyanın en iyi klasik müzikçilerinden biri olan Jose Carreras‘la İstanbul’daki konserinde düet yapan Sertab, klasik müzikte de çok başarılı bir yorumcu olduğunu kanıtladı.

1999 yılında dördüncü albümü “Sertab“ı çıkaran Sertab Erener, müzik listelerinde 1 numaraya yükseldi. Piyasaya çıkışından 3 ay gibi kısa bir sürede 500.000 gibi bir satışa ulaşan bu albümüyle, Sony Music International tarafından platin plak ile ödüllendirildi. Yorumcu performansının ön planda olduğu bu albümde Sertab, severlerine Makber’den Mozart’a uzanan çok renkli bir müzik ziyafeti çekti. Ricky Martin‘le “Private Emotion -Come to me”yle düet yapan Sertab Erener, 2000 yılında da Yunan sanatçı Mando‘yla birlikte “Aşk” single’nı çıkarttı.

Letonya’nın başkenti Riga’da yapılan 48. Eurovision Şarkı Yarışması‘nda Türkiye adına yarışan Sertab Erener ve ekibi, “Every Way That I Can” adlı parçasıyla 167 puan alarak birinci oldu. (24 Mayıs 2003)

Manu Codjia

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Manu Codjia Klasik gitar eğitimine doğduğu şehir olan Chaumont Müzik okulu’nda başladı. 2  yıl klasik gitar eğitiminin ardından, 13 yaşında gitarıyla ilk kez caz müziği çaldığında, bunu meslek olarak seçmeye karar verdi. 1994- 1998 yılları arasında Yüksek Müzik Konservatuvarı’nda ( CNSM) François Jeanneau, Herve Sellin, Jean Daniel Humar ile çalıştı.

1999 yılında Concours National de Jazz de la Defense’da solist birincilik, Mathieu Donndarier Trio ile grup birincilik, Spice Bones ile grup ikincilik ve Gueorgui Kornazov Quintette ile grup üçüncülük ödüllerini aldı. 2001 yılında yine aynı yarışmada Dr. Knock ile grup birincilik ve Alerta G.ile FNAC ödülünü kazandı.
 
Codjia, başkalarının müziklerini çalarken  bile, kendi sesini bu müziğe katıyor….

Manu Codjia’nın kendi triosu ile 2006 yılında çıkardığı albümü “ Songlines” sanatçının müzikal evrenini en iyi şekilde yansıtan ses kombinasyonları aradığı bir laboratuar niteliğindedir.

Ari Barokas

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

 17 Temmuz 1971’de İstanbul’da doğdu. Şişli Terraki Lisesi’nde okudu. İstanbul Üniversitesi’nde Devlet Konservatuarı (2 yıl), Gazetecilik Yüksek Lisansı (2 yıl) eğitimi aldı.  Marmara Üniversitesi Pazarlama bölümü mezunudur. 14-15 Yaşlarında müziğe başladı.

 Duman Grubu kurulmadan önce Kaan Tangöze ile birlikte Mad Madame isimli grupta çalıyordu. “Serüven Azizleri” adıyla kurulan Topluluğun çekirdek kadrosunu oluşturan Ari Barokas, yayınladıkları albümün ardından grubun dağılması ile birlikte Duman Grubuna geçmiştir.

Duman Grubunda bas gitar çalıp, geri vokal yapıyor. Aynı zamanda grubun ikinci söz yazarı ve bestecisidir.

Carlos Santana

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Carlos Augusto Alves Santana  daha çok bilinen adıyla Carlos Santana ya da Santana  Meksika doğumlu ABD’li Latin rock müzisyeni ve gitaristidir.
1960’ların sonu ve 1970’lerin başında “Santana Blues Band” adlı grubuyla birlikte  salsa  rock  blues ve caz fusion tarzlarını harmanladığı müzik tarzıyla tanındı. 1990’ların sonunda tekrar gündeme gelen Santana’nın dünya çapında yaklaşık 80 milyon civarında albümü satıldı.
Dünyaca meşhur Europa ve Black Magic Woman her jenerasyonun severek dinlediği Santana eserleridir.
Meksika’dan Amerika’ya göç eden bir ailenin çocuğu olarak henüz sekiz yaşında eline gitarı kapan Santana  kendi adını taşıyan grubuyla özellikle 60’ların sonları ve 70’lerin başlarında kat ettiği  Latin ve caz etkilenimlerini aynı çatı altında erittiği orijinal gitar sound’uyla birçok klasik rock albümünün altına imzasını attı. Neredeyse her şarkısı bir klasik olan “Santana” ve onu takip eden “Abraxas”  “Caravanserai” gibi albümlerle büyük bir hayran kitlesi edinen ünlü gitaristin kariyerinin sonraki 25 yılı ise neredeyse bir kült müzisyen olarak geçti. Fakat birçok ünlü sanatçıyı bir araya getiren ve Rob Thomas’lı ‘Smooth’u barındıran “Supernatural” ile 1999’da hayatının en büyük ticari başarısını yakalayarak sıkı bir dönüş yaptı. 2002’de aynı formülü takip ederek yayınladığı “Shaman” her ne kadar “Supernatural”ın başarısını yakalayamamış olsa da bugün Santana hala müzik dünyasının en saygın gitaristlerinden birisidir.

 

Batuhan Mutlugil

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

 8 Nisan 1974’te İstanbul’da doğdu. Öğrenimini  Doğuş Koleji ve İstanbul Üniversitesi İktisat bölümünde yaptı. Kendisi gibi değerli bir sanatçı olan babası Batu Mutlugil’in  kendisine klasik gitar alması ile müzik hayatına başlayan Batuhan Mutlugil, 15 yaşlarında elektro gitar çalmaya başlamıştır.

 Duman grubu kurulmadan önce babası ve Yavuz Çetin ile birlikte “Blue Blues Band” isimli grupta çaldı. Yakup ve Duman grubundan Kaan Tangöze ile birlikte 2006 yılında yayınlanan “Karanlıkta” isimli single’da yer aldı.

Batuhan Mutlugil’in Fenerbahçe Spor Kulübü 1990-1991 yılı Yelken şampiyonluğu vardır.

