Archive for Haziran, 2012

Paco de Lucia

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Flamenko’nun en büyük gitaristlerinden Paco de Lucia, ya da gerçek adıyla Francisco Sanchez Gomez, 21 Aralık 1947’de ailesinin 5. erkek çocuğu olarak İspanya’nın güney Endülüs bölgesindeki bir liman kenti olan Algeciras’da dünyaya geldi. Amatör bir gitarist olan babası Antonio Sanchez, Paco’yu ve kardeşlerini genç yaşta teşvik etti ve Paco 5 yaşında sıkı bir çalışma içine girdi. Sahne adını annesi Lucia Gomez’in anısına de Lucia olarak değiştiren Paco, ilk performansını 1958’de yerel bir radyo olan Radio Algeciras’da kardeşi Pepe’nin söylediği şarkılara eşlik ederek gerçekleştirdi. Ertesi yıl Jerez de la Frontera’da prestijli bir gitar yarışmasını kazandı ve 1961’de ilk kaydını yaptı.

1963’de, dansçı Jose Greco’nun grubuna girdi ve değişik ülkelerde konserlere katıldı. New York’da kendisini Niño Ricardo ve Mario Escudero gibi etkileyenlerden biri olan virtüoz gitarist Sabicas’la tanıştı. İspanya’ya dönüşünün ardından 1964’de ailesiyle birlikte Madrid’e taşındı; ertesi yıl Ricardo Modrego ile 2 albüm yaptı ve “Festival Flamenco Gitano” festivaline katıldı. 1966’da gitarist kardeşi Ramon de Algeciras ile 3 albüm yaptı.

1967’de ilk solo albümü “La Fabulosa Guitarra de Paco de Lucia”yı çıkardı. 1968’de 2. solo albümü “Fantasia Flamenca” ile kendi stilini yansıttı. 1970’de ünlü Carnegie Hall’da çaldı ve 1972’de etkileyici gelişimine “El Duende Flamenco” ile devam etti ve ertesi yıl Fuente y Caudal albümü özellikle “Entre Dos Aguas” parçası ile uluslararası anlamda dikkat çekti. 1976’da Almoraima ile çığır açarak yoluna devam etti; 70’lerin sonlarında jazz fusion’a ilgi duymaya başladı ve Al DiMeola’nın 1977’deki “Elegant Gypsy” albümündeki performansı saf-flamenkocuların tepkisini çekti.

Paco de Lucia ateşli bir flamenko hayranı olan klasik besteci Manuel de Falla’nın anısına, Jorge Pardo ve Rubem Dantas tarafından kurulan Dolores grubu ile bir albüm kaydetti. Ertesi yıl fusion gitarist John McLaughlin ve Larry Coryell ile birlikte akustik bir trio albüm olan “Castro Marin”i kaydetti.

Paco de Lucia en geniş Amerikan dinleyici kitlesine 1980’de, başka bir virtüoz üçlü olarak John McLaughlin ve Al DiMeola ile Friday Night in San Francisco albümü ile ulaştı. Daha sonra 1982’de çıkardığı Passion, Grace and Fire ile caz hayranları arasında popüler oldu. Aynı yıl Chick Corea’nın Touchstone albümünde bulundu. Caz dünyasına bu dalışına ek olarak, vokalde kardeşi Pepe de Lucia, gitarda yine kardeşi Ramon de Algeciras, elektrik bas gitarda Carlos Benavent, flütte Jorge Pardo ve perküsyonda Rubem Dantas ile bir altılı oluşturdu. Bu çığır açıcı grup 1984’de “Live…One Summer Night” albümüne imza attı.

1986’da Juan Manuel Canizares ve José Maria Banderas ile bir üçlü oluşturdu ve 1990’a kadar onlarla çaldı. 1987’de kariyerini tanımlayan albümü olan ve kendi stilini özetleyen “Siroco”yu kaydetti. 1990’da Endülüs ve Kuzey Afrika arasındaki müzikal bağları ortaya çıkaran “Zryab” albümü için, oluşturduğu altılıyı tekrar canlandırdı.

Paco de Lucia, klasik müziğe ani bir hamle ile girerek Rodrigo’nun efsanevi Concierto de Aranjuez’ini itinayla öğrendi ve 1991’de “The Orquesta de Cadaques” ile kaydını yaptı. Kayıtlar sırasında Rodrigo da yer almış ve Paco’nun performansı için “hiç kimse bestemi bu kadar tutku ve yoğunlukla çalmamıştı” demiştir.

1993’de “Live in America”, Lucia’nın altılısını tarihe geçirdi. 3 yıl sonra John McLaughlin ve Al DiMeola ile yeni bir albüm olan “Guitar Trio” ve dünya turu için tekrar bir araya geldi. 1998’de altılı grubunu yediliye genişletti ve annesinin anısına Luzia albümünü kaydetti.

Babasının ve kardeşi Ramon de Algeciras’ın Paco de Lucia üzerinde çok önemli etkisi olmuştur. “Bir flamenko gitaristinin eğitim zemini çevresindeki müziktir, gördüğünüz insanların yaptığı müziktir, müzik yaptığınız insanlardır. Müziği ailenizden öğrenirsiniz, arkadaşlarınızdan öğrenirsiniz. Sonra teknik üzerine uğraşırsınız… Anlamalısınız ki bir çingenenin hayatı bir anarşi hayatıdır. Bu yüzden flamenkonun yolu disiplin olmayan bir yoldur. Biz varolanları aklımızla organize etmeye çalışmayız, keşfetmek için okula gitmeyiz. Sadece yaşarız…. müzik hayatımızın heryerindedir.” diyor efsane gitarist.

Flamenko’nun en büyük gitaristlerinden Paco de Lucia’nın keşifleri sayısız; pek çok geleneksel formun sınırlarını melodik, armonik, ritmik ve teknik bakımdan geliştirmesiyle pek çokları tarafından modern flamenkonun babası kabul ediliyor. Bir caz gitaristin seviyesiyle kutsanmış virtüozluğu ile Lucia, bu aleme ender akınlardan birini yaptı ve aynı zamanda pek çok müzikal formu kendi stiline dahil etti. Buna ilaveten de Lucia flamenkoda enstrümantalistin rolünün değişmesine yardım etmiş oldu; önceleri yalnızca birkaç gitarist eşlik ettikleri şarkıcı ya da dansçıların yanında ikinci bir role sahip oldular, fakat de Lucia flamenkonun bir orkestra ile icra edilebileceği fikrine yardım etti ve popülerleştirdi.

Geleneksel formları zorlayarak kuralların dışına çıkarmasındaki cesareti İspanya’da saf-flamenkocular tarafından tepkiyle ve düşmanlıkla karşılandı, fakat yeni nesil flamenko hareketinin müzisyenleri üzerinde çok büyük bir etkisi oldu.

Paco de Lucia, kökünü kaybettiği ve flamenkonun özüne ihanet ettiği yolundaki şikayetlere kulak asmadı. Bir keresinde şöyle demişti: “Müziğimdeki köklerimi hiçbir zaman kaybetmedim, yoksa kendimi kaybederdim. Yapmaya çalıştığım şey; bir elimin gelenekte olması, diğerinin de flamenkoya yenilikler katmak için başka yerleri kazmasıydı. Kendimi kaybettiğimi düşündüğüm bir zaman oldu, ama şimdi değil. Şunu farkettim ki, eğer isteseydim bile, başka bir şey yapamazdım. Ben bir flamenko gitaristiyim. Başka herhangi bir şey çalsaydım bile, çaldığım şey yine flamenkoya benzeyecekti.”

Tufan Kıraç

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Türk Rock müziğinin önemli ve genç temsilcilerinden olan Kıraç, 1972 yılında Kahramanmaraş’da doğdu. Öğretmen olan babasının görevi nedeniyle on yaşına dek Kahramanmaraş’ta yaşadı. 1982 yılında babasının tayini çıkınca ailesiyle İstanbul’a yerleşti ve eğitimine İstanbul’da devam etti. Küçük yaşlardan itibaren müziğe karşı ilgi duyan Tufan Kıraç’a ilk desteği bağlama çalan babası verdi. Bağlama ile müziğe başlayan Kıraç’a ikinci büyük desteği lisedeki müzik öğretmeni Refik Köksal verdi. Müziğe olan ilgisini ve yeteneğini gören Refik Köksal, Kıraç’a ilk gitarını hediye etti.

1990 yılında liseyi bitirdikten sonra, üniversite sınavlarına girerek Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Müzik Öğretmenliği bölümünü kazandı. Öğrencilik yıllarında Taksim, Harbiye, Kadıköy’deki barlarda çalışmaya başladı. Lise yıllarında ilk beste ve söz çalışmalarını yapan Kıraç, 1996 yılına geldiğinde ilk albümü için çalışmalara başladı. TMC Film Müzik Üretim ve Pazarlama A.Ş. ile anlaşan Kıraç’ın “Deli Düş” adlı ilk albümü 1998 yılının Mayıs ayında çıktı. İlk albümünden “Dağların Kadını”, “Talihim Yok Bahtım Kara”, ”Ben Yolumu Bulurum” adlı parçalara klip çeken Kıraç, kaliteli çalışmasıyla beğeni topladı.

Birinci albümüyle Rock müzik dinleyicilerinin gözünde sağlam bir yer edinen Kıraç, 2000 yılının ilk günlerinde, ikinci albümü “Bir Garip Aşk Bestesi” ile binlerce müzikseverin beğenisini kazandı. İkinci albümden “Gidiyorum”, “Bir Garip Aşk Bestesi” ve “Karahisar” adlı parçalarına klip çekti. “Bir Garip Aşk Bestesi” adlı albümünün müzikseverlerle buluşmasının ardından, üçüncü solo albümünün repertuar çalışmalarına başlayan Kıraç’ın bu arada TMC Müzik sanatçılarından Funda Arar’la birlikte 2001 Şubat ayında “Sevgiliye” adını verdikleri mini düet albümü çıktı.

Ağustos ayında üçüncü solo albümünün repartuar aşamasını tamamlayarak stüdyoya girdi. Ağırlıklı olarak Kıraç şarkılarından oluşan “Zaman” albümünde söz ve müziği İskender Doğan’a ait “Kan ve Gül”, “Aşık Veysel’den “Derdimi Söylesem” ve iki de anonim türkü yer alıyor. Albüm 14 Aralık 2001 tarihinde müzikseverlerle buluştu. Kıraç bu abümündeki “Endamın Yeter”, “Gönül”, “Yıllar Sonra”, “Kan ve Gül” ve “Zaman” parçalarına klip çekti. Bu yıl ekranlarda fırtına gibi esen “Zerda” adlı dizinin müziklerini yapan Kıraç, bu konuda da büyük bir başarıya imza attı.
Albümleri: Zaman (2001), Sevgiliye (2001), Bir Garip Aşk Bestesi (1999), Deli Düş (1998)

Ali Ekber Çiçek

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

1935 yılında Erzincan’da doğan Ali Ekber Çiçek, babasını 1939 Erzincan depreminde yitirdi ve küçük yaşlarda rençberlik yapmaya başladı. Bu arada bağlamayı öğrendi ve cem toplantılarında kulağı Alevi deyişleri ve ezgileriyle doldu. İlkokul öğreniminden sonra maddi olanaksızlıklar sonucu öğrenimini sürdüremedi, ancak ağır yaşam şartlarına karşın müzikten hiç kopmadı.

Müzik aşkı ağır basınca İstanbul’a göç etti ve halk müziğinin önemli isimleriyle tanıştı. Askerden sonra TRT’nin açtığı sınavı kazanarak, Muzaffer Sarısözen döneminde TRT Ankara Radyosu’na ve Yurttan Sesler Korosu’na girdi. 35 yılı aşkın bir sürede 400’den fazla türküyü derleyerek geniş kitlelere ulaştırdı.

TRT arşivlerinde 54 kaseti bulunan Ali Ekber Çiçek’in ülkemizdeki bütün türkücüler tarafından derlemeleri söylenmektedir. TRT’den emekli olan sanatçı halen birçok ülkede konserler ve üniversitelerdeki sohbetler aracılığıyla bu toprakların sanatını dünyaya taşımaya çabalıyor. 2003 yılının başlarında TRT  Belgesel Programlar Müdürlüğü tarafından Ali Ekber Çiçek’in hayatını anlatan “Cahilden Uzak Dur, Kemale Yakın” isimli belgesel çekilmiştir.

Türk Halk Müziği sanatçısı Ali Ekber Çiçek 26.04.2006 tarihinde İstanbul’da vefat etti.

Ali Ekber Çiçek’ten derlenen bazı türküler :
Böyle İkrarınan Böyle Yolunan
Bunca Olan Emeğimi
Derdim Çoktur Hangisine Yanayım
Ey Erenler Akıl Fikir Eyleyin
Gönül Gel Seninle Muhabbet Edelim
Gurbet Elde Bir Hal Geldi Başıma
Gurbet Elde Yadellerin Derdini
Gül Yüzlü Sevdiğim
Hazin Hazin Esen Seher Yelleri
İsmini Sevdiğim Saadetli Dostum
Nasıl Yar Diyeyim Ben Böyle Yare
Ondört Bin Yıl Gezdim Pervanelikte(Haydar Haydar)

Ali Ekber Çiçek tarafından derlenen bazı türküler :
Bir güzeli methedeyim
Çoktan Beri Yollarını Gözlerim
El Vurup Yaremi İncitme Tabib
Gönül gel varalım gülşen bağına
Şepke’nin Kavakları
Yolumuz Gurbete Düştü


SON RÖPORTAJI

Türk Halk Müziği’nin önemli isimlerinden, bugün yaşamını yitiren Ali Ekber Çiçek, son ropörtajlarından birini AA muhabiri ile yapmış, genç türkücülere, eserlerin özgünlüğünü bozdukları için sitem etmişti.