Rıza Kaan Tangöze

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

5 Eylül 1973 İstanbul doğumlu olan Kaan Tangöze’nin müzikle ilk tanışması 8 yaşında iken babasının aldığı piyano ile oldu. 14 yaşlarında elektro gitar çalmaya başladı. Şişli Terraki Lisesini bitirdi ve 1994 yılında eski sınıf arkadaşı Yakup ile birlikte Seattle’a gitti.

 2 yıl Community College’da okudu ve sonrasında University of Seattle’de marketing eğitimi alarak öğrenimini tamamladı. 21 yaşında iken gittiği Seattle’de toplam 5 yıl kaldı. “La,la,la,la” adlı bir ingilizce parçası Seattle ve Los Angeles’ta yayınlanan bazı koleksiyon albümlerinde yer aldı. Grunge müziğin vatanı Seattle’de müzik yaşamını geliştiren Kaan Tangöze burada kendi tarzını yarattı.

Duman grubu kurulmadan önce Mad Madame isimli cover yapan bir grupta çalıyordu.  Yeşim Salkım‘ın “Beyhude” isimli parçasında kendisine eşlik etmiştir. 2006 yılında uzun yıllardır beraber müzik yaptığı arkadaşı Yakup ve Duman grubundan Batuhan Mutlugil ile birlikte “Karanlıkta” isimli bir single çalışması yayınladılar.

Duman Grubunun vokalisti olan Tangöze, 26 Mart 2010 tarihinde manken Seçkin Piriler ile evlenmiştir.

Murat Çelik

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

4 Mart 1965 de Bakırköy’de dünyaya geldi. Müzikal anlamda ilk olarak “Düş Sokağı Sakinleri” adlı müzik grubunun üyesi olarak değil bizzat kurucusu olarak başladı.

Solo kariyerine “Su Düşleri” albümüyle başladı daha sonra Düş Sokağı Sakinleri’nden ayrılarak “Seyyah” isimli albümünü çıkardı.

Kitap çalışmalarına başlayan Murat Çelik,Ekim 2004 yılında “Gülziya” isimli roman çalışmasını gerçekleştirdi. Roman ikinci baskısını 2005’in ekiminde yaptı.

Ardından 2005 yılının sonlarına doğru “Aşkın Elif Hali” isimli şiir kitabını çıkarttı. Hissettiklerini ve yaşadıklarını: “Aklınızla kalbinizin kesiştiği yere dikkat edin, elimizde bir tek o kaldı” diyerek özetlemektedir.

Beyaz Kelebekler

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Beyaz Kelebekler, 1963’te İstanbul Kabataş Erkek Lisesi’nde okuyan beş genç müzisyen (Rıfat Eke, Altan Eke, Ender Akacan, Behzat Kutlubağ ve Bülent Ortaç) tarafından kuruldu. Aralarına yedi yaşındaki gitarist Ercüment Ateş ve solist Ayşe Sütçü’yü alarak, zamanın gazetelerinin promosyon çekilişlerinde konser vermeye başladılar. Turgut Akyüz’ün gruba katılmasıyla profesyonel hayata geçtiler. 1967 yılında Ayşe Sütçü evlenip müziği bırakınca yeni solistleri Azize oldu. 1968’de İran Şahı’nın davetlisi olarak sarayda 14 gün kalıp altı konser verdiler.

1969 sonlarında bu kez Azize, arabesk müziğinin büyük ismi Orhan Gencebay ile evlenince solist olarak Ülkü Üst’ü aldılar. 1970 yılında bir konser için Adapazarı’na giderken geçirdikleri trafik kazasında Rıfat Eke, Atlan Eke ve Behzat Kutlubağ hayatını kaybetti. Geride kalanlar yoğun baskılar sonucu Beyaz Kelebekler’i sürdürmeye karar verdi ve aralarına dört yeni arkadaşı alan grup hemen hemen tüm Avrupa ülkelerinde konsere çıktı.

Beyaz Kelebekler, 1975 yılında Ercüment Ateş’in bestelediği “Sen Gidince” adlı şarkıyla Hollanda plak listelerinde bir numaraya kadar çıktı. O dönemdeki solistleri Sevil Özyurt’tu. Fakat grup solistlerini bir kez daha değiştirdi ve Semra İleten’i aldı. 1970’li yılların en popüler topluluklarından biri olan Beyaz Kelebekler, 1980 yılında İzmir Fuarı dönüşünde çalışmalarına son verdi. Turgut Akyüz bir trafik kazasında hayatını kaybedince Bülent ve Ender müziği bıraktılar ve ticaret hayatına atıldılar.

Ike Turner

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Ike Turner 5 Kasım 1931 tarihinde Mississippi’de (ABD) doğdu.

“Rock and Roll Hall of Fame” grubunun üyesi olan Ike Turner, ilk rock’n roll kaydını yapan müzisyen olarak biliniyor.

Ike Turner, 1959’da Tina Turner‘la evlendi, evlilikleri 1978 yılına kadar sürdü. Tina’nın eşi ve iş ortağı olan Turner, ‘A Fool In Love’, ‘It’s Gonna Work Out Fine’, ‘River Deep Mountain High’la dünya çapında tanındı.

1978 yılında, Tina Turner, eşinden sürekli şiddet gördüğünü söyleyerek boşandı. Dayak olayları ünlü yıldızın imajını lekeledi. Ike Turner uzun bir süre basından ve hayranlarından saklanmak zorunda kaldı. Ta ki, 2001 yılına kadar. Bundan 6 yıl önce Turner, eşi Tina’ya şiddet uygulamadığını, çıkan haberler yüzünden adının lekelendiğini öne sürdü.

Tina Turner, boşandıktan sonra “Eski kocamdan soyadından başka hiçbir şey istemiyorum” dedi. Ve Turner o yıllarda özellikle “Whats Love Got To Do With It” şarkısıyla dünya çapında ünlü oldu.

Ike Turner ise 2007 yılında, geleneksel blues albümü ‘Risin with the Blues’ ile Grammy ödülü kazandı.

Tina Turner’ın eski eşi, ABD’li ünlü soul yıldızı Ike Turner 12 Aralık 2007 gecesi San Diego’daki evinde ölü bulundu. 76 yaşında hayata veda eden Turner’ın ölüm nedeni açıklanmadı. Tina Turner, eşinin ölümüyle ilgili bir açıklama yapmadı.

Abba

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Abba’nın öyküsü Haziran 1966’da Björn Ulvaeus (1945 doğumlu) Benny Andersson’la (1946 doğumlu) tanıştığında başladı. Björn, dönemin popüler halk müziği topluluklarından Hootenanny Şarkıcıları’na üyeyken, Benny de İsveç’in en iyi pop grubu “The Hep Stars”da piyano çalıyordu. Çift, ilk şarkılarını bu yıldan sonra yazdı ve on yılın ardından ortak bir grup kurmaya karar verdi. Bu sırada, Benny, The Hep Stars’dan ayrıldı, Hootenanny Şarkıcıları ise sadece stüdyoda bulunuyorlardı. Hootenanny Şarkıcıları topluluğu, Stig Anderson’a (1931-1997) yani Abba’nın menajerine aitti. Aynı zamanda Stig, grubun ilk yılında onlara şarkı sözü konusunda da katkıda bulundu.

1969 ilkbaharında, Björn ve Benny, iki kadınla tanıştılar. Abba’nın diğer yarısını oluşturacak olan iki kadınla. 1950 doğumlu olan Agnetha Fältskog, ilk single’ını 1967’de piyasaya sürdüğünde büyük ilgi görmüştü. O ve Björn, 1971’de evlendiler. “Frida” adıyla tanınan 1945 doğumlu Anni-Frid Lyngstad, doğduğu Norveç’ten küçük yaşta İsveç’e taşındı. Björn, Benny, Agnetha ve Frida, enstrümental ve vokal fon müziğinin yanısıra kendi yaptıkları solo ve düet çalışmalarla grup kariyerlerine başladılar. 1972 yılının ilkbaharında “People Need Love” kırkbeşliğini kaydettiler. Bu sırada kendilerini Björn & Benny, Agnetha & Anni Frid olarak adlandırıyorlardı. 1973’te İsveç’i, Eurovision Şarkı Yarışması’nda “Ring Ring” adlı parçayla temsil ettiler ve üçüncülük ödülünü kazandılar. Bu şarkı ve aynı adı taşıyan albüm, dörtlüyü, İsveç’teki tüm müzik listelerinin zirvesine oturtmuştu.

“Ring Ring”, birkaç Avrupa ülkesinde hit haline geldi. Grup 1974 yılında “Waterloo” ile tekrar seçmelere katıldı. Bu sırada gruba, isimlerinin baş harflerinden oluşan Abba adını verdiler. 6 Nisan 1974’teki Eurovision Şarkı Yarışması’nda Abba “Waterloo” ile yarışmanın birincisi oldu ve büyük sükse yaptı. Bu zaferin ardından şarkı, tüm Avrupa ülkelerinin listelerinde zirvenin güçlü ortakları arasına girdi, kısa sürede Amerika müzik piyasasında da adını duyurmayı başardı. Abba, “Sos” adlı üçüncü albümüyle ününe ün kattı. “Mamma Mia” adlı parça, Abba’yı İngiltere ve Avustralya listelerinin zirvesine yerleştirdi.

Ve Abba’yı Abba yapan 1976 yılı… “Greatest Hits” ve “The Best of Abba Repectively”, İngiltere ve Avustralya’da piyasaya sürüldü. Tüm dünyada büyük ilgi gören “Fernando” ve “Dancing Queen” gibi single çalışmaları, kısa süre sonra klasikler arasına girecek ve Abba adını ölümsüzleştirecekti. Tabii başarı, her zamanki gibi basamaklarla geliyordu. “Dancing Queen” önce, İngiltere listelerinde bir numaraya yükselen ilk Abba şarkısı oldu. İlgi gün geçtikçe büyüyor, grup müthiş bir motivasyonla yoluna devam ediyordu.

Yıl sonunda dördüncü albümleri olan “Arrival”ı piyasaya sürdüler. “Money Money Money” ve “Knowing Me, Knowing You” başta olmak üzere tüm parçalar büyük beğeni kazandı. Ardından 1977 yılının başlarında düzenlenen Avrupa ve Avustralya konserleriyle kendilerini gösterdiler ve sahne performanslarıyla da olumlu not aldılar. Yıl sonunda Abba için bir film çevrildi. Filmin yönetmeni olan Lasse Hallström’e, senaryoda Robert Caswell eşlik etmişti. Grup elemanlarının dışındaki başlıca oyuncular arasında Robert Hughes, Torn Oliver, Bruce Barry ve Stikkan Andersson bulunuyordu. Filmin vizyona girişini, “The Album” isimli yeni albüm çalışmasının müzikseverlere sunulması izledi. “The Album”, grubu bugünlere getiren klasiklerden “The Name of The Game” ve “Take a Chance On Me”yi de içeriyordu.

1979 baharında “Voulez-Vous” albümü raflardaki yerini aldı. “Summer Night City” ve “Chiquitita”nın kaydedildiği dönemde Björn ve Agnetha, boşandıklarını açıkladılar. Bu şaşırtıcı haber, ilk duyulduğunda grubun bitişi olarak nitelendirilse de beklendiği gibi olmadı. Ancak ikilinin, ‘müzik yapan mutlu bir çift’ imajı önemli ölçüde sarsılmıştı. Bu yılın son çeyreğine girilirken “Gimme! Gimme! Gimme! (A Man After Midnight)” adlı single çalışma piyasaya sürüldü. Sonrasında yola, Kanada ve Avrupa konserleriyle devam edildi. Abba’nın en çok beğenilen parçalarını içeren toplama albümün ikincisi, “Greatest Hits Vol. 2” de, aynı tarihte uluslararası başarıyı yakaladı.

1980 yılının Mart ayında Abba, Japonya’da bir konser verdi. Birkaç ay sonra, kısa sürede klasikler arasındaki yerini alan “The Winner Takes It All”u da içeren “Super Trouper” adlı albüm beğeniye sunuldu. Grup içindeki çalkantı, 81 yılının Şubat ayında yeniden kendini gösterdi, Benny ve Frida çifti de ilişkilerini yürütemeyerek boşanma kararı aldı. 70’lerdeki o iki mutlu çift, artık ayrıydı… Ancak bu da Abba’nın çalışmalarına son vermedi. Dört sanatçı, yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen dostluklarını sürdürdüler. Yıl sonunda Abba’nın sekizinci albümü olan “The Visitors” piyasaya sürüldü. Öne çıkan parçaların başında “One of Us” geliyordu.