Ali Ekber Çiçek, geçen yılın kasım ayı sonunda şeker hastalığı nedeniyle tedavi gördüğü sırada AA muhabiri Serkan Taşkın’ın sorularını yanıtlamış, görüşlerini dile getirmişti.

AA’nın 26 Kasım 2005 tarihinde yayınladığı “Ali Ekber Çiçek’ten Genç Türkücülere Sitem” başlıklı haberi şöyleydi:
“Ömrünün neredeyse tamamını Türk Halk Müziği’yle içiçe geçirmiş, yıllar önce derlediği ve kendisinden derlenen eserlerin halk müziğinin klasik örnekleri arasında yer bulduğu bir isim olan Ali Ekber Çiçek, şu sıralar şeker hastalığı nedeniyle tedavi görüyor.

Zaman zaman konserlere çıkabilen 70 yaşındaki sanatçı, AA muhabirinin sorularını yanıtladı.

Çiçek, Türk Halk Müziği’nin bugününü değerlendirirken, geçmişte üretilen eserlere saygı gösterilmediğinden yakındı.

Çiçek, ’Türk Halk Müziği tekrar popüler oldu ancak ben bu gelişmeyi hazırcılığa bağlıyorum. Şimdi şöhret olmuş kişiler benim 40-50 yıl önce yazdığım parçalardaki ezgilerin üzerine güfte yapıp söylüyorlar. Bir de bu okuduğum parçalarda leyleği kuşa çevirerek okuyorlar’ dedi.

Kendini kanıtlamış ve halk nazarında kabul görmüş eserlere yeniden yorum eklemeye gerek olmadığını belirten sanatçı şöyle konuştu:
’Ali Ekber Çiçek nasıl çalıp okuyorsa gençler ve ondan sonra gelenlerin de öyle okuması gerekiyor. Bu tavrı yakalamaları gerekiyor.

Parçalarımdaki yorum zaten içinde vardır. Tekrardan o parçalara yorum eklemeye gerek yok.

Hazırcılığa alışmışlar. Ben gençlere çok değerli bir miras bıraktım. O eser asla aslını inkar etmemeli. Yorum üzerine yorum katılmamalı. Her şey aslına bağlı olarak tabiatıyla birlikte yaşatılmalı. Ben 60 yıldır bu parçaları yapıp gençliğin önüne serdim ki onlara sağlam bir doküman bırakalım. Şimdi onlar bu müziğin aslını inkar ederse, ben buna gücenirim. Yozgat Sürmelisi’ne sen nasıl yorum katarsın? Bu parça için Nida Tüfekçi 10 sene çalışmış, Haydar’a nasıl yorum katabilirsin? Bu parçada ben 3 sene çalışmışım. Bu parçalara yorum katılmasından çok rahatsız oluyorum.

Biz geleneklerimizi nasıl koruyacağız. Gelenekler aslıyla birlikte korunur. Bu insanlar kendileri çalışıp bir şey üretmiyor, hazırı da bozuyorlar. Bu insanlar piyasanın en kariyerli kişileri.

Bunların işleri güçleri ticaret. Amaçları ceplerini doldurmak. Böyle şey olmaz. Ama bu insanlar hazırcılığa alıştığı gibi bir de bizim ürettiğimiz türkülerin üzerine, sanki çok iyi bir şey biliyormuş gibi, yorum katıyorlar.’ ’Türküyle siyaset yapılmaz’ diyerek, müziği siyaset aracı haline getirenleri de eleştiren Çiçek, bunu sahtekarlık olarak nitelendirerek, ’Ben hiçbir zaman dini de siyaseti de müziğime alet etmedim. Hiçbir insanı ayırmadım. Bize böyle öğretildi, biz böyle bildik’ görüşünü dile getirdi.”

Erkan Ocaklı

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

1949 yılında Trabzon’da doğan Ocaklı, Aslen Artvin Arhavi’li. Çocukluğu Maçka’da geçti. İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesini bitirdi. Yaklaşık 40 albüm yapan Ocaklı’nın, “Mısırı kuruttun mi” ve “Ula ula Niyazi” gibi Karadeniz klasiklerinin de yer aldığı 350 civarında bestesi bulunuyor. Yönetmenlik ve televizyon programları da yapan Ocaklı, 6 filmde de rol aldı.

Erkan Ocaklı, geçen sene 40. sanat yılını, Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı’ndaki geceyle kutlamıştı. Kuzey Yıldızı Trabzonlular Derneğince düzenlenen gecenin sunuculuğunu, bir süre önce vefat eden sanatçı ve AK Parti İstanbul Milletvekili Osman Yağmurdereli yapmıştı.

Erkan Ocaklı, Pankreas kanseri teşhisiyle uzun bir süredir yoğun bakımda yaşam mücadelesi veren Karadeniz müziğinin üstatlarından Erkan Ocaklı, tedavi gördüğü Kartal Devlet Hastanesi’nde hayatını kaybetti.

16 Kasım 2008 günü Saat 00.00 sıralarında hayatını kaybettiği açıklanan Ocaklı’yı sevenleri ve dostları son anında da yalnız bırakmadı. Acı haberi duyan aile dostları ve sevenleri hastaneye akın etti. Ocaklı ailesine taziyelerini iletmek için gelenler arasında Kamil Sönmez ve Mustafa Topaloğlu da vardı. Böylesine bir üstadı kaybetmenin oldukça acı verdiğini dile getiren Sönmez ve Topaloğlu, Ocaklı ailesinin yanında olduklarını ifade etti. Bu arada sanatçıya yakın isimlerden Şehit Aileleri Derneği Başkanı Necati Selvitok, “Uzun zamandır Kartal Devlet Hastanesi’nde tedavi görüyordu. Pankreas kanseriydi. Onu hiç unutmayacağız” dedi.

Bu arada eşinin yattığı son yastığa sarılarak gözyaşı döken Nebahat Ocaklı ve çocukları Acarkan ile Büşra’nın oldukça bitkin oldukları gözlendi.

“ÖLENE KADAR MÜZİĞE DEVAM” DEMİŞTİ
Karadeniz müziğini duyuran ilk isimlerden biri olan Ocaklı, yerel bir gazeteye verdiği son röportajında “Karadeniz müziği değişmiş ve çok gelişmiş, çağın şartlarına uymuş. Gurup sazlar, kemençeler önemli yenilikler geldi. Sanatçıların en çok beğenilenini halk belirler. Sanatçı yıllarca unutulmayan ve hatırlanandır. Festivallerin daha da fazla yapılması lazım. Bu festivaller uyuyan Karadeniz’i uyandırdı. 58 yaşındayım, sanatta 37. yılıma girdim. Daha önceleri özel kanallar kemençeyi içeriye sokmazdı.

Bölgemizin televizyonlarından Allah razı olsun. Bizim bütün çocuklarımızı deşifre ettiler, gözler önüne serdiler. Festivallerle Karadeniz oynuyor, coşuyor artık. Karadeniz görünüyor. Festivalleri masraf kapısı olarak düşünmemek lazımdır. Büyük bir reklam. Bir şeyin tanıtımı çok önemlidir. Getirisi çoktur. Ölene kadar müziğe devam edeceğim. Maalesef Karadenizli sanatçılarımızı dünya entegrasyonu içerisinde lanse edecek hiçbir firmamız yok. Karadenizli sanatçıları tanıtacak diye düşündüğümüz büyük firmalar yetersiz kaldı. İki arkadaşımız var, birisini Urfalı lanse etti, diğerini Malatyalı. Bu çok üzücü bir şey. Ben 35. yılımda bir Oflu’ya, bir de Köprübaşılı arkadaşıma armağan oldum. Kadıköylü bile beni zor görüyor. Televizyonlara bile göstermiyorlar. Tanıtıma önem vermiyorlar. 37 yıldır Erkan Ocaklı’nın bir klibi bile yok. Böyle bir insana nasıl klip çekilemez. Çalıştığım firma 5 milyar harcayıp neden klip çekmiyor? Benim güzelliğimi emek verdiğim kasetçi ve firmalardan almam lazım. Halk bana domates atarsa işte o zaman Erkan Ocaklı bitmiştir. Ben yırtık pantolonla türkü söylemem. Öyle alıştım. Edep, terbiyem bu. Gençler öyle söylüyor ona da saygım var” diye konuşmuştu.

Aralarında “Çayeli’nden o yani” isimli türkünün de bulunduğu çok sayıda eserin bestecisi ve söz yazarı olan Ocaklı, Pazartesi günü KaracaAhmet Camii’nde ikindi namazına müteakip kılınacak cenaze namazının ardından vasiyeti üzerine Karacaahmet Mezarlığı’na defnedilecek.

Doç. Dr.Hande Dalkılıç

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Hande Dalkılıç 1974 yılında Ankara’da doğdu. İlk piyano derslerini Prof. Güherdal Karamanoğlu Çakırsoy’dan aldı. 1989’da akademik müzik eğitimine Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi’nde başladı. Üstün yeteneğini, erken yaşlarda olgunlaşmaya ve seçkinleşmeye başlayan müzikal formasyonunu sanatta yeterlik (doktora) düzeyine kadar bu fakültede Prof. Ersin Onay’ın sınıfında geliştirdi.

Hande Dalkılıç, mesleki çalışmalarının en erken dönemlerinden itibaren, üstün artistik duyuşuyla beslenen araştırmacı yönüyle de dikkatleri çekmiştir. Sanatçı, bu nitelikleri ile genç yaşta olgun bir yorum gücüne ve geniş bir repertuara sahip olmuştur. Dalkılıç, yüksek lisans çalışmaları süresince Ahmed Adnan Saygun’un eserlerine ağırlık verdi. Bestecinin bir çok piyano eserini repertuarına aldı, seslendirdi. Bu çerçevede, Saygun’un solo piyano eserlerinden oluşan ve bestecinin 1990 yılındaki ölümünden önce tamamladığı son eseri Op.76 Piyano Sonatı’nın ilk seslendirmesini de içeren CD kaydı 2000 yılı başında BMP etiketiyle yayınlandı.

Ahmed Adnan Saygun’un 100. doğum yılı olan 2007’de BMP tarafından yeni bir kapak ve kitapçıkla ikinci kez basımı gerçekleştirilen CD’sinin yanı sıra sanatçı, yine Saygun’un Op.34 1. Piyano Konçertosunu (BMP), Muammer Sun’un ilk kez bir CD’de seslendirilen piyano solo için dört defterden oluşan ‘Yurt Renkleri’ Albümünü (BMP ve KALAN), Cemal Reşit Rey’in Piyano ve Orkestra için ‘Bir İstanbul Türküsü üzerine Çeşitlemeleri’ni CD’ye kaydetmiştir.

Hande Dalkılıç’ın Ulvi Cemal Erkin’in tüm solo piyano eserlerini yorumladığı CD’si geçtiğimiz günlerde KALAN etiketiyle piyasaya sunulmuştur. Sanatçının dünya prömiyerini yaptığı Saygun’un Op.76 Piyano Sonatı ve diğer kayıtlarında olduğu gibi Türk bestecilerinin bazı yapıtlarının ilk icralarını gerçekleştirmesi, onun özenle biçimlediği mesleki çizgisinin bilinçli yönelimine işaret etmektedir.

Hande Dalkılıç, yurt içinde ve yurt dışında Almanya, Bulgaristan, Etiyopya, Fransa, Güney Afrika, İngiltere, İsrail, İsviçre, İtalya, Kenya, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Mısır, Polonya, Romanya, Tunus ve Ukrayna gibi ülkelerde yaptığı solo resitaller ve oda müziği konserlerinin yanı sıra Türk ve yabancı bir çok orkestra ile konserler gerçekleştirmiş, özellikle konser programlarında Türk bestecilerinin eserlerinin de yer almasına özen göstermiştir.

Mart 2002’de İdil Biret, Ayşegül Sarıca gibi büyük piyano ustalarıyla Bach Piyano Konçertoları’nı seslendirerek onlarla aynı sahneyi paylaşan sanatçının katıldığı önemli festivaller arasında 34. Uluslararası Sofya Müzik Festivali, Uluslararası Kartaca Festivali (Tunus 2002), 18. ve 22. Uluslararası Ankara Müzik Festivali, 5. Antalya Piyano Festivali ve 9. Uluslararası Bellapais Festivali ( K.K.T.C.) yer almaktadır.

Mart 2006’da doçent ünvanını alan sanatçı halen Bilkent üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi Piyano Ana Sanat Dalı’nda görev yapmaktadır.

Hande Dalkılıç solistlik kariyerini yurt içinde ve yurt dışında yaptığı resital ve konserlerle birlikte radyo ve TV yayınlarıyla sürdürmekte, virtüozitesini oluşturan güçlü teknik, derinlikli ve özgün yorumları her geçen gün daha geniş bir kitleye ulaşmaktadır.

ekavart tarafından Hande Dalkılıç ile yapılan söyleşiyi izlemek için tıklayınız

Nida Tüfekçi

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Mehmet Nida Tüfekçi 1 Mart 1929’da Yozgat’ın Akdağmadeni ilçesinde doğdu. Annesi Zeynep Tüfekçi, Babası Hamdi Tüfekçi’dir. İlk müzik eğitimini babası Hamdi Tüfekçi’den aldı. Müziği seven ve müziğin içindeki bir ailenin çocuğu olan Nida Tüfekçi , bağlama çalmaya başlamasını şöyle anlatırdı: “7-8 yaşlarındaydım her halde. Sazla benim boyumu ölçtüklerinde saz 1,5 karış uzun gelirdi benden. Sazın sapına kolum yetişmezdi de teknesini bir duvara dayayıp öyle çalmaya çalışırdım…” Nida Tüfekçi ilkokul çağlarında bazen derslerde bazen müsamerelerde saz çalmasını sürdürmüş ve küçük yaşlarda yeteneğini ortaya koymuştur. İlköğrenimini Akdağmadeni’nde bitiren Nida Tüfekçi, ortaokula Akdağmadeni’nde başlamış üçüncü sınıfı Boğazlıyan’da tamamlamıştır. Yaşadığı ilçede lise olmadığından öğrenimine çevre illerden birinde devam etmek zorunda kaldı ve liseyi Ankara Maliye Okulu’nda bitirdi.