1982’de grup dışı çalışmalara başladılar. Björn ve Benny çeşitli müzikal denemelere yönelirken Agnetha ve Frida da solo kariyerlerini sürdürdüler. Bu dönemde çıkan tek iş olan “Abba LP”, grubun, ilk on yılında kaydettiği en iyi şarkıları içeren bir toplama albüm niteliği taşıyordu. Albümde ayrıca iki de yeni parça bulunmaktaydı. Aynı yılın sonunda Abba, müzikal çalışmalarını bir süreliğine askıya alma kararı aldı ve dinlenmeye çekildi. Birkaç yıl sonra yeniden bir araya gelseler de kayıt yapmadan ayrılarak Abba’nın aktif yaşamına son vermiş oldular.

Tüm olumsuzluklara rağmen Abba, yaptığı müzikle tüm zamanların en iyi grupları arasında yer alma başarısını gösterdi. Onlarca ülkede milyonlarca müziksever, Abba’nın şarkılarıyla büyüdü, Abba’nın şarkılarıyla yaşadı… Ayrılıkla biten hikaye ve karanlık gibi görünen son, aslında ışıltılı bir başlangıçtı. Abba yıllar geçtikçe güçlendi; toplama albümlerden müzikallere, cover çalışmalarından ünlü sanatçıların teşekkür parçalarına kadar çok sayıda işin ithaf edildiği grubun, müzik tarihinin ölümsüzleri arasındaki yeri defalarca kanıtlanmış oldu.

1992’de sunulan “Abba Gold”, büyük ilgi gördü ve 25 milyonluk satış rakamına ulaştı. 1993’te “More Abba Gold” ile devam eden serinin üçüncü albümü “The Box Set: Thank You For The Music” oldu. Sonrasında gelen ve çeşitli kayıt şirketleri tarafından düzenlenen bir dizi toplamayı 2003’ün başlarında Universal Special Products etiketiyle sunulan “On and On” izledi.

Placebo

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Ünlü Placebo grubu; vokal, gitar ve basta Amerikalı Brian Molko, bateri, perküsyon ve dijeriduda İngiliz Steve Hewitt, bas, akustik, elektro gitar ve piyanoda İsveçli Stefan Olsdal’dan oluşuyor. Grup için her şey 1980 yılında başladı. İkisi de 8 yaşlarında olan Brian ve Stefan, Lüksemburg’da Amerikalı çocukların gittiği bir okulda eğitim görüyorlardı. Brian, o yaşlarında istediği arkadaşlıkları kuramamış ve çocukluğunun uzun bir dönemini bu anlamda yalnız geçirmişti. En büyük hayali sağlam dostlar edinip Londra’ya gitmekti.

Yıllar sonra okul bittiğinde, Brian ve Stefan Londra’ya taşındı. Ancak aralarında herhangi bir arkadaşlık ilişkisi yoktu. 1994 yılında bir gün, Manş Tüneli’nin çıkışında karşılaştılar ve uzun süre sohbet ettiler. O günün akşamında Brian’ın evinde müzik yapmaya karar vermeleri, Placebo için atılan ilk adımdı belki de. Stefan, Brian’ın gitar çalışına ve vokal tarzına hayran kalmıştı. İki genç, müzik grubu kurma planları yapmaya başlamış, tek eksiklerinin iyi bir baterist olduğuna karar vermişlerdi.

Daha önce Stefan ile birlikte çalışan ve perküsyon okumak için Londra’da bulunan İsviçre asıllı Robert Schultzberg’i de aralarına alarak “Ashtray Heart” adlı bir grup kurdular. Brian, grubun kurulmasından önce tiyatro okuyordu. Daha sonra fikrini değiştirerek müzik yapmaya ve tüm çalışmalarını gruba yoğunlaştırmaya karar verdi. Kısa süre içinde topluluk, kimlik değişikliğine gitti ve bugün tüm dünyanın tanıdığı o büyülü isme karar verildi: “Placebo”. (Placebo, bir tıp terimi… Bazı hastalar etkisiz bile olsa bazı ilaçların faydası olacağına inanırlar. Bunlar hastanın ikna edilemediği durumlarda onu rahatlatmak için verilen orjinal görünümde sahte ilaçlardır. İşte bu ilaçlara placebo adı veriliyor. Ayrıca placebo, Latince’de “mutlu edeceğiz” anlamına da geliyor).

Önceleri art rock’tan başlayan tarzları, sonradan punk ve new wave’e kaymaya başladı. Brian Molko’nun dikkat çeken dış görünümü de, müziklerinin yanısıra imajlarıyla da dikkat çekeceklerinin göstergesi gibiydi. Fierce Panda Kayıt Şirketi tarafından 1995’te yayınlanan single “Bruise Pristine” ile, müzikseverlere ilk çalışmalarını sunmanın mutluluğunu yaşadılar. “Bruise Pristine”, Michael Stipe, Bono, David Bowie, Marilyn Manson gibi önemli isimlerin dikkatini çekti. Bu durum, topluluğun büyük şirketlerle anlaşma yolunu açtı. Deceptive Kayıt Şirketi etiketini taşıyan ve grupla aynı ismi taşıyan 1996 çıkışlı “Placebo” albümü, ilk ticari başarıları oldu. Tabii bunda, ünlü yapımcı Brad Wood’un da payı büyüktü.

Katıldıkları ilk büyük organizasyon, David Bowie’nin 50. doğumgününde sergiledikleri canlı performanstı. Konserin ardından albüm satışları arttı ve turneler birbirini izledi. “Nancy Boy” adlı single çalışması, İngiltere listelerinde 4 numaraya kadar yükselmiş, Brian Molko’nun marjinal görünümü, dergi kapaklarına yansımaya başlamıştı.

Bir süre sonra Brian ve Stefan ikilisi ile Robert arasında bazı anlaşmazlıklar çıktı. Bu durumun gerektirdiği yeni baterist arayışı, Breed isimli toplulukta çalan ve Molko’nun büyük hayranlık duyduğu Steve Hewitt’in teklifi kabul etmesiyle son buldu. Steve ile kaydettikleri “Without You I’m Nothing” albümü, 1998 yılında raflardaki yerini aldı. Albümden çıkan “Pure Morning” ve “You Don’t Care About Us” adlı çalışmalar, İngiltere listelerinin zirvesini uzun süre meşgul etti. Brian Molko, şarkı yazma konusundaki yeteneğini geliştirmiş, grubun başarılarının yanında kişisel olarak da büyük ilerleme kaydetmişti.

Placebo, Michael Stipe tarafından yapılan “Velvet Goldmine” filminin birkaç sahnesinde yer aldı. Bu film, öncülüğünü Mark Bolan’ın yaptığı ve David Bowie tarafından uzun süre geçerliliğini korumuş olan glam rock tarzının çıkışı üzerine yapılmıştı. Son yıllarda çıkmış en iyi glam imaja sahip olan Placebo, bu film için gerçekten çok iyi bir seçimdi.

Bu arada David Bowie ile olan bağları kopmadı. 1999’da İngiltere’nin en önemli müzik ödüllerinden biri olan Brit Awards’un töreninde aynı sahnede Trex’in “20th Century Boy”unu yorumladılar.

O yılın yazında “Without You I’m Nothing”in yeni versiyonunu kaydettiler. 2000 yılının ortalarında ise “Black Market Music” adlı albümleri, dünyaca ünlü Virgin Kayıt Şirketi etiketiyle piyasaya çıktı. Bu albümdeki “Taste In Men”, hem müziği, hem de sözleriyle şimşekleri üzerine çekti. Fakat bu tepkiler, Avrupa’dan Rusya’ya uzanan bir turnenin başarılı geçmesine engel olamadı. Hatta turnenin bir ayağı da Türkiye’deydi. Topluluk, ülkemizde de büyük ilgi gördü.

Ünlü grup, 2003 yılında yine çok başarılı bir albüm sundu sevenlerine. “Sleeping with Ghosts” adını taşıyan albümün açılış parçası, sert bir enstrumental olan Bulletproof Cupid. Bu şarkıdan sonra dikkatinizi çekecek ilk şarkı, kesinlikle World Trade Center sonrası yazılmış Sleeping with Ghosts. Albümün ve Placebo’nun kariyerinin en sağlam parçalarından biri. The Bitter End, kesinlikle başarılı ve albümü satabilecek bir “stalker” şarkısı. Albümün ikinci yarısı kesinlikle daha ilginç ve eğlenceli. I’ll be yours, Second Sight, Protect Me From What I Want ve de Centerfolds bu albümü bir bakıma kurtaran son 4 şarkı.

Duman

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Doksanlı yılların başlarında müzik yaşantısına başlayan grup elemanlarından Kaan Tangöze (Vokal), öğrenim görmek amacı ile gittiği Seattle’da müzik yaşamına devam etti ve oradayken Türkiye’de çıkarmak istediği albüm için parçalarını hazırladı. Türkiye’de bulunan grubu Mad Madame ile Saettle ve Los Angeles’da yayınlanan toplama albümlerde yer aldı. Türkiye’ye döndüğünde Blue Blues Band ile beraber çalışan Batuhan Mutlugil’i (Gitar) ve Ari Barokas (Bas Gitar) ile beraber çaldıkları Mad Madame grubuna dahil ederek “DUMAN” isminde şimdiki gruplarını kurdular.

Böylece Duman “Eski Köprünün Altında” isimli albümleri ile büyük bir dinleyici kitlesine de ulaşmayı başardı. Çoğunlukla davulcu sorunu yaşayan grup, bir çok isimle beraber çalıştı ama çoğunlukla albüm ve konserlerinde Türkiye’nin en başarılı isimlerinden Alen Konakoğlu (Davul) eşlik etti. Özellikle “Belki Alışman Lazım” isimli albümden sonra stüdyo ve konser çalışmaların Alen Konakoğlu Duman grubunun dördüncü ismi oldu.

Duman hayranlarının büyük bir sabırsızlıkla beklediği ve grubun tam bir titizlikle hazırladıkları “Belki Alışman Lazım” isimli albüm, “Eski Köprünün Altında” isimli ilk albüme göre biraz daha melankolik bir albüm. İlk albümde bulunan daha eğlenceli parçalar yerini tamamen daha hüzünlü ifadelere bıraktı ve Kaan’ın sesiyle bütünleşti. Grup; aşk, umutsuzluk ve hüzün teması dışında “Masal” isimli parçada Adnan Menderes ve Deniz Gezmiş’in asılmalarına eleştirili bir yaklaşımda bulunmuş.

Sezen Aksu’nun daha önce seslendirdiği “Her Seyi Yak” isimli parça ise Kaan’ın yorumu ile birkez daha alışılmış bir “Duman” tadı verdi ve çıkış parçası oldu. Grup aynı zamanda, konserlerindeki canlı performanslarıyla da sevenlerine oldukça keyifli dakikalar geçirmekte.

Prodigy

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Dört İngiliz genç adamın oluşturduğu dünyaca ünlü dans müzik grubu Prodigy, 1990 yılının sonlarında kuruldu. Arkalarındaki en önemli müzikal güç, Liam Howlett’a aitti. Kariyerine “Cut To Kill” isimli bir grupta DJ olarak başlayan Howlett, bir süre sonra ayrılarak house ve rave türleriyle ilgilenmeye başladı. The Barn isimli bir kulüpte, iki metre boyunda bir James Brown hayranı olan Leeroy Thornhill ve seyahat için orada bulunan Keith Flint ile tanıştı. Keith ve Leeroy, Liam’a, yanında kayıtlarının bulunduğu bir kaset olup olmadığını sordular. Birkaç parça dinledikten sonra canlı performans yapmaları halinde dans ederek Liam’a eşlik edebileceklerini söylediler.

Ziggy isimli bir arkadaşları 1990 yılında Labyrinth adlı bir yerde canlı program organize etti. Dansçılar Keith, Leeroy, Keith’in arkadaşı Sharky ve Liam, performans için hazırdılar. Maxim Reality’nin (Keith “Keeti” Palmer) de katılmasıyla ilk canlı performanslarını 250 dinleyene sunmuş oldular. Bu beş yetenekli adam, bir süre sonra “Prodigy” adını verdikleri gruplarıyla müzik yolculuklarına başladılar.

Sharky’nin gruptan ayrılmasının ve XL Records kayıt şirketiyle anlaşmalarının ardından 1991 yılının Şubat ayında, dört parçadan oluşan “What Evil Lurks” isimli ilk çalışmalarını piyasaya sürdüler ve 7.000 kopya satmayı başardılar. Albümün yükselen grafiği sayesinde çeşitli kulüplerde sayısız canlı program yapma şansı bulan grup, bir sonraki single çalışması “Charly” ile yeniden dinleyicilerinin karşısına çıktı. İnanılmaz bir ilgiyle karşılanan parça; İngiltere single listesine üç, dans listesine ise birinci sıradan giriş yaptı.