Nida Tüfekçi Maliye Okulu’nda öğrenci iken Muzaffer Sarısözen’le tanıştı. Sarısözen’le tanışması belki de yaşamının dönüm noktasıdır. Okuluna devam eder, 1947’den itibaren Ankara Radyosu’nun Yurttan Sesler emisyonlarına ses ve saz sanatçısı olarak katıldı. O zamana kadar gerek radyo sanatçılarının gerekse Muzaffer Sarısözen’in bilmediği bir tavır ve tezene ile (Sürmeli Tavrı) saz çalıp türkü söyleyen Tüfekçi, radyonun en parlak simaları arsında yer almıştı.

1953 yılında Ankara Radyosu’nda açılan sınavda başarı göstererek Yurttan Sesler’in daimi korosunda çalmaya başladı ve 1959 yılında İstanbul Radyosu’na naklen atandı. 1964 yılında Türk Halk Müziğinden sorumlu Türk Müziği şube müdür yardımcılığına, 1972 yılında ise TRT Müzik Dairesi Türk Halk Müziği Müdürlüğü’ne atandı. 1974 yılında ise TRT Müzik Dairesi Başkanlığına (vekaleten) getirildi. 1976’da bu görevden istifa etti. Aynı yıl İstanbul Türk Müziği Devlet Konservatuarı’nın kurucu üyeliğini yapan Tüfekçi bu okulda, yönetim kurulu üyeliği, başkan yardımcılığı, bölüm başkanlığı ve danışma birimi üyeliğinde bulundu. Yine aynı okulda Bağlama, THM Solfeji, THM Bilgileri ve Bölge Tavırları derslerini okuttu.

Türk folklorunun müzik ve oyun dallarında yurt içinde ve yurt dışında seçkin bir yer edinmiş, kültürümüze yapmış olduğu katkılarla halk müziği dünyasına damgasını vurmuş olan Mehmet Nida Tüfekçi, 18 Eylül 1993 Cumartesi günü yaşama veda etti.

Djivan Gasparyan

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Djivan Gasparyan 12 Ekim 1928’de Ermenistan’ın Ahta bölgesinin Solag köyünde dünyaya geldi. Küçük yaşta evin geçimine katkıda bulunmak için çalışmalara başladı, fakat aklı hep duduktaydı. “Sessiz filmler yerel müzik eşliğinde gösterilirdi. Duduk’u ilk kez sinemada dinledim. Bir taraftan da ailemin geçimine yardımcı olmak zorundaydım. Topladığım şişeleri satarak ilk duduğumu aldım. Altı yaşındaydım, çalmayı kendim öğrendim. Çocuk grubundan sonra Gomidas Konservatuarı’na girdim. Master ve pedagoji eğitiminden sonra konservatuarda eğitim görevlisi oldum.”

Djivan Gasparyan 1946’dan 1982’ye kadar Tatul Altunyan Halk Müziği ve Oyunları Topluluğu’nda solist olarak yer aldı. Yapımcı-müzisyen Brian Eno 1989’da Moskova’da Melodia plak şirketinin stüdyolarında Sovyet halklarının müziklerini incelerken; Djivan Gasparyan’ın müziği ile karşılaştı. Çok etkilenen Eno, Gasparyan’ı Londra’ya çağırdı. Gasparyan’ın yurtdışında yayınlanan ilk albümü “I will not be sad in this world” bu dönemde kaydedildi.

Gasparyan bu albümden sonra dünyanın en ünlü senfonik orkestraları ve Peter Gabriel, Lionel Ritchie, Michael Brook gibi tanınmış müzisyenlerle çalıştı. Avrupa ve Amerika’da pek çok albüm yayınlandı. “Ronin”, “Gladyatör” gibi pekçok filmde müzikleriyle yer aldı.

Djivan Gasparyan: Çok küçük yaşlarımda Ermenistan’da sessiz filmler vardı. Bu filmlerin hepsine giderdim. Sinema salonunun ilk sırasında hep müzisyenler, duduk çalanlar otururdu. Filmin hüzünlü yerlerinde hüzünlü melodiler, mutlu anlarında mutlu melodiler üflerlerdi. 0 heyecan bana duduğu sevdirdi. Orada ilk tanıştığım ustalardan biri Markar Markaryan’dı. Sanırım 1943 yılıydı. Bana bir duduk vermesini rica ettim. Şöyle bir boyuma baktı, “senin boyun ne posun ne, sen önce okula git. Anan baban yok mu senin?” dedi. Annem o yıllarda vefat etmişti. Babamsa ordudaydı. Ben tek başımaydım. Baktı ki çok ısrar ediyorum, çıkardı cebinden bir duduk verdi bana.

Ailenizde müzisyen, duduk çalan var mıydı?
Babam iyi şarkı söylerdi ama profesyonel değildi. 1920’de ölen ünlü bir aşık vardır Ermenistan’da, Aşuk Civani derler adına. Babam onun adını koymuş bana.

Ermenistan’daki aşıklık geleneği Anadolu’dakine benzer mi?
Bizde de aynen Anadolu’daki gibi aşıklık geleneği var. 15-20 yıl öncesine kadar bu gelenek sürüyordu. Gezgin aşıklarımız vardı. Aşuk Aşod, Sayat Nova, Havasi, Şahen bunlardan birkaçıydı. “Aşık”ın bizim dilimizdeki karşılığı “kusan”. Yani kendi kompozisyonunu yapan, çalan, söyleyen kimse.

Oradaki aşıklar genelde hangi enstrümanları kullanıyor?
Genelde tar ve kamança kullanılır. Duduk pek görülmez.

Çocukluktan sonra nasıl geliştirdiniz duduk çalmayı?
Markaryan’dan duduğu aldıktan sonra altı ay gece gündüz tek başıma çalıştım. Sonra ustamın yanına gittim, bak dedim, ona biraz çaldım. Şöyle bir baktı bana, sonra sarıldı ve kafamdan öptü. Duduğu elimden aldı, cebine soktu, başka bir duduk çıkarttı, onu verdi. “Senden iyi bir usta çıkacak, bunu hiç bırakma” dedi. Sanırım 10 yaşında filandım. Yıllarca böyle kendi kendime çaldım. Ünlü kompozitör Tatul Altunyan’ın bir grubu vardı. Orkestrası, dans grubu olan, geleneksel müziğimizle ilgili bir yapıydı. Altunyan öldü, ama hâlâ aynı isimle devam ediyor bu çalışmalar. 16 yaşımdayken oraya gittim. Şimdi yapılan çalışmalar hep o günlerin kopyasıdır. O orkestrada 25 sene aralıksız duduk çaldım. Duduk dışında kanun, ud, saz, zurna, şivi, kamança, tar vardı orkestrada.

O kadar genç yaşta duduk çalışınız da epey gelişmişti herhalde…
Ermenistan’da ilk kez duduk çalanlarla ilgili bir yarışma düzenlendi o yıllarda. Duduk çalan herkes katılmıştı yarışmaya. Levon Madoyan adında bir ustamız vardı, bir tek onun eksikliği hissediliyordu. O yarışmada altın madalya kazandım. Altı uluslararası yarışmada duduğumla birincilik ödülü aldım. Duduk, bu yarışmalar sayesinde insanların ilgisini çekti. Dış ülkelere açıldı.

İlk katıldığım uluslararası yarışma Moskova’daydı. İsteyen istediği enstrümanla katılıyordu yarışmaya. Yaylı sazlar, üflemeli sazlar diye gruplar vardı. Sahneye ilk çıktığımda Gomidas’la başladım. Sayat Nova’dan bir parça çaldım. Sonra kendi doğaçlamamı yaptım. Üç aşamalı bir yarışmaydı. Hepsinde ayrı şarkılar çalacaksın. Yirmi dakika vaktin var. Birçok insan duduğu ilk kez duyuyordu. Sahneye çıkarken aklımda hep o vardı: İnsanlar duduğun sesini duyduklarında neler hissedecekler acaba diye düşünüyordum. Sahnede son notaya bastıktan sonra öyle bir kaçışım vardı ki…

Çok heyecanlanmıştım. Utanmıştım. Kimsenin beni anlamadığını düşündüm. Bir oktavlık bir enstrüman vardı elimde. Ezilmiştim. Kuliste “Gasparyan, Gasparyan” diye bağırmaya başladı biri. Ben bir köşeye sinmişim, kimseyi duymuyorum oysa. Jüri başkanı Seyit Rüstemov’un beni çağırdığını söyledi. Azerbaycan Radyosu’nun kompozitörlerinden, Azeri müziğinin ustalarından biriydi Rüstemov. Duduğu anlatmamı istediler benden. Anlattım. Azeri mugamlarından (makamlarından) çargah çalmamı istediler. Gençtim ama kulağımda çargah vardı, hemen çalmaya başladım. Çok yürekten çalıyorsun dediler ve birincilik ödülü verdiler. Bakü’de çalışıp çalışmayacağımı sordular. Ailemle ilgili birkaç nedenden dolayı gidemedim. Eğer gitseydim, çok şey öğrenirdim.

Azeri müziği de o yıllarda çok ileri seviyedeydi,değil mi?
Elbette. Azerbaycan’da çok büyük orkestralar vardı. Oradaki müzisyenlerden çok şey öğrendik, onlarla çok çalıştık. Sara Kadimova, Şevket Hanım, Muhammed Aley gibi pek çok büyük sanatçıları vardı. Onlar Erivan’a gelirdi, biz Bakü’ye giderdik. 1953 yılında Bakü’de 31 konser vermiştik grubumuzla. Hepsinde de dolu salona çalmıştık. Halk seviyordu böyle müzikleri. Halkların dostluğu pekişiyordu böylece.

Peki o yıllarda sadece duduğunuzla hayatınızı kazanabiliyor muydunuz?
Aileme bakabiliyordum. İyi kazanıyordum. İyi de harcıyordum. Bizde duduk çalanlar düğünlerden ve cenazelerden de para kazanır. Genç yaşlarımda düğünlere giderdim. Ama cenazelerde pek çalmadım. Taşkent, Erivan ve Bakü’de pek çok düğünde çaldım. Bir gece çalsam, bir araba alacak para kazanırdım neredeyse. Aslında para için çalmıyordum. Yeni insanlar tanımak için gidiyordum. Bakü’ye gidiyorsam, yanımdaki müzisyenleri oradan buluyordum. Bir konser gibi geçiyordu bütün düğün. 1970 yılından bu yana düğünlerde çalmıyorum. Sadece dostlanmın istekleri olduğunda çalıyorum. O zaman da doğalolarak para almıyorum.

O günlerden bugünlere bakınca Azerbaycan’la Ermenistan arasındaki ilişkiye nasıl bakıyorsunuz?
Çok üzülüyorum. O günlerde yapılan ortak konserlere, albümlere, eğlencelere bakıyorum, çok şaşırıyorum bugünkü duruma. Her iki ülke için de çok acı verici. Bugün bu ülkelerin bulunduğu siyasi, politik durumdan habersiz olan politikacılar var. Bence onların yaptıklarını halk kesinlikle kabul etmiyor. Hatta halkın bunları anlayabildiğini sanmıyorum. Sana her gün biri gelse, “git bu Ermenileri öldür”, “git bu Azerileri öldür” dese, televizyondan, radyodan akşama kadar böyle yayın yapsa, sen bunları dinleyen insanlarda suç arayabilir misin? Çocuklar okula “Azeri öldürün”, “Ermenileri öldürün” diye neden başlasın? Bir milletin topyekün “kötü Ermeniler”, “kötü Azeriler” diye nitelendirilmesi ne kadar yanlış. Böyle hatalar her iki devletin politikacıları tarafından da yapılıyor.

Ben şimdi ikinizin de kim olduğunu bilmiyorum. Niye size durup dururken düşmanlık besleyeyim ki? Benim böyle şeylere aklım ermiyor. Bizim yapabileceğimiz en iyi şey sürekli dostluğumuzu pekiştirmektir. Biz bu işi sevgimizle, dostluğumuzla çözeceğiz. Biz biliyoruz ki, Anadolu’daki soykırım yıllarında Ermenileri öldüren Türkler kadar, Ermenileri savunan, ko-ruyan ve onlarla aynı kaderi paylaşan Türkler de var. Bunu inkar edemeyiz. Bu demektir ki, sokaktaki insanın böyle şeylerde suçu olamaz. Halklar birbirine düşman olamaz. Sadece politikalar birbirine düşman olur.

Peki Türkiye’den Ermenistan’a gelen sanatçılar var mıydı o yıllarda? Hatırladığımız kadarıyla Modern Folk Üçlüsü, Beyaz Kelebekler ve Emel Sayın o yıllarda Ermenistan’da konserler vermişti.

O yıllarda bir kadın şarkıcı gelmişti. İsmini hatırlamıyorum ama Türkiye’de çok ünlüydü. Sarı saçlı, güzel bir bayandı. Araksi Gürzadyan adında duduk çalan bir arkadaşım vardı. O da sahneye çıktı. Hicaz bir sanat müziği şarkısını okudu. Türk şarkıcı boynundaki kolyeyi Gürzadyan’a hediye etti. Bu konseri şimdi bile hatırlayanlar vardır. Türk sanat müziğinden pek çok şarkıyı çalar, söylerdik o yıllarda.