“Charly”den sonra “Everybody In The Place” ile yeniden gündeme oturdular. Müzik listelerinde uzun süre ikinci sıradaki yerini koruyan çalışmaya zirve keyfini yaşatmayan, dünyaca ünlü Queen grubunun “Bohemian Rhapsody” şarkısının yeniden düzenlemesiydi. Grubun büyük ilgi gören bu albümünde “Fire” ve “Out of Space” gibi gelecekte birer Prodigy klasiği olarak anılacak parçalar yer alıyordu. 1992 yılının Kasım ayında Prodigy, ilk uzun albümlerini piyasaya çıkardılar. “Experience” (Tecrübe) adını taşıyan çalışma, özgün tarzı ve tazeliğiyle dikkate değer kalitedeydi. Ancak Paul Oakenfold ve Moby ile birlikte gerçekleştirilen tanıtım turları çeşitli sorunları beraberinde getirdi. Yaşanan bazı sıkıntılı gelişmelerle güç kaybeden topluluk, 1993 yılında kaydettiği “One Love” ile toparlanmaya çalıştı.

Farklı tarzı ve hissettirdiği yenilik duygusuyla dikkatleri üzerine çeken “One Love”, gruptaki değişim rüzgarlarının etkilerinden biriydi. “No Good (Start The Dance)”i çıkarmalarıyla birlikte Liam yeni bir albüm üzerinde çalışmaya başladı. 1994 yılının Temmuz ayında raflardaki yerini alan “Music For The Jilted Generation” (Yüzüstü Bırakılan Nesil İçin Müzik) ile kariyerlerinin en büyük başarısını elde ettiler. Listelerde bir numaraya yükselen ve İngiltere En İyi 10 sıralamasında tam 4 ay boyunca kendisine yer bulan albüm, bir milyondan fazla satıldı. Bu gelişmelerin ardından grup, uluslararası alanda başarıyı yakalamak için harekete geçti. 20’den fazla ülkede müzikseverlerle buluşan Prodigy, “Voodoo People” ve “”Poison” isimli singlelarıyla başarısını pekiştirdi.

“Music For The Jilted Generation”ın gördüğü olağanüstü ilginin ardından tüm Amerika’yı, Avustralya’yı ve Avrupa’yı kapsayan uzun bir turneye çıktılar. En büyük dans festivallerinden biri olan Tribal Gathering’de de sahne alan grup, Glastonbury 95’te de boy gösterdi. Keith bu turnede saçını boyadı ve imajını değiştirdi. Prodigy tarihindeki bir diğer mihenk taşı da, 1996 yılının Mart ayında sunulan “Firestarter” isimli çalışmaydı. Yarım milyon kopyanın satıldığı İngiltere de dahil olmak üzere altı Avrupa ülkesindeki müzik listelerinde birinci sıraya yükselen ve zirveyi uzun süre kimseye bırakmayan şarkı, video klip çalışmasıyla da büyük ilgi gördü.

“Firestarter” adlı şarkıyı, gruba başarıların en büyüğünü getirecek olan “Breathe” izledi. Kısa sürede dünya çapında 700.000 satış rakamına ulaşan ve grubun en görkemli hisler uyandıran parçalarından biri olarak dikkat çeken “Breathe”in tarzı, Prodigy’nin isyankar değişiminin de göstergelerinden biriydi. Ancak bu durumun en güzel örneği, sıradaki çalışma olan “Smack My Bitch Up” oldu. Şarkının video klibinin yayını çok sayıda televizyon kanalında yasaklandı. Prodigy’nin üçüncü uzun albümü olan “The Fat of The Land”, 1997 yılının ortalarında yayınlandı. Grup, yine müthiş bir uluslararası başarıya ulaştı. İçinde Amerika’nın da bulunduğu 22 ülkenin müzik listelerini altüst eden albümün, tüm dünyada bir yıl içinde tam 7 milyon kopyası satıldı.

Ünü bütün dünyaya yayılan Prodigy’nin dahi elemanları, 1998 ila 1999 yıllarında biraz rahatlamayı ve kendilerine zaman ayırmayı tercih ettiler. Zaman zaman birlikte sahne aldılarsa da bu iki senenin çoğunu kendi çalışmalarına ayırdılar. Bu dönemde ön plana çıkan işler; Liam’ın canlı DJ performansları, Maxim’in “My Web” isimli solo single çalışması ve Leeroy’un “Leave Me Alone” remixi (yeniden düzenleme) oldu. “Smack My Bitch Up”tan sonra çıkan ilk resmi Prodigy albümü, “Dirtchamber Sessions Volume I” oldu. 1999 yılının Şubat ayında müzik marketlerdeki yerini alan çalışma, gerçekten mükemmel parçalar içeriyordu. Ancak grup elemanlarının ayrı ayrı yaptıkları işlerin etkisinden olsa gerek, daha önceki Prodigy klasikleri kadar beğeni kazanmadı.

2000 yılında yeni albümün sinyallerini vermeye başladılar. Ancak beklenen olmadı ve yalnızca albümün ismi duyurulabildi: “Always Outnumbered, Never Outgunned”… Çıkan haberler, Prodigy elemanlarının zamanlarının büyük bölümünü dinlenerek ve grupla ilgili olmayan işler yaparak geçirdikleri yönündeydi. Ancak 2000 yılı, grup için tümüyle sessiz sakin geçmedi. En azından Maxim ve Leeroy, oldukça önemli bir işe imza attılar. Yeni solo çalışmalarını oluşturan ikili, “Carmen Queasy” ve “Scheming” ile yaptıkları çıkışı “Hell’s Kitchen” ile sürdürdüler. Leeroy, takma adı olan Longman’i Flightcrank ile değiştirdi ve üç yeni şarkı içeren ikinci solo single çalışması “Flightcrank EP”yi beğeniye sundu. 2001 yılında ise resmi olarak yayınlanan “Beyond All Reasonable Doubt” ile dinleyenlerinin karşısına çıktı.

Prodigy hayranları, solo çalışmalardan tam anlamıyla memnun olmadı. Klasikleşmiş, baştan çıkarıcı Prodigy tarzını hissetmek isteyen dinleyenler, aynı havayı yakalayamamaktan şikayetçiydiler. Tarzı gruptan farklı da olsa gerçek olan; bu iki başarılı müzisyenin, kazandıkları tecrübeyle kimseye bağlı kalmadan da göz kamaştırıcı işler yapabileceklerini göstermiş olmalarıydı. Yaklaşık dokuz yıl boyunca bozulmayan ve efsaneleşen dört kişilik Prodigy kadrosu, 2001 yılının Nisan ayında ilk kaybını verdi. Leeroy Thornhill, kendi çalışmalarına yoğunlaşmak için gruptan ayrıldı. Yaptığı açıklamada “Dokuz yıl boyunca Prodigy’nin bir üyesi olmaktan hep mutluluk duydum. Birlikte çok güzel şeyler yaşadık. Ancak artık ben de Flightcrank gibi tümüyle kendi müziğime konsantre olmak istiyorum. Gruba gelecekte daha büyük başarılar dilerim.” ifadesini kullanan Leeroy’a Liam’dan aynı olgunlukta, arkadaşça bir yanıt geldi: “Leeroy’un, solo kariyerinde de büyük başarılar kazanmasını temenni ederim.” Ayrıca Prodigy’nin dahi müzisyeni, toplulukla ilgili çıkan asılsız haberleri de şu sözüyle yanıtlamıştı: “Bu olay grubun ilerleyişini veya müzikal tarzını değiştirmeyecektir.

2001 yılının devamında “Trigger” ve “Nuclear” isimli 2 şarkı daha kaydeden grup, 2002’de Avustralya’daki Big Day Out festivalinde de 6 yeni çalışmayla dinleyicilerini coşturdu. Ancak yalnızca “Baby’s Got A Temper” adlı parça ortaya çıkarıldı. İçinde “Firestarter”dan da bir bölümün yer aldığı şarkı, video klibi ve klasikleşmiş Prodigy tarzına olan yakınlığıyla büyük ilgi gördü. Prodigy’nin geleceği kimse tarafından kestirilemiyor olsa da, geçmişteki kusursuz işleri ve her biri birer müzikal deha olan elemanlarıyla, yapacakları her işin büyük yankı uyandıracağı, şüphe götürmeyen bir gerçek gibi görünüyor.

Coldplay

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Küçük yaşlarından beri çeşitli enstrümanlar çalabilen, Bob Dylan, The Stone Roses, Neil Young, My Bloody Valentine gibi isimlerden etkilenmiş dört gencin Londra’daki University College’da tanıştıktan sonra kurduğu Coldplay, 2000 tarihli çıkış albümü “Parachutes” ile kısa sürede, önce İngiltere’de sonra da Avrupa ve Amerika’da önemli bir hayran kitlesine kavuştu.

Grubun yaşça en büyüğü vokalist Chris Martin, küçük yaşta çalmaya başladığı piyanoya on beş yaşına geldiğinde çeşitli gruplarda çalarak devam etti. Tom Waits’in şarkılarından etkilendi. Gitarist Jon Buckland on bir yaşında gitar çalmaya başladı ve idolleri çoğu genç gitaristinki gibi Eric Clapton ve Jimi Hendrix’ti. Aslen İskoçyalı olan Guy Berryman daha çok funk ile ilgileniyordu ve bu yüzden bas çalmayı seçmişti. Multi-enstrümanist Will Champion, Coldplay’de çalmaya başlamadan önce daha çok gitar ve bas çalıyordu. Grup kurulduğunda davullar ona kalmıştı.

İlk konserlerini Manchester’da amatör grupların çaldığı bir festivalde verdiler ve “The Safety” adındaki EP’leri de bu festivalden kısa süre sonra çıktı. Bir yıl sonra “The Brothers and Sisters” EP’si Fierce Panda isimli bir şirketten tarafından yayınlandı. İki EP de 500’er adet basılmıştı. Beğenilen EP’ler 1999’da Parlophone’la anlaşma yapmalarını ve beş şarkı içeren “The Blue Room” EP’sini çıkarmalarını sağladı. Akustik şarkıları ve tavırları sayesinde basın tarafından “Yeni Travis” olarak lanse edildiler. 2000 yılının ilkbaharında iki EP’leri, “Shiver” ve “Yellow” yayınlandı.

2000 yılının sonlarına doğru çıkan ilk albümleri “Parachutes” gruba bir Mercury, üç tane de Brit ödülleri adaylığı getirirken Coldplay, Britanya ve Amerika Birleşik Devletleri’nde Chris Martin’in ses tellerindeki sorunlara rağmen bir çok konser veriyordu. Albümden çıkan iki single; ‘Trouble’ ve Yellow’ grubu bütün dünyaya tanıttı. 2002 yılında grubun ikinci albümü “A Rush of Blood to the Head” yayınlandı. Bu albümden çıkan ilk single ‘In My Place’ oldu.

İngiliz Besteciler ve Şarkı yazarları Akademisi tarafından başarılı besteci ve şarkı yazarları onurlandırmak amacıyla verilen “Ivor Novello Ödülleri” 2003 yılında Coldplay’e verildi. Tüm dünyada büyük başarı kazanan “A Rush Of Blood To The Head” isimli albümleri ile bu sene ‘Yılın Şarkı yazarları’ ödülünü kazanan Coldplay’in albümü 6 milyon sattı.

Yansımalar

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Yansımalar grubu, 1990 yılında A. Şenol Filiz ve Birol Yayla tarafından kuruldu. Temelde akustik bir tınıya sahip olan topluluk, geleneksel müziğimizden yola çıkarak günümüzü yansıtan ve geniş bir yelpazeye açılabilen sade ve dingin bir müzik anlayışını yorumluyor. Topluluk, 1996 yılına kadar ikili olarak çalışmalarını sürdürmüş, bu dönem içinde yurt içi ve yurt dışında verdikleri pek çok konserin yanısıra “Yansımalar” ve “Bab-ı Esrar” isimlerinde iki albüm yayınlamışlardır.

Aynı yıl topluluğa vurmalı çalgılarda Engin Gürkey ve klavyede Alper Berksu katıldı. Klasik müzik perküsyoncu olan Engin Gürkey topluluk içinde daha ziyade Asya kökenli vurmalı çalgılar çalmaktadır. “Günümüzün karmaşasına karşın insanla biraz sadelik ve huzur sunmak amacımız…” diyen sanatçılar, çalışmalarında dinleyicileri ile bu temayı paylaşmaktadır. Enstrümantal müzik yapan grup, “Yansımalar”, “Bab-ı Esrar”, “Serzeniş” ve “Vuslat” olmak üzere dört albüm çıkardı.