Ermeni müziğinde de bizdeki gibi sanat müziği, halk müziği ayrımı var mı?
Şöyle bir ayrım var: Kalitesi tartışılabilir, önemli ustalar çıkarmış iki form var. Birincisi “Estradain” adını verdiğimiz bir caz formu. Yemekli ortamlarda filan çalınan orkestra müziği. Bu müzikten çok büyük ustalar çıkmıştır. Caz orkestraları bir zamanlar çok ünlüydü. Gortçik Harutyunyan, Ardemi Ayvaryan gibi ünlü cazcıların “big band”leri vardı. Konstantin Orbelyan’ın Jazz Armenian orkestrası da çok ünlüydü. Sanırım Türkiye’ye de gelmişti bu orkestra. Eğlenceli müzikler yaparlardı. İkinci olarak “Rabiz” dediğimiz ve sizdeki taverna müziğine denk düşen müzik geleneği vardır.

Tüm bu müziklerin içinde kendinizi geleneksel müzikler yapan bir müzisyen olarak mı görüyorsunuz?
Ben tüm bu müzikler içinde hepsine kendimi yakın hissettim. Gönlüm hep iyi müziklerden yana oldu. İyi ustalara hep yakın durdum. Çünkü onlardan öğreneceğim çok şey vardı. Benim kartvizitimde “halk müziği sanatçısı” yazar. Zaman içinde pek çok farklı müziğe çaldım. Mesela ben çalmadan önce caz orkestralarının içinde duduk çalan yoktu. Avrupa ve Amerika’da pek çok müzisyenle çalıştım.

Sanırız bu müzisyenerden ilk önce Brian Eno’yu tanıdınız…
1956’da ilk kez yurtdışına çıkmıştım. 100-150 kişilik Rus orkestralarıyla tüm dünyayı dolaşmış, duduğumu insanlara tanıştırmıştım. Plaklar kaydetmiştim. Ama asıl ünümü yapmama neden olan ve beni pek çok müzikle tanıştıran kişi 1988 yılında tanıdığım Brian Eno olmuştur. Eno ve Michael Brook o yılda Sovyetler Birliği’ne gelmişlerdi. Eno, Melodia Şirketi’nin müzik kütüphanesindeki plakları dinlerken benim bir plağıma rastlıyor. Çok etkileniyor, Beni Erivan’dan arattırıyor.

Moskova’ya tüm kayıtlarımı gönderdim. Daha sonra İngiltere’ye döndüler. 1990 yılında Eno’dan bir telefon geldi. 15 günlüğüne beni Londra’ya davet ediyordu. Beraber beş konser verdik Londra’da. Kayıtlara girdim. Peter Gabriel “Passion” albümünde şimdi hayatta olmayan büyük duduk ustası Vaçe Hovsepyan’ın bir melodisini sample olarak kullanmıştı. Duduk ilk kez bu albümde duyulmuştu. Amerika Irak’ı bombalarken CNN’de dinlediğimiz müzik işte o ezgilerdi. Peter Gabriel’le tanıştığımızda yeni kayıtlarında benim duduk çalmamı istediğini söyledi. Real World’ün pek çok albümüne duduğumla katıldım. Erivan’da Türk televizyonunu izlerken bir gün benim Gabriel’e çaldığım ezgilerden birini çalan bir grubun dans gösterisini izledim.

1988’den sonra pek çok müzisyene eşlik ettiniz, sountrack’lere katıldınız. Müziğiniz nasıl gelişti? Neler öğrendiniz?
1988 benim için önemli bir tarih. Şu anda Bağımsız Ermenistan Cumhuriyeti on yaşında. Daha önceleri başka ülkelere gidip gelmemiz, giriş çıkışlarımız zordu. Eno’yla tanışmam ve Ermenistan’ın bağımsızlığı bana büyük avantaj kazandırdı. Dünyanın tüm müziklerini görme, tanıma, çalma fırsatını elde ettim. Öğrendiklerimi, gördüklerimi anlatamam ama belki çalarım… Ruhumun sesini insanlara duyurmaya çalıştım. Bütün gün belki bir parça ekmek yemem ama saatlerce çalmadan duramam. Hayatımda duduk çalmadan geçen günüm yok.

Çocukluğumda, gençliğimde kafamda kurduğum her şeye ulaşmak için elimden geleni yaptım. Hala yapıyorum. Bugün yaptğım tüm kompozisyonlar genç yaşlanmdan bu yana düşündüğüm, üstüne düştüğüm şeylerdir. Bunların bir gün ortaya çıkacağına emindim. Çünkü çok çaba harcadım. 14-15 saat duduk üflediğimi ve daha sonra bayıldığımı dahi hatırlıyorum. Elim kilitlenirdi. Böyle bir sevgim var müziğe karşı. Sanatımı, ustalığımı çok zor elde ettim. Dünyanın her yerinde öğrencilerim var. Şimdi onlara rahatlıkla bu zorluğu aşmaları için gerekli bilgileri verebilecek durumdayım.

Peki Amerika’da duduk çalmak isteyen birine nasıl yardımcı oluyorsunuz? Duduk bulmak kolay mı her yerde?
Ben hangi ülkeye gidersem gideyim, yanımda insanlara hediye etmek için götürdüğüm duduklar vardır. Mesela Türkiye’de Ertan Tekin’e bir duduk hediye ettim. Erivan’da sadece bana çalışan bir duduk ustası var.

Biraz duduktan, duduk ailesinden bahsedebilir misiniz?
Duduğun geçmişi 5. asıra dayanır. İki kardeş çoban bir kamışı kesmişler. Ağzını yapıştırıp deliklerini delmişler. Biri çalmış, diğeri dem sesini çıkarmış. Kafkas ülkelerinde, Türklerde, Arap ülkelerinde çalınıyor bu ve buna benzer çalgılar. Şimdi kanun kimindir? Araplar da çalıyor, Türkler de çalıyor, Ermeniler de çalıyor. Duduğun da hangi millete ait olduğunu söyleyemem. Ama onu Ermenilerin ilk kez dünyaya tanıttıklarını ve kayıtlarında kullandıklarını biliyoruz, bunu söyleyebilirim. 500-600 yıllık duduklara rastlayabilirsiniz Ermenistan’daki müzelerde. Azerilerin balabanı, sizin meyiniz hep aynı sınıftan kardeş çalgılar. Duduk başlangıçta kayısı ağacından yapılmıyordu belki ama, artık kayısıdan alınıyor en güzel sesler. Bas, tenor, alt ve soprano duduğumuz var bugün. Bunların gelişimi için çok çalıştım. Bugün her türlü konserde çalınabilecek bir enstrüman duduk.

Ermeni müziğiyle ilgili en önemli kaynağınız Gomidas sanırız…
Gomidas olmazsa bizde müzik olmaz. Gomidas bin yıl sonra da insanların çalacağı ezgiler üretmiş bir kompozitördür. Hep Kafkas ezgileri için de dolaşmıştır. İlk derleme çalışmalarımızı o yapmıştır. Ermeni olmasına rağmen üniversite tezini Kürt müziği üstüne yapmıştır. Anadolu ve Kafkasya’yı gezmiştir. Halkların kültürlerine büyük saygı ve sevgi duymuş, onları özenle incelemiştir. Halk müziği eserlerini notaya alarak geleceğe kalmasını sağladı. Kendi kompozisyonlarında halk müziğinden ezgileri klasik müziğe uyarladı.

Türk müziğiyle Ermeni müziği arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şunu söylemek isterim ki, Ermeni müziğinin her yapılan işini sevmiyorum. Kafamda illa ki Ermeni müziği yapmalıyım diye bir şey yok. Ermeni müziğinden yola çıktım ama şimdi dünya müziği yapıyorum. Bana en yakın gelen müzik ise Ermeni-Türk müziği bileşimidir. İkisi de kulaklarımda yer edinmiş müziklerdir. Öyle şarkılarımız var ki, sizin mi yoksa bizim mi ayırt etmek mümkün değil. Bu şarkılar için senin mi yoksa benim mi tartışmasını yapmanın bir anlamı yok. Halklarımız da, şarkılarımız da kardeştir. Yurtdışına çıktığımda da diğer halkların müziklerine böyle bakıyorum. Hepsinden bir şeyler almaya çalışıyorum.

Bunca yıl sonra Türkiye’ye gelince neler hissettiniz?
Gelirken bir korkum, çekingenliğim vardı, bunu kabul etmeliyim. Çünkü yıllar önce de gelmek istemiştim ve gelememiştim. Ama o yıllarda emin değildim, Türkiye mi istememişti, yoksa Rusya mı istememişti? Sadece KGB bana “Türkiye’ye giremezsin” demişti. Şimdi ne olacağını merak ediyordum. Havalimanına girer girmez tüm korkularım gitti. Görüştüğüm her insan beni öyle bir şımarttı ki, şu düşüncem bir kez daha kanıtlandı: Dünyada kötü millet yoktur.

Türkiye’de pek çok ünlü Ermeni müzisyen yetişti. Udi Hrant bunlardan biri. Ayrıca Osmanlı’dan bu yana enstrüman yapımcılarının büyük çoğunluğu Ermeni…
Udi Hrant bir zamanlar Erivan’a gelmişti. Çok güzel bir konserini izlemiştim, iyi hatırlıyorum. Hatta beraber çalmak istemiştim ama bir türlü görüşemedik. Ermeni pek çok enstrüman ustasının olduğu doğrudur. Erivan’da mesela tek bir klarnet ustası vardır. Tek kollu bir köylüdür. Şahane klarinetleri vardır. Bir yanda klarinet fabrikası, diğer yanda tek koluyla şahane klarinetler yapan bir usta… Çık işin içinden…

Sedefli bir tar yaparlardı bir zamanlar, çalmaya kıyamazdın. Karşısına oturur, onunla sohbet ederdin. Ne yazık ki şimdi hiç usta kalmadı Ermenistan’da. Gençler de bu işe gönül vermiyor. Büyük çoğunluğu yurtdışına kaçtı. Her bir kuş bir yerden bir yere göç edeceği zaman kendi sürüsüyle gitmeli. Karga güvercin sürüsüyle uçar mı? Karga karga sürüsüyle uçar. Onlar tek başlarına gittiler ve aradıkları sürüyü bulamadılar. Tutunamadılar, hayal kırıklığına uğradılar. Keşke orada da bir arada olsalardı. Ben Amerika’ya 34 defa gittim. Orada kalıp çok iyi şartlarda yaşayabilirim. Dünyanın pek çok yerinde böyle yaşayabilirim. Rusya’ya gidebilirim. Size ilginç bir şey diyeyim, Stalin sonrasında Rusya’da ünlenen ilk yabancı benim. Ama dönüp dolaşıp Erivan’daki evime geliyorum.

Erivan’daki günlük yaşamınız nasıl?
Erivan’da herkes beni tanır. Pazara, çarşıya çıkarım. Evin alışverişini ben yaparım. Önce şöyle bir turlarım, nerede ne var bakarım. Sonra alışverişimi yaparım. Karşılaştığım herkes sevgi, saygı sunar. “Maestro, maestro!” diye çağırırlar. Para almazlar. O insanların içinde de müzisyenler vardır. Bu sevgi parayla satın alınmaz. Para insanların yolunu açar ama yerin dibine de sokar. İki ucu var yani.

“Gaspar” ne demek?
Gaspar, Muş’un eski adıdır. Atalarım Muş’tan geliyor.

İsmail Hakkı Demircioğlu

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Türk Halk Müziği’nin usta ismi İsmail Hakkı Demircioğlu, 1957 yılında Rize / Pazar’da dünyaya geldi. İlkokul, ortaokul ve liseyi Pazar’da okuyan Demircioğlu, 1980’de İ.T.Ü. Türk Müziği Devlet Konservatuvarı, Temel Bilimler Bölümü’ne girdi, 1984’te mezun oldu. 1984 – 1986 yılları arasında Ruhi Ayangil’in Türk Müziği Orkestra ve Korosu’nda bas olarak çalıştı. Sanatçı, 1987’de Ruhi Su Dostlar Korosu’nda, Timur Selçuk ve Sarper Özsan’ın çalıştırdığı dönemde, yine bas olarak çalışmalara katıldı.

Bu dönemde “Türkülerimiz” ve “Sırdaş Türküsü” isimli iki albüm çıkaran Demircioğlu, 1998’de “Gülün Kokusu Vardı” ve 2000’de “Anadolu Beşik” adlı albümlerde yakın dostu Erkan Oğur’a eşlik etti. “Anadolu Beşik” albümünde ağırlıklı olarak Doğu bölgesinin tınıları hâkim. Kul Hüseyin’in pek bilinmeyen nefes’i “Zamanede Bir Hal”, Pir Sultan Abdal’dan “Karşıda Görünen Ne Güzel Yayla” Erkan Oğur’un yanık sesine pek yaraşan Elazığ yöresi türküsü “Bir Şuh -i Sitemkâr”, “Kul Ahmet’ten “Seher Yeli” gibi örneklerle albüm, geçmişin mucizesinin bugüne taşındığı bir mücevhere dönüşüyor.

NASİBOLSA

Karadeniz’de hüznün de var olduğunu hatırlatan Demircioğlu, son olarak da 2004 yılında, hüznün hakim olduğu solo albümü “Nasibolsa”yı çıkardı. Demircioğlu’nun uzun zamandır yapmayı düşündüğü albümde, sanatçının 20 yıl öncesinden başlayarak bestelediği 5 şiir, sözü ve müziği Bahar Alkaya’ya ait geleneksel karakterde bir deyiş yer alıyor. 12 parçanın yer aldığı albümde yine Alkaya’nın derlediği bir ağıt, Rize Çamlıhemşin / Çat’ta Servet Çamoğlu’ndan öğrendiği “Osman’ın Ağıtı” ile birlikte 4 halk türküsü bulunuyor.

Nasibolsa

Nasibolsa yine gitsem yaylaya
Doya doya baksam suna boyluya
Senin için yalvarırım mevlaya
Belki seni bana yazar yaradan

Yüce dağ başında pınar gözüsün
Sürüden seçilmiş körpe kuzusun
Güzellerin başı yayla kızısın
Belki seni bana yazar yaradan

Ela göz üstüne eymedir kaşı
Başına bağlamış bir telli poşu
Talib’i Çoşkun der bulunmaz eşi
Belki seni bana yazar yaradan

Albümde birçok ortak çalışmaya imza attığı sanatçı dostu Erkan Oğur’un da ağırlığı hissediliyor. Sanatçının albümünde gerek sesiyle gerekse enstrümanıyla Erkan Oğur’dan Birol Topaloğlu’na, Okan Murat Öztürk’den İbrahim Karaca ve Cem Aksel’e, “Şu Uzun Gecenin Gecesi Olsam” türküsünün bilinmeyen sözlerini gönderen Çorum eski valisi Atıl Uzelgün’e kadar birçok insanın emeği geçmiş. Albümde, tasavvuf şairi Yunus Emre’nin “Aşkından Yanar Yüreğim” şiiri, edebiyat dünyasında önemli yere sahip olan Sabahattin Ali’nin “Rüzgar” şiiri ve yine A. Kadir’in “Birinci oğluma Ninni” adlı dizeleri Demircioğlu’nun müziğiyle bütünleşmiş.

TÜRKÜLERİN DOĞURDUĞU ANADOLU

Bölgesel çeşitliliğiyle dikkat çeken albümünün kitapçığında Demircioğlu, çalışmalarında ve hayatında önemli bir yere sahip olan türküleri var eden Anadolu insanı için şunları söylüyor: “Bu kadar güzel türküler onları var etmiş olan Anadolu insanının gelecekte memleketimizi daha güzel, mutlu günlere taşıyacağına eminim. Türkülerin nasıl oluştuklarını, melodik, sözel, makamsal ritimsel, bölgesel çeşitliliğini, estetik yapılarının derin ve etkileyiciliğini düşündükçe Anadolu insanına hayretim ve saygım artıyor.”

Davut Sulari

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Davut Sulari, 1925 yılında Erzincan’ın Çayırlı İlçesi’nde (Mans) doğdu. Baba Veli ile Cezayir Ananın beş çocuğundan biridir. Asıl adı Davut Ağbabadır. Sulari mahlasını soyadı olarak kullanışı ilk gençlik yıllarına rastlar. Bir ara Kemali ve Serhat Aşık mahlaslarını kullandıysa da Sulari mahlasıyla tanınmıştır. Soyadı kanunu çıktıktan sonra sırasıyla Sümmani, Selami ve Sulari soyadlarını alır. Soyadı olarak alınan bu mahlasın pirler dergahında kendisine verildiği rivayet edilir. Davut Sulari, Seyyit Mahmudi Hayrani’nin soyundan gelmektedir ve Kureyşan’lıdır. Böylelikle soyağacı İmam Musa’el Kazım’a, buradan da Hz. Ali ve Hz. Muhammed’e kadar uzanmaktadır.

Sulari’nin dedesi Pir Kaltuk tüm aşiretiyle birlikte Tunceli’nin Nazimiye ilçesi Kureyşanlılar köyünden, Erzincan’ın Tercan ilçesinin Çayırlı (Mans) bucağına yerleşmişlerdir. Çayırlı’nın ilçe olmasının ardından Davut Sulari ve ailesi kendilerini “Çayırlılı” olarak tanımlamaya özen göstermişlerdir. İlkokulu ancak üçüncü sınıfa kadar okuyabilen Davut Sulari asıl eğitimini dedeler ve pirler dergahında alır. İlk eğitimine dedesi Mehmet Kaltık (Kaltuk) Ağa nın yanında başlar. Saz çalmayı da dedesinin teşvikiyle öğrenmiştir.

1938 yılında Baba Mansurlu Gülşah Ana ile evlenir. Daha sonraları bir resmi olmayan evlilik daha yapan Sulari’nin bu evliliklerinden 5 çocuğu vardır.

Davut Sulari, 17 yaşında pir elinden dolu içer ve “badeli aşıklar” kervanına katılır. Sır aleminde kendisine sürekli akıp çağlayacağı için “Sulari” adı verilir. O günden sonra aşk ateşiyle yanıp tutuşan Sulari, kabına sığmaz; sürekli gezmek dolaşmak, yeni şeyler öğrenmek, bildiklerini öğretmek ister. 22 yaşına geldiğinde babası Veli dört oğlunu toplar ve soydan gelen dedelik görevinin hangi oğlu tarafından sürdürüleceğinin kararını vermek ister. Davut Sulari’ye hitaben “madem ki sen bu kadar gezmeyi seviyorsun hiç değilse taliplerin içerisine çık. Ama önce oniki evden oniki post sahibi getireceğim, dördünüzü de sorgu suale çektireceğim. Kim pirlerin mürşitlerin sorduğu soruların cevabını verirse talip içine o çıkacak” der. Davut Sulari erlerin sorduğu her soruya ayrıntılı cevap verir. Pirler bile bu duruma hayret ederler. Baba Velioğlu Davut’un bu başarısı karşısında “Sen Hak’sın yol senindir; talipler içerisine sen çıkacaksın” der ve Sulari’nin “Dedelik” hizmeti böylelikle başlamış olur. Bu olayın ardından Sulari artık atına binecek gurbetin yolunu tutacaktır; ta ki ölümüne kadar ülke ülke, şehir şehir, köy köy dolaşacaktır. Erzincan’ın ve Anadolu’nun çeşitli yerlerindeki Kureyşan Ocağı taliplerinin yol hizmetini görecek, bu arada dili iyice çözülecek, aşıklık mesleğini en üst düzeyde uygulamaya başlayacaktır.

Davut Sulari, yaşamı boyunca geçimini temin etmek için başlıbaşına bir iş tutmamıştır. Dedelik hizmetinden, konserlerden, plaklardan, özel gecelerden kazandığı paralarla yaşamını sürdürmüştür. 80 kadar plağı ve stüdyo kaydı kasetleri Türkiye ve Almanya’da yayınlanmıştır.

Alevi-Bektaşi inancı ve kültürüne bağlı aşıkların “gezgin aşıklar kolu”nun son temsilcilerinden olan Davut Sulari, yaşamının sonuna değin bu özelliğini sürdürmüştür. Uğradığı yerlerde kendi kültürünü, bilgisini, görgüsünü aktarmış, oralarda rastladığı kültürel öğeleri de dağarcığına alarak sanatını zenginleştirmiştir. 1948 yılında Ankara Radyosuna “mahalli sanatçı” olarak kabul edildikten sonra 1949 yılında İstanbul Radyosu’nda Yurttan Sesler Korosu’nun konuk mahalli sanatçıları arasında yer almıştır. Muzaffer Sarısözen, Halil Bedi Yönetken, Ulvi Cemal Erkin, Adnan Saygun, Nida Tüfekçi, Neriman Tüfekçi gibi müzisyenlerle tanışmış olması, O’nun müzik görgüsünde ve meslek yaşamında etkili olmuştur.

Sulari’nin yaşamının ilk 20-25 yılında politika neredeyse hiç yoktur. O hep bir güzel peşinde koşan, bazen tarikat ilkelerini yaymaya çalışan, Ehli Beyt’e muhabbetini açıkça dile getiren bir “saz şairi”, “aşık’ görünümündedir.

Ancak 1970’li yılların sosyal ve politik çalkantılarından Davut Sulari de nasibini almış ve şiirlerine toplumsal sorunları, politik açmazları, inançsal istismarları konu edinmiştir. Bu durum o dönemde bazı yazarlar tarafından olumsuz karşılansa da Davut Sulari’nin yapısına çok aykın bir davranış değildir. Üstelik Sulari Alevi Bektaşi kültüründen gelen aşıklarda pek görülmeyen türlerde örnekler verebilen özel bir aşıktır. Kaldı ki o dönemlerde Alevı kimliği yeni yeni toplumun tüm kesimlerinde konuşulmaya başlanmıştır ve Sulari’nin bu konularda çok hassas olduğu bilinmektedir. Bu sebeblerden hareketle Sulari’nin 1970’li yıllarda söylediği deyişlerin kendi içinde bir mantığı vardır.

1950’li yıllardan itibaren Feyzi Halıcı’nın düzenlediği Konya Aşıklar Bayramı’na katılması orada pek çok aşıkla, “Atışma”, “Dudak değmez”, “Taşlama” gibi türlerde karşılaşmış olması, “aşka sevdaya ve güzele düşkünlüğü”, kimi zaman ağır mistik öğelerle beslenmiş tesavvufi şiirleri, kimi zaman toplumsal içerikli o dönemdeki söylemle “devrimci” şiirler söylemesi, Sulari’nin, “fırtınalı yaşamındaki çelişkileri” olarak görülmesi yerine yaşamındaki ve sanatındaki çeşitlilik ve zenginlik biçiminde değerlendirilmelidir.

Davut Sulari, aşıklık kimliğinin neredeyse tüm özelliklerini bünyesinde barındırır. O, hem kendine ait deyişleri özgün ezgi kalıplarıyla müziklendiren bir aşık, hem eski aşıkların, ustaların deyişlerini çalıp söyleyen bir mahalli sanatçı, hem de yöresinin türkülerini aktaran önemli bir kaynak kişidir. Yüzyıllardır kuşaktan kuşağa aktarılan efsaneleri, şiirlerine tema olarak almış ve böylece bir geleneğin önemli temsilcilerinden biri olmuştur. Davut Sulari, aşka sevdaya tutkusu, güzellere düşkünlüğü ile Karacoğlan’ı, Alevi kimliği ile Pir Sultan Abdal’ı, tasavvufi kimliği ile de Erzurumlu Emrah’ı ve Yunus’u hatırlatır. Şiirlerinde tüm bu aşıklardan izler bulmak mümkündür.

Bununla birlikte günümüzün pek çok aşığın da Davut Sulari’nin etkisi görülür. Aşık Mahsuni Şerif, Aşık Muhlis Akarsu, Aşık Daimi, Aşık Beyhani, Aşık Serdari bunlardan yalnızca birkaçıdır. Son yirmi yirmibeş yıldan bu yana albümlerinde Davut Sulari’nin eserlerine yer veren halk müziği sanatçılarının sayısı da az değildir. Ali Ekber Çiçek, Arif Sağ, Sabahat Akkiraz, Belkıs Akkale albümlerinde Sulari’nin eserlerine en fazla yer veren sanatçılardandır. Davut Sulari, gezgin aşıkların son simalarından biri olmakla beraber bu seyahatlerini yalnızca yurt içinde sürdürmemiştir. Başta Irak, İran, Suriye olmak üzere, Avrupa’da Almanya, Hollanda, Avusturya, Fransa, Belçika, İsviçre ve o zamanlardaki adıyla Yugoslavya gibi ülkeleri de karış karış dolaşmıştır. Sulari, Anadolu’nun her yerini (üç vilayet hariç) ve Ortadoğu ülkelerini “Leyla” adlı atıyla gezmiştir. Yine at sırtında Bulgaristan ve Yugoslavya’yı geçmek ve Avrupa içlerine girmek istediyse de bugün bilemediğimiz sebeplerden ötürü bunu başaramamış, geri dönmek zorunda kalmıştır. Sulari, bu bakımdan da gezgin aşıklar arasında tipik bir örnek teşkil etmeyi başarmıştır.

Sulari, yurt içinde en çok İzmir, Erzincan, İstanbul ve Ankara’da kalmıştır. Ailesinin büyük bir kısmının İzmir’de yaşaması nedeniyle İzmir’de geçirdiği zaman, Sulari için önemlidir. Kardeşi, çocukları, torunları İzmir ve çevresinde yerleşmişlerdir; bu sebeble İzmir, Sulari için yaşamsal bir önem taşır. Her nereye giderse gitsin mutlaka İzmir’e uğrar ve yakınlarıyla görüşür…

Yıllar süren seyahatlere dayanabilen dirençli bir fiziğe sahiptir Sulari… At sırtındaki bu yolculuklar hiç kuşku yok ki zorluklarla doludur… Ancak ne kadar dirençli olunursa olunsun doğanın güç koşullarında ömür boyu seyahat etmek yıpratır insanı.. Bununla birlikte onbinlerce belki de yüzbinlerce insanla muhatap olmak, bilgi ve tecrübeleri bu insanlarla paylaşmak; aile ortamından uzakta, eşinden çocuğundan ayrı çileli bir yaşam sürmek kolay değildir elbette… Bir dava uğruna, bir meslek uğruna ordan oraya gezip dolaşmak… İşte bu tarz bir yaşama Davut Sulari’nin vücudu ancak 40 yıl dayanabilmiştir.

Yine aşıklık mesleğini icra ettiği bir sırada Erzurum’da Ali Rahmani’nin aşıklar kahvesinde yakın arkadaşlarıyla söyleşirken rahatsızlanmış, Erzurumdaki Araştırma Hastanesi’ne kaldırılmış, ancak bütün çabalara rağmen hayata döndürülememiştir (18 Ocak 1985). Son nefesine kadar aşıklık mesleğinin içinde bulunmuştur Sulari. Aşıklık onu yaşama bağlayan temel unsurlardan biridir ama bu çileli yaşama vücudu yenik düşmüştür… Şimdi mezarı Çayırlı’daki aile mezarlığındadır.

Nuri Bilge Ceylan

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

1959 yılında İstanbul’da dünyaya gelen Nuri Bilge Ceylan, Boğaziçi Üniversitesi Elektrik-Elektronik Mühendisliği bölümünden mezun olduktan sonra Mimar Sinan Üniversitesi’nde sinema yüksek lisansı yaptı. Yaptığı dört filmin de yönetmenliğini, senaristliğini ve yapımcılığını üstlenen Ceylan, sinemaya ”Koza” adlı kısa filmiyle adımını attı. Ardından 1997’de “Kasaba” filmini, 1999 yılında da “Mayıs Sıkıntısı”nı çekti.

56. Cannes Film Festivali’nde yarışan ve favori filmler arasında gösterilen Nuri Bilge Ceylan’ın 2002 yapımlı dram filmi “Uzak”, Altın Palmiye’den sonra festivalin ikinci önemli ödülü olan ‘Büyük Jüri Ödülü’nü (‘Grand Prix’) aldı. Filmde yalnız ve yabancılaşmış iki kuzeni oynayan filmin başrol oyuncuları Muzaffer Özdemir ve talihsiz bir trafik kazasında kaybettiğimiz Mehmet Emin Toprak da ‘En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü paylaşarak büyük bir başarıya imza attılar.

Uzak’ın Büyük Jüri Ödülü Ceylan’a İngilizlerin dünya çapındaki pop starı Sting tarafından verildi. Filmde yalnız ve yabancılaşmış iki kuzeni oynayan Muzaffer Özdemir ile Mehmet Emin Toprak da En İyi Erkek Oyuncu ödüllerini paylaştı.

64.Cannes Film Festivalinde Bir Zamanlar Anadolu’da filmiyle Büyük jüri ödülüne layık görüldü.

Filmografi ve Ödüller 
Koza (1995)

1995 Cannes Film Festivali Uluslararası Kısa Film Yarışması

Kasaba (1997)
17. İstanbul Film Festivali (1998)
“Fipresci Ödülü”

Berlin Film Festivali (1998)
“Caligari Ödülü” Nuri Bilge Ceylan

Cologne Film Festivali (1999)
“En İyi Film”
“En İyi Görüntü Yönetmeni” (Nuri Bilge Ceylan)

Mayıs Sıkıntısı (1999)

21. Siyad Türk Sineması Ödülleri, 1999
“Nuri Bilge Ceylan – En İyi Yönetmen”
“En İyi Film”

36. Antalya Altın Portakal Film Festivali (1999)
“Nuri Bilge Ceylan – En İyi Yönetmen”
“Nuri Bilge Ceylan – Dr. Avni Tolunay Özel Ödülü”
“En İyi 2. Film”

19. İstanbul Film Festivali 2000
“Altın Lale”
“En İyi Türk Filmi”
“Fipresci Ödülü (Uluslararası)”
“Halk Jürisi Ödülü”

Buenos Aires Uluslararası Film Festivali, 2001
Nuri Bilge Ceylan – En İyi Yönetmen

12. Ankara Film Festivali 2000
En İyi Film

İskenderiye Film Festivali 2000
“Jüri Özel Ödülü”
“Mehmet Emin Ceylan” – En İyi Erkek Oyuncu
“Nuri Bilge Ceylan – En İyi Kurgu”

Uzak (2002)

56. Cannes Film Festivali, 2003
“Nuri Bilge Ceylan – Büyük Jüri Ödülü”
“Mehmet Emin Toprak – En İyi Erkek Oyuncu”
“Muzaffer Özdemir – En İyi Erkek Oyuncu”

39. Antalya Altın Portakal Film Festivali 2002
“Nuri Bilge Ceylan – En İyi Yönetmen”
“En İyi Film”
“Nuri Bilge Ceylan – En İyi Senaryo”
“Mehmet Emin Toprak – En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu”
“En İyi Film”

14. Ankara Film Festivali 2002
“Nuri Bilge Ceylan – En İyi Yönetmen”
“Nuri Bilge Ceylan – En İyi Görüntü Yönetmeni”
“Nuri Bilge Ceylan – En İyi Kurgu” “Zuhal Gencer Erkaya – En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu”

24. Siyad Türk Sineması Ödülleri, 2002
“En İyi Film”
“Nuri Bilge Ceylan – En İyi Yönetmen”
“Nuri Bilge Ceylan – En İyi Görüntü Yönetmeni”

22. İstanbul Film Festivali 2003
“En İyi Film”
“Nuri Bilge Ceylan – Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı Yılın En İyi Türk Yönetmeni”
“FIPRESCI Ödülü”

Cinemaya Film Festivali 2003
“En İyi Film”
“Büyük Ödül”

13. Orhan Arıburnu Ödülleri 2002
“En İyi Film”
“Nuri Bilge Ceylan – En İyi Yönetmen”
“Muzaffer Özdemir – En İyi Erkek Oyuncu”

39. Chicago Uluslararası Film Festivali, 2003
Nuri Bilge Ceylan – En İyi 2. Film

25. Montpellier Film Festivali 2003
“Nuri Bilge Ceylan – Altın Antigone”
“Nuri Bilge Ceylan – Eleştirmenler Birliği Ödülü”

Beyrut Film Festivali 2003
“Nuri Bilge Ceylan – En İyi Film”
“Nuri Bilge Ceylan – En İyi Senaryo”

16. Trieste Film Festivali, 2004
Nuri Bilge Ceylan – En İyi Film

Mexico City Film Festivali, 2004
“Nuri Bilge Ceylan – En İyi Yönetmen”
“Nuri Bilge Ceylan – En İyi Görüntü Yönetmeni”
 
İklimler (2006)

43. Antalya Film Festivali, 2006
En İyi Ses Tasarımı (İsmail Karadaş)
En İyi Kurgu (Ayhan Ergürsel)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu (Nazan Kırılmış)
En İyi Yönetmen (Nuri Bilge Ceylan)

59. Cannes Film Festivali, 2006
FIPRESCI Ödülü

26. İstanbul Film Festivali, 2007
En İyi Film

Skip City Uluslararası Dijital Sinema Festivali, Japonya, 2007
En İyi Dijital Film

Üç Maymun (2008)

61. Cannes Film Festivali Altın Palmiye
En İyi Yönetmen Ödülü

2.Yeşilçam Ödülleri
En iyi film
En iyi yönetmen
En iyi senaryo
En iyi kadın oyuncu
En iyi görüntü yönetmeni
Genç yetenek özel ödülü

41.Siyad Ödülleri
En iyi kurgu
En iyi kadın oyuncu performansı
En iyi yardımcı erkek oyuncu performansı
En iyi yönetmen

Osian’s Cinefan Film Festivali
En iyi yönetmen

Haifa Film Festivali
En iyi film(Golden Anchos)

Asia Pasific Screen Awards
En iyi yönetmen
En iyi film (Tulpan)

“Manaki Brothers” Film Camera Festivali
Mosfilm Awards
Special Mention(Özel Mansiyon)

Bir Zamanlar Anadolu’da (2011)

64. Cannes Film Festivali Jüri Büyük Ödülü

Yayınlanan Senaryoları

Kasaba, Norgunk Yayıncılık, 2007.
Mayıs Sıkıntısı, Norgunk Yayıncılık, 2003.
Uzak, Norgunk Yayıncılık, 2004.
İklimler, Norgunk Yayıncılık, 2009.

Muzaffer Sarısözen

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Muzaffer Sarısözen, 1899 yılında Sivas ilinin Cami-i Kebir mahallesinde doğdu. Babası Sarıhatipzadelerden Şeyh Hüseyin Hüsnü Efendi, annesi Zeliha Hanım’dır. Sivaslılar, Sarıhatipzadeleri ” Saçlıefendiler ” diye bilirler. Ve Sarısözeni de “Saçlıların Muzaffer” diye tanırlardı. Sarısözen ilk müzik şevk ve hevesini ailesinden almıştır. Beş erkek kardeş içinde Kemal ve Abdulkadir Sarısözen de şairidir. Abdulkadir Sarısözen’e şairliği dışında türküler ve halk çalgılarıyla yakından ilgisi olduğu için ” Çalgıcı Vali ” denirmiş. Sarısözen ailesinin Sivas’taki evlerinin üst çatı katının camları vitray duvarları kütüphane yapılarak arada gizli bölmeler oluşturulmuştur. Bu gizli bölmelere ud keman bağlama tanbur gibi sazlar konulurmuş. Nakşibendi bir ailenin çocuklarının bu aletleri çalması Sarısözen’in dünyaya geldiği dönemde son derece aykırı bir şey olduğu için böyle bir yola baş vurulmuştur.

Sarısözen, 1930 yılının Eylül ayında Milli Eğitim Müdürü olan Ahmet Kutsi Tecer ile tanışmıştır. Tecer, Sarısözen ile tanıştıktan sonra 1930’da “Halk Şairlerini Koruma Derneği”ni kurar ve Sarısözen genel katip olur. İlk halk şairleri bayramı 1930’da yapılır ve Aşık Veysel bu şekilde ortaya çıkarılır. Bayram sonunda çıkarılan Sivas halk şairleri bayramı adlı bröşürde Sarısözen, Sivas halayları başlıklı yazısını yayınlar ve halayların notalarını koyar. Bu büyük bir ihtimalle bizde halaylar hakkında yazılmış ilk notalı makaledir.

17 Ağustos 1937’de Halil Bedii Yönetken, Ulvi Cemal Erkin, Hasan Ferit Alnar, Necil Kazım Akses ve teknisyen Arif Etikan’dan oluşan grup Ankara’dan Sivas’a derleme yapmak amacıyla giderler. Ahmet Kutsi Tecer Halil Bedii Yönetken’e Sarısözen’i tavsiye ederek gruba katılmasını söyler. Böylece türkülerin resmi olarak değerlendirilmesi Maarif vekili Saffer Arıkan’ın zamanında başlar. Derleme grubu Almanya’dan getirlen “Saca” markalı hem elektrik hem de akü ile çalışan alıcı ve verici ses kaydeden makinelerle çalışır. Konservatuarın folklor arşivindeki 10.000 ezginin derlenmesinde, fişlerin doldurulmasında, onun bitmek tükenmek bilmeyen sabır ve azmi büyük rol oynamıştır.

1943’te Muzaffer Sarısözen, Halil BediiYönetken ve Rıza Yetişen’den oluşan grup Tokat, Amasya, Samsun, Ordu, Giresun ve Trobzon’da; 1944’de Elazığ, Tunceli, Bingöl ve Muş’ta; 1945’te Ankara, Çankırı, Yozgat ve Kırşehir’de; 1946’da İçel, Antakya ve Antalya’da; 1947’de Çanakkale, Bursa ve Tekirdağ’da; 1948’de Bolu, Sinop ve Zonguldak’ta; 1949′ Bilecik ve Eskişehir’de; 1950’de Van, Kars, Çorum ve Ağrı’da;  1951’de İzmit’te; 1952’de İzmir, Siirt, Mardin ve Bitlis’te derleme yapmıştır.

Sarısözen, derleme gezilerinde kendi çabası ve emeği ile topladığı bağlama, cura, ney, çifte kaval, kemençe, kaval, tulum, davul, zurna, tef, darbuka, gibi bir çok halk sazından kolleksiyon oluşturmuştur. Ayrıca derleme gezileri sırasında kaynak kişiler ile halk oyunlarını görüntüleyen fotoğraflardan bir resim albümü yapmıştır. Ne yazık ki; ölümünden sonra evi olarak gördüğü, çok değer verdiği, özen gösterdiği arşivi topladığı onbinlerce ezgi ve halk çalgıları kendi haline terkedilmiştir.

Muzaffer Sarısözen’in halk müziğine verdiği hizmet kadar halk oyunlarına verdiği hizmet de büyüktür. 1950 yılında İtalya ve İspanya’daki Avrupa Ulslararası Raks Müsabakalarına, Erzurum bar ekibi ve davulcu Kara Yılan, zurnacı Mümtaz Ardıç ile katılır. Madrid’te 68.000 kişinin önünde, Biariz ve San Sebastian’da yapılan 5 yarışmada ekip birinciliği aldı. Vedat Nedim Tör ve Mesut Cemal Bey’in daveti ile Yurttan Sesler’in başına Muzaffer Sarısözen getirildi. 1946 yılında Yurttan Sesler korosunu çalıştırmaya başlayarak derlenen türküleri koro üyelerine öğretti ve yayınlara başladı. Program büyük ilgi gördü. 1953 yılında İzmir’de, 1954 yılında İstanbul radyolarında “Yurttan Sesler” topluluklarını kurarak, halk türküleri ve oyunlarının yurt çapında sevilmesi ve tanıtılmasında büyük rol oynadı.

Muzaffer Sarısözen’e kadar radyolarda düzenli ve programlı halk müziği çalışmaları olmamıştır. Yurttan Sesler topluluğunu kurduktan sonra, programlarına kaynak kişileri ve bölge sanatçılarını davet ederek radyo sanatçılarına örnek dersler vermiştir. Muzaffer Sarısözen, Yurttan Sesler topluluğunu yetiştirirek ilk koral halk müziği icrasını başlatmış; toplu bağlama çalma geleneğinin uygulayıcısı olmuş ve halk müziğinde koro seslerini numaralayarak otantik karakterin kaybolmasını önlemiştir.

Muzaffer Sarısözen, 1941 yılında Yurttan Sesler korosuna giren Neriman Altındağ’la tanıştı ve1951 yılında dünya evine girdiler. Bu evlilikten 1952 yılında oğlu Memil Sarısözen dünyaya geldi. 1962 yılında Sarısözen prostat rahatsızlığından dolayı Devlet Demiryolları Hastanesi’ne yatırıldı ve burada ameliyat olacağını öğrenince diğer doktorlara tercihen özellikle kendisinin öğrencisi olan bir operatöre ameliyat oldu. Daha sonra ağabeyi Abdulkadir Sarısözen’in evine çıktı fakat tekrar rahatsızlandığında Ankara Hastenesi’ne kaldırıldı ve sağlığına kavuşamayarak 4 Ocak 1963 yılında vefat etti.

John Lennon

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Ardında sadece müzisyen olarak değil, yazar, oyuncu ve eylem adamı olarak da çok büyük bir efsane bırakan efsanevi Beatles grubunun kurucusu John Lennon, 9 Ekim 1940’da İngiltere’nin Liverpool kentinde dünyaya geldi. Annesi ve babası işçiydi. Daha o iki yaşındayken boşandılar, John babasını 20 yıl boyunca sadece iki kez gördü. Lennon 17 yaşındayken, annesi otobüsün altında ezilmesi sonucu hayatını kaybetti, o da Mimi teyzesinin yanına yerleşti.

1956’da lisedeyken, birlikte onlarca muhteşem şarkı üreteceği Paul McCartney ile tanıştı. Şubat 1958’de Paul McCartney George Harrison’u Lennon’a tanıttı. Daha sonra Stu Sutcliffe basçı olarak gruba katıldı ve grubun adının “The Silver Beetles” olmasını önerdi. Temmuz 1960’da grubun “The Silver Beetles” olan adı “The Beatles” adına çevrildi. Bir yıl sonra da Ringo Starr gruba katıldı. Grubun ilk 45’liği olan “Love Me Do” Ekim 1962’de piyasaya çıktı.

Beatles’in başarılarının büyüklüğü karşısında Lennon’ın solo çalışmaları kimi zaman gözden kaçmış olmakla birlikte, Lennon, 1968’e dek gruptan ayrı bir müzik kariyeri oluşturmaya çalışmadı. 1964’te In His Own Write ve 1965’te A Spaniard In The Works adlı kitaplarını yayımladı. 1968’de sevgilisi avangard ressam ve “konsept” sanatçısı Yoko Ono’yla kaydettiği “Unfinished Music, No.1: Two Virgins” albümünü çıkardı. “Two Virgins”, içeriği ve Lennon ve Ono’ya ait çıplak fotoğraflar yüzünden birçok tartışmalara neden oldu.

Çift, 20 Mart 1969’da evlendi ve bundan birkaç ay sonra avandgard albümleri, “Unfinished Music, No.2: Life With the Lions” ve “The Wedding Album”ü yayınladılar. ‘Give Peace a Chance’ parçası da bu dönemde yapıldı. 1969 Eylül’ünde Lennon Toronto rock‘n’roll festivaliyle yeniden sahneye döndü. Arkasında, Ono, gitarcı Eric Clapton, basçı Klaus Voormann ve davulcu Alan White’dan oluşan Plastic Ono Band çalıyordu.

Bir sonraki ay Lennon ve Plastic Ono Band, eroin bağımlılığına karşı verdiği savaşı anlatan ‘Cold Turkey’i yayınladı. Bu single Amerika ve İngiltere’de top 10’lara giremeyince, Lennon MBE’yi Kraliçe’ye göndererek, İngiltere’nin Biafra’daki gelişmelerini, Amerika’nin Vietnam’a yaklaşımını ve ‘Cold Turkey’in kötü liste performansını protesto etti.

‘Cold Turkey’ çıkmadan hemen önce Lennon, Beatles’tan ayrılmayı düşündüğünü açıkladı, ama bunu kamuoyuna, Allen Klein’in EMI ile yapacağı görüşmeden sonra açıklamaya karar verdiler. Lennon ve Ono barış kampanyalarına devam ediyorlardı. ‘War Is Over! (If You Want It)’ ile billboardları sarsıyorlardı. Şubat 1970’de bir hafta içerisinde ‘Instant Karma’ şarkısını yazdı ve bu parça İngiltere ve Amerika listelerinde hit oldu. Bu parçanın hit olmasından iki hafta sonra Beatles üyelerinden Paul McCartney, grubun dağılacağını açıkladı. Lennon da kendi albümü “John Lennon/Plastic Ono Band”ın tanıtımını Rolling Stones ile birlikte katıldığı ve Beatles’in çevresinde dönen birçok efsanenin yanlışlarını anlattığı bir söyleşide tanıttı.

1971 yılının başında Lennon New York’a taşındı. Burada top ten listelerine giren ‘Imagine’ parçasını yayınladı. Bu parçanın hit olmasının ardından Lennon ve Ono politik aktivitelere girdiler. Gelişen politik tavırlarının sonucu, 1972 yılının yazında “Sometime in New York City”  albümünü çıkarttılar. Bu albüm tümüyle politik parçalardan oluşuyordu. 1973 yılında “Mind Games”i yayınladı. Bir yıl sonra da  1974’te Ono’dan ayrılarak Los Angeles’a taşındı. “Walls & Bridges” albümünü çıkardı ve bu albümden Elton John’un parçası ‘Whatever Gets You Through the Night’ hit oldu. Ardından 1975 yılında eski rock parçalarını derlediği “Rock & Roll” albümünü yayınladı.

Daha sonra Lennon ve Ono yeniden birleşti. Lennon son olarak David Bowie’nin “Young Americans”inin hiti ‘Fame’de göründükten sonra, artık emekli olduğunu ve iyi bir baba ve eş olmak istediğini açıkladı. 1980’de Lennon ve Ono’nun ortak çalışması olan “Double Fantasy” yayınlandı.

Tam kariyerinde yeniden yükselmeye başladığı bir dönemde, akli dengesi yerinde olmayan Mark David Chapman adında bir Beatles hayranı tarafından 8 Aralık 1980’de New York’taki dairesinin önünde trajik bir şekilde öldürüldü. Ölümünün ardından albüm ve single 1 numara oldu. 1984’te sanatçının daha önce yayımlanmamış kayıtlarının yer aldığı “Milk And Honey” albümü çıkarıldı. 1998’de ise 4 CD’lik Anthology yayımlandı.

Burhan Öçal

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Müzisyen bir ailenin çocuğu olarak 1959 yılında Kırklareli’nde doğan dünyaca ünlü perküsyon ustası Burhan Öçal, müzik çalışmalarına çok genç yaşta başladı. Türkiye’de sürdürdüğü profesyonel müzik yaşamını yirmidört yaşından itibaren İsviçre’de sürdüren sanatçı, halen 2 ülke arasında gidip gelmekte.

Müzik çalışmalarında, Klasik Türk Müziği’nin yanısıra, Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki saray müziği ve halk müziğinden etkiler bulunan Burhan Öçal’ın çaldığı enstrümanlar da tıpkı müziği gibi çeşitlilik göstermekte. Darbuka, kös ve her tür perküsyon enstrümanının yanısıra, divan-saz, tanbur ve ud gibi telli Türk çalgılarının da ustası olan sanatçı, çoğu kez özgün müziğine güçlü sesi ile eşlik etmekte. Müziğine hakim olan atak enerjik, çoşkulu ve mükemmelliyetçi yapısıyla, müzikteki tüm sınırları sonuna dek zorlayan sanatçı, aynı konserde hem vurmalı hem de telli çalgıları birarada çalarak eleştirmenleri ve izleyicileri şaşırtmakta.

Müzik aracılığıyla zamanın ve kültürlerin sınırlarını aştığına inanan Burhan Öçal, sürekli olarak ilgi çekici bir “kaynaşım müziğinin” peşinden koşmakta. Klasik Türk Müziği’ni, caz, funk, roman, batı müziği ve Avrupa klasik müziği ile harmanlayarak bir doğu-batı sentezi yaratan sanatçı, müziğinde mutlak içtenlik ve gerçekliği yakalamaya çalıştığını ısrarla vurguluyor ve yaratıcılığının ve derin müziksel anlatımının temelinde Türk geleneksel formlarının olduğunu belirtiyor.

1979 yılında katıldığı Zürih Şiir Festivali’nde ilk kez Batı Avrupa izleyicisinin karşısına çıkan Burhan Öçal, o tarihten bu yana dünyanın çeşitli ülkelerinde solo konserler vermekte.

1986 yılında, tanınmış piyanist Maria Joao Pires ve gitarist Elliot Fisk ile sahneye çıkan sanatçı, bu iki konseriyle klasik batı müziğine de başarılı bir giriş yaptı. Eleştirmenlerden büyük övgüler toplayan bu girişimini 1992’de Joe Zawinul ve Senfonik Orkestrası ile sürdürdü ve halen sürdürmekte. Sanatçı, ses ve ritmin heyecanlı ve uzlaşmaz bir girişim içinde buluşarak müziğin çeşitli elemanlarına katıldığı bu tür projelerin müzikteki enstrümantal birlikteliğin ufuklarını genişlettiğini ve bu nedenle bu tür projelere çok sıcak baktığını belirtiyor. Sanatçı, bu kapsamda, son olarak Avusturya’lı ünlü piyanist Peter Waters ile Bach’ın “Goldberg Variations”larını piyano ve perküsyon ile yorumladıkları projeyi gerçekleştirdi.

Burhan Öçal, 1995 yılında İstanbul Oriental Ensemble ismini verdiği projesini gerçekleştirdi ve aynı yıl bu proje çerçevesinde çıkardığı “Gypsy Rum” albümüyle Almanya’da “German Record Critics” ödülüne layık görüldü. İstanbul Oriental Ensemble ile gerçekleştirdiği ikinci albümü “Sultan’s Secret Door” ise Şubat 1997’de piyasaya çıktı ve aynı yıl Almanya’da tekrar “German Record Critics” ödülünü kazandı. Sanatçı, 1996 senesinde ise Fransa’da çıkardığı “Jardin Ottoman” isimli saray müziği albümü ile “Le Monde de la Musique” dergisinin “Choc” ödülünü kazandı.

Burhan Öçal, 2000 senesinde önemli projelerde yer aldı: Mart 2000’de, Türkiye ve Avrupa’da “George Gruntz Concert Jazz Band special guest Burhan Öçal” turnesinin ardından, Haziran 2000’de, İstanbul Müzik Festivali çerçevesinde, Aya İrini’de dünyaca ünlü Kronos Quartet ile konser veren sanatçı, Temmuz 2000’de ise İstanbul Caz Festivali’ne “Andreas Vollenweinder with special guest Djivan Gasparian and Burhan Öçal” ve kendi projesi olan “Burhan Öçal’s Meditroni/ KS featuring DJ Jali, DJ Kayalik & DJ Kaffa, olmak üzere iki konsere katıldı. Burhan Öçal, Ekim 2000’de Berlin’de düzenlenen, dünyanın en önemli müzik fuarlarından biri olan Womex’e, İstanbul Oriental Ensemble ile katıldı.

Burhan Öçal’ın, Amerikalı bascı Jamaaladeen Tacuma ile beraber yaptığı Natacha Atlas’ın da konuk sanatçı olarak katıldığı “Groove Alla Turca” (1999-Doublemoon) albümü, önce Fransa’da Birds and Blues (2001) etiketiyle, ardından Night & Day etiketiyle Kuzey Amerika ülkelerinde piyasaya çıktı ve Avrupa Dünya Müziği listelerinde 2. sıraya kadar yükseldi. Sanatçı, bu projeyle, 2001’de Avrupa’da çeşitli ülkeleri kapsayan iki turne gerçekleştirdi.

“Groove Alla Turca” projesiyle Temmuz 2001’de, dünyanın en önemli müzik festivallerinden biri olan Uluslararası Montreal Jazz Festivali’nin General Motors Big Event sahnesinde gerçekleşen “Doğu ile Batı Buluşuyor” başklıklı konserde, İstanbul Oriental Ensemble ve konuk sanatçı Mercan Dede ile 100.000 kişiyi aşan bir izleyici kitlesine seslenen Burhan Öçal, yine Temmuz ayında, İstanbul Caz Festivali’nde dünyaca ünlü İngiliz sanatçı Sting’e beş parçasında eşlik etti.

1999 ve 2001’de, dünyanın en önemli artist ajanslarından olan ICM ile Amerika’da seri konserler veren Burhan Öçal, 2002 Nisan ayında, İstanbul Oriental Ensemble ile ABD’de turneye çıkacak.

Avrupa’da verdiği solo konserler, katıldığı uluslararası festivaller, ortak projeler ve çıkardığı albümler ile çeşitli ülkelerin eleştirmenlerinden övgü dolu sözler alan Burhan Öçal, yurtdışında Türkiye’yi başarıyla temsil eden uluslararası sanatçılarımızdan biridir.

Enya

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Asıl adı Eithne Ni Bhraonáin olan Enya, 17 Mayıs 1961 yılında müzisyen bir ailenin dokuz çocuğundan biri olarak İrlanda’da doğdu. Çocukluğu, İrlanda’nın kuzey batısında Gweedore adında bir kasabada geçen başarılı sanatçı, 25 yaşına gelinceye kadar kardeşleriyle beraber kurdukları müzik grubunda, klavye çaldı ve bunun yanı sıra “back vokal” olarak yer aldı. 1985 yılında, kendi bestelerinden oluşan demo albümünün bir film yapımcısı tarafından beğenilmesi üzerine, çeşitli belgesellerin ve filmlerin müziklerini besteledi ve birçok sanatçının eserlerine vokalistlik yaptı.

New age’in dünyadaki en ünlü isimlerinden biri olan Enya, 1990’lara gelince dünyada en çok tanınan kadın şarkıcılardan biri oldu ve albümleri bir çok ülkede en çok satılanlar listesinde uzun süre bir numara olarak kaldı. 5 kez Grammy’e aday oldu ve bunların üçünü kazandı (Shepherd Moons-1992, The Memory Of Trees-1996 ve A Day Without Rain-2002/ en iyi New Age Albüm). Müziklerinde enstrümantal çalışmalarıyla beraber genelde vokallerini de kendi yapan Enya’nın, kendine has müziğinin yanında, Roma Ryan’ın yazdığı şarkı sözleri de, albümlerindeki düşsel ve mistik havayı tamamlıyor.

Kitaro

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Asıl adı Masanori Takahashi olan Kitaro, Vangelis ve Yanni gibi bu müziğin en çok tanınan temsilcilerinin başındadır. Ancak, diğerlerinden farklı olarak, müziklerinde Batı formatlı ezgilerden ziyade, parçası olduğu Uzak Doğu kültürünün izleri görülür.

4 Şubat 1953’te Japonya’da dünyaya gelen Kitaro, müzikal ilgi ve becerisini kendi imkânlarıyla geliştirmiş, lise döneminde kurduğu “Albatross” adını taşıyan müzik grubuyla bu alandaki üretiminin ilk eserlerini ortaya koymuştur. Kitaro’nun hayatınını değiştiren iki önemli olay, dönemin ünlü müzisyenleri Fumio Miyashita’yla ve onunla dünya turuna çıktığında Almanya’da karşılaştığı Klaus Schulze’yle tanışması olmuştur; zira ruhsal tedavi ve meditasyon müzikleri yapan Fumio Miyashita sayesinde müziğe bakışı değişmiş, Klaus Schulze vasıtasıyla da ileride müziğinin ana enstrümanı olarak kullanacağı “synthesizer”la tanışmıştır.

Kitaro’nun dünyayı dolaşma macerası, Tayland, Çin, Hindistan ve diğer Asya ülkelerine yaptığı gezilerle devam eder. Felsefi anlamda olgunlaştığı bu dönemlerde, gezip gördüğü yerlerden aldığı etkileri müziğine yansıtmayı da iyi başarmıştır. Hayata bakışını kendi ağzından şöyle özetler, “İç huzuruma kavuşmamı sağlayan olay, doğduğum şehirden kilometrelerce uzakta ve de ona kesinlikle benzemeyen bir başka ülkede, mesela Kalküta’nın herhangi bir sokağındaki bir dilenciyle eşit olduğumu farketmemdir”.

Müzikal anlamdaki bilinen ilk çalışmaları 1980’lerin başından itibaren ortaya çıkmaya başlar. Bu dönemden sonra müziğinde de olgunluk dönemine geçer. Yaptığı müziğe kesin bir etiket koymak yanlısı değildir; genel olarak “müziğinin ruhsallığı çağrıştırdığını ve önemli olan şeyin dinleyiciyi düşünme ve hissetmeye sevketmesi” olduğunu söyler. Yanni’yle benzer yönleri, her ikisinin de müzikal yazma ve okuma eğitiminden yoksun olmasıdır; nota bilgisi olmadığı için kendi tarzını kendisi yaratmıştır, notalar yerine resimler çizer.

Enstrüman çalma becerisi ise Vangelis gibi çeşitlidir, birçok tuşlu, vurmalı ve üflemeli sazı çalabilme yeteneğine sahiptir. Felsefi inanışı ise Budizm ve Şinto geleneklerini temel alır.

Aşık Mahzuni Şerif

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Kahramanmaraş’ın Tarlacık (eski ismi Berçenek) Köyü’nde dünyaya geldi. 1955 yılında daha sonra Ankara’ya nakledilen Mersin Astsubay Okulu’na kaydoldu. 1960’ta eşi Suna’yı kaçırdı ve 6 ay köyünde kaldı. Bu sırada okulu Balıkesir’e nakledildi. Okul komutanının çabası ile yeniden okula dönen Aşık Mahzuni, 6 ay devamsızlık yaptığına ilişkin bir ihbar üzerine okuldan atılınca yeniden köyüne döndü. 1964 yılında ilk plağı ile müzik piyasasına girdi.

Bir süre Gaziantep’te ikamet ettikten sonra Ankara’ya taşındı. 1989-1991 yılları arasında Halk Ozanları Derneği Genel Başkanlığı’ni yürüten Aşık Mahzuni Şerif, Pir Sultan Abdal Dernekleri Genel Merkez Disiplin Kurulu Başkanlığı, Hacı Bektaşi Veli Anadolu Kültür Vakfı Yönetim Kurulu Üyeliği ve Ozan-Der Onur Kurulu Başkanlığı’nı da yaptı.

2001’in başlarında rahatsızlanarak, kalp ve solunum yetmezliği nedeniyle, JFK Hospital’da yoğun bakım altına alındı. Mayıs ayında, günümüzün Pir Sultan’ı Aşık Mahzuni Şerif, bir kez daha ölümü yenmeyi başardı. Ve aynı yılın Kasım ayında kendisine, “Elhamdülüllah Kızılbaş’ım ve Laikim. Ben değil yedi sülalem kızılbaştır. Bir suç varsa o da dedemdedir!” dediği için, DGM tarafından dava açıldı. Duruşma 27 Aralık 2001 tarihinde DGM’de yapıldı. 2002 Mayıs ayının 17’sinde evli, sekiz çocuk, dört torun sahibi olan Mahsuni Şerif 62 yaşında Almanya’nın Köln şehrinde hayata gözlerini yumdu. Bu ana kadar O, devletin düzenini yıkmak suçundan, hala yargılanıyordu.Mezarı şu an son ikamatgâhı olan Hacı Bektaş Veli Külliyesi’nin yakınındaki Çilehane adı verilen bölgededir.

Türk halk müziği sanatçılarının başvuru kaynağı, söz ve beste deposu olan Aşık Mahzuni birçok dinleyecisi açısından günümüzün çağdaş Karacaoğlan’ıydı. Dom Dom Kurşunu (Araştırmacı Yazar Battal Pehlivan Aşık Mahzuni Şerif’i yaşamı ve sanatı üzerine yaptığı incelemenin adı da Dom Dom Kurşunu idi), Yuh Yuh, Fadimem, Gül yüzlüm, Ciğerparem ve Ekmek kölesi gibi eserleriyle tanınan Aşık Mahzuni’nin türkülerini İbrahim Tatlıses’ten Mahsun Kırmızıgül’e kadar birçok türkücü ile bazı pop müzik sanatçıları da okudu. Halk şiirine gönül veren ve konuşma dilini şiirleştiren Aşık Mahzuni’nin 400’e yakın plağı, 50 kasedi ve yayınlanmış 9 adet kitabı bulunuyor.

Refik Fersan

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Refik Fersan 1893 yılında İstanbul’da doğdu. Babasının sesi güzeldi;bir musiki aleti kullanmak ailenin gelenekleri arasındaydı.1893’de babası ölünce yakınları olan Faik Bey’in yalısına taşınırlar.Bu yalıda haftanın belli günlerinde Tanburi Cemil Bey, Leon Hancıyan, Lavtacı Andon, Rahmi Bey, Lemi Atlı, Neyzen Aziz Dede gibi sanatkarlar,yetenekli kalfa ve cariyeler derse gelirler, fasıllar yapılırdı.

Ailesinin musıkîye düşkünlüğü, kendisinin de olağanüstü hevesi ile başlangıçta Ud çalmağa çalıştı.Bir süre sonra Tanbur’da karar kıldı. Böylece 12 yaşında Tanburi Cemil Bey’den ders almağa başladı;bu dersler 5 yıl sürdü

Daha sonra Robert Koleji ve Galatasaray Lisesi’ne devam etti ve Tevfik Fikret ve Ahmed Rasim Bey’den Fransızca, edebiyat ve biraz da ingilizce öğrendi.

1913 yılında Fahire Fersan ile evlendi. 1917 yılında Darülelhan’a girdi. Böylece “tanbur muallimi” olarak öğretim üyeleri arasına katılmış oldu.

1918 yılında askerlik hizmetini yapmak üzere Mızıka-i Humayun’a tayin olundu, aynı yıl içerisinde İsmail Hakkı Bey yönetiminde ilk konserini verdi.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra 1924 yılında “Cumhurbaşkanlığı Fasıl Heyeti Şefi” oldu, 1927’ye kadar çalıştıktan sonra sağlık nedenleri ile bu görevinden ayrılarak İstanbul’a yerleşti. Çankaya Köşkü’nde çalıştığı yıllarda, başbakan İsmet İnönü’nün Yunanistan’a yaptığı geziye katıldı ve o yıllarda bestelemiş olduğu ve Rast Makamındaki “Methal” i Yunanistan’da armonize edilerek çalındı.

Refik Fersan,İstanbul’a yerleştikten sonra Münir Nureddin Selçuk ile serbest çalışma hayatına atıldı, plak çalışmaları yaptı ve eşi Fahire Fersan ile M.N.Selçuk’un konserlerine, doldurmuş olduğu plaklara eşlik etti.

1937’ye kadar ilk İstanbul Radyosu’nda çalışmıştı. 1938’de Ankara Radyosu’nun hizmete açılması ile Ankara’ya geldi, birçok hizmetlerde bulundu ve daha sonra İstanbul’a dönerek İstanbul Belediye Konservatuarı icra heyeti’nde çalıştı ve “İlmi Kurul” başkanlığı yaptı ve bir süre de “Tasnif heyeti”nde çalıştı. Daha sonra uzun süredir çekmekte olduğu bir akciğer rahatsızlığından dolayı 13 Haziran 1965 ‘de vefat etmiştir.

Aziza Mustafa Zadeh

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Aziza Mustafa Zadeh, Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de dünyaya geldi. Piyanist ve besteci babası Vagif Mustafa Zadeh, mugam olarak bilinen geleneksel Azerbaycan müziği ile cazın karışımından yarattığı müziği ile tanınıyor. Annesi Eliza Mustafa Zadeh ise klasik müzik eğitimi almış bir şarkıcı. Küçük bir çocukken dans eden, resim yapan, şarkı söyleyen, yani sanatın tüm dallarıyla ilgilenen Aziza, 3 yaşında babasıyla sahne aldı ve ilk doğaçlamalarını yaptı. Fakat daha sonra piyanodaki yeteneği parlamaya başlayacaktı.

Erken yaşlarda klasik piyano eğitimi almaya başlamasına ve J.S.Bach ve F.Chopin’in bestelerine olan ilgi ve hevesine rağmen, doğaçlamaya olan ilgisini ve yeteneğini de göstermeye başladı. “Yeterince pratik yapmadım” diye açıklıyor ve ekliyor “çaldığımı hissetmezsem çalmam”.

Babasının trajik bir şekilde 39 yaşında sahnede ölmesi Aziza’nın hayatında bir dönüm noktası oluyor. Bu krizin sonucunda annesi kendi sahne hayatına son veriyor ve kendini kızının müzikal yeteneklerini geliştirmeye adıyor. Şu anda onun menajeri ve Aziza yeni besteler yaptığında onun fikirlerine çok güveniyor. “Ona güveniyorum çünkü bir klasik müzikçi olarak çok tecrübeli ve babamla da caz tecrübesi var” diyor ve ekliyor “müzik, tarih ve edebiyat hakkında çok şey biliyor”.

17 yaşındayken Washington’da Thelonious Monk piyano yarışmasını, Monk’un bestelerini kendi mugam tarzıyla yorumlayarak kazanıyor. Daha sonra annesiyle Almanya’ya taşınıyor ve kendi ayırt edici müzikal yönünü geliştirmeye konstantre oluyor.

Zadeh, 1991 yılında kendi adını taşıyan ilk albümünü Aziza Mustafa Zadeh’i çıkardı. Bu albümde, kendi etnik köklerini klasik müzik ve cazla besleyebilen, sıradışı ve dikkate değer bir sese sahip bir sanatçı olduğu hemen anlaşılıyordu. Bu ilk olumlu izlenimler 1993 yılında çıkan Always albümü ile perçinlendi. Yetenekleri o kadar etkileyiciydi ki pek çok prestijli caz müzisyeni Aziza’nın 1995’deki Dance of Fire albümü için bir araya gelmeyi kabul etmişti. Gitarist Al Di Meola, basçı Stanley Clarke, Weather Report’un eski davulcusu Omar Hakim ve saksofoncu Bill Evans gibi ustalardan oluşan bir grupla çalmak, kendini henüz tam olarak ispat etmemiş pek çok müzisyen için korkutucu olabilirdi, fakat Aziza bir kez daha kendine özgü müzikal eğilimleriyle dolu bir albüm çıkardı. “Aziza bir dahi, hem besteci hem de icracı olarak. Onun müziği bana yalnız başına cazdan daha anlamlı geliyor, çünkü duyduğum şey onun kültürü.” diyor Al Di Meola ve ekliyor “onu dinlerken Azerbaycan’ı duyuyorum.”

Londra ve Paris’ten İstanbul ve Tel Aviv’e kadar verdiği tıklım tıklım dolan konserlerinde, 1996 yılında çıkardığı Seventh Truth albümünün kapağındaki baştan çıkarıcı kıyafetinden sadece biraz daha fazla giyinerek seyircileri üzerinde tatlı bir heyecan uyandırıyor. Belki de bu resim bize solo piyano ve sesten oluşan müziğinin sadeliğini yansıtmak için tasarlanmıştı. Bu albümden sonra kendi bestelerinin yanında “My Funny Valentine” and Dave Brubeck’in “Take Five”i gibi caz standartlarının da yer aldığı Jazziza albümünü çıkardı.

Londra’da Abbey Road Studios’da kaydedilen yeni albümü Shamans’da Aziza, müziğinden değişik örnekler sunuyor. “Bach Zadeh” ve “Portrait of Chopin”de klasik müzik etkileri görülüyor, “Ladies of Azerbaijan” ve “Sweet Sadness” bestelerinde ise kendine özgü güçlü vokal tekniği göze çarpıyor.

Fâruk Şâhin

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

03 Aralık 1957 tarihinde Samsun’da doğdu. Mûsıkî yaşantısı, babasının çaldığı kaval ve tulumla başladı. İlkokul yıllarında Türk Mûsıkîsi’ne ilgi duymaya başlayan ŞÂHÎN, 1972 yılında Nermin SAHİP hanımefendi’den kısa bir müddet ud dersleri aldı.

1974 yılında Samsun Mûsıkî Cemiyeti’ne katıldı ve merhûm bestekâr Yusuf YILDIRIM’dan nota ve usûl öğrendi. 1976-1978 yılları arasında aynı cemiyette ud çalan Fârûk ŞÂHÎN, 1981 yılında Samsun Belediye Konservatuarı İcrâ Heyeti’ne ud sanatçısı olarak katıldı. 1983 yılında kısa bir müddet Yılmaz PAKALINLAR’dan tanbur dersleri aldı. 1985-1986 ve 1989-1990 yıllarında Samsun Belediye Konservatuarı’nda Türk Mûsıkîsi Nazariyatı Öğretim Görevliliği yaptı