Nirvana

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

MTV neslinin çok sevdiği ve bağlandığı Nirvana, 1988 yılında ABD’de kurulduğunda çekirdek kadrosu Kurt Cobain (20 Şubat 1967 – 5 Nisan 1994; gitar, seslendirme), Krist Novoselic (16 Mayıs 1965; bas gitar) ve Dave Grohl’dan (14 Ocak 1969; davul) oluşuyordu. Cobain “Grohl bizim altıncı davulcumuz gibi birşeydi” diye anlatıyordu, doğu yakası topluluğu “Dave Brammage”dan gelmişti, daha önce de “Scream”da çalışmıştı. Onların asıl davulcuları Chad Channing idi, “Dinosaur Jr”ın J. Mascis ve “Mudhoney”den Dan Peters ile sürekli bir ortaklık söz konusuydu aynı zamanda. Seattle şirketi Sub Pop ile anlaşan üçlü ilk olarak 60’ların Danimarkalı topluluğu Shocking Blue tarafından kaydedilmiş “Love Buzz” ve “Big Cheese”in aralarında bulunduğu ilk 45’liklerini hazırladılar.

İkinci gitarist Jason Everman tümü topu topu 600 dolara mal olan “Bleach”tan hemen önce topluluğa katıldı, kapaktaki fotoğrafa rağmen kayıtlarda hiç rol almadı (Mindfunk, Soundgarden ve Skunk’a doğru ilerleyecekti). Bu çalışma Nirvana’nın ağır ezgilere hoş bir hava katabilme yeteneğini doğruluyordu, kısa zamanda da büyük bir tabu oldu. Ama Channing bir Avrupa turnesi sonrasında gruptan ayrıldı, yerini Dan Peters doldurdu.1990’ın tek ürünü “Sliver”da rol oynadı.

Yeni davulcu Grohl kalıcı olmayı başaracak gibiydi. Topluluğu gezegene tanıtan Nevermind ile kendine gelen Geffen şirketi ile imzalanan ayrıcalıklı anlaşmayla üçlü, bu albümünde yapısal sınırları işleyen parçalarda yörelerine özgü yavaş sözler, coşturan nakarat biçimini ve ilk elden grunge alt kültürünü yüzeye çıkarıp dinleyiciye veriyordu.

1992 başlarında ABD listelerinde en yüksekteydi. Michael Jackson ve Dire Straits ile kapışıyordu, bir çok “yılın albümü” oylamasında da keza. Açılış parçası “Smells Like Teen Spirit” Birleşik Krallık’ta ilk ondaydı, bu parça efsaneleşti, Nirvana’nın artık önemli ve tanınmış olduğunu hatırlatıyordu. Aynı sıralarda Cobain ve “Hole”dan Courtney Love’ın aşkı, evlilikleri, Love’ın Frances Bean isimli bir kız çocuğu doğurması konuşuluyordu. Şimdiden açıktı, ne var ki, Cobain bir neslin sözcüsü, kurtarıcısı rolünü benimseyip benimsememe iç çatışmasını yaşıyordu. Ses getiren ilk öykü Vanily Fayre gazetesindeki bir makaleyle geldi, Love hamileyken uyuşturucu almıştı, bu da eyalet yönetimini ilk ayında Cobainlerle bebeği yalnız bırakmama kararına götürdü.

Bir sonraki albümün kayıtlarındaki zorlukları konu alan basın açıklamaları, ayrıca Cobain’in de rahatsızlığını dindirmek amacıyla bir dizi ilaç kullandığını ortaya koyar nitelikteydi. Yapımcı Steve Albini ile “In Utero”nun kaydı, sorunsuz olmadı; Albini ve Geffen’in vurdumduymazlığı, kendi istediklerini yapmaya çalıştıkları konuşuluyordu. Sonunda kayıt tamamlandığında, “Nevermind” kadar hızlı bir çıkış yapmadı, Cobain’in söz yazma yeteneği “Penny Royal Tea”, “All Apologies” ve tartışmalara yol açan “Rape Me”de kendini gösterse de.

Daha sonraları kolay etkilenen nesil tarafından bir atasözü gibi yaklaşılacak “Kendimden nefret ediyor ve ölmek istiyorum” sözünü söyleyen, kendini yok etme arzusu içindeki Cobain 1994’te doruktaydı. İtalya’da turne esnasında komaya girdiği (ki bunun başarısız bir intihar denemesinin bütün izlerini taşıdığı daha sonradan açıklandı), ve Seattle’a dönmeden önce kendini vurduğu gerçeği Nirvana’nın ancak bir punk topluluğu olduğuna karşı çıkan adam, belki de kendisini saran başarı yüzünden yıkılmıştı.

Ölümünün ardından çok söz söylendi, bir marka oldu. Basın-yayındaki uyanış, toplumdaki etkilenme ve kayıp hareketleriyle eş zamanlı gelişmişti, bir çok tıpkıbasım intiharla birlikte. “MTV Unplugged In New York”ın çıkışı hayranlarına küçük bir rahatlık, avuntu sağladı. 90’ların en dayanıklı görsel ve işitsel gösterilerinden birinde, Nirvana’ya özgü ve kaplama parçalardan bir seçki sunuluyordu. Grohl, eski Germs gitaristi (önceki turne düzenlemelerinde ve “MTV Unplugged” gösterilerinde ikinci gitarı eline alan) Pat Smear ile “Foo Fighters”ı topladı. Onları hiç yalnız bırakmaya basın-yayın dedikoduları ise Grohl’un “Pearl Jam” veya Tom Petty ile birlikte çalışacağı yolundaydı. Novoselic ise 1997 başlarında “Sweet 75″i kurdu.

Müzik tarihine ve hayranlarına birbirinden güzel, etkileyici sayısız eser bırakan Nirvana geldi, geçti. Bir kurtarıcı gibi düştüğü bu yeni neslin dünyasında boğulup giden yetenekli bir müzisyenin ve onun isminin arkasında zor görülen bir topluluğun; acıların, hayallerin, sevincin ve çaresizliğin öyküsü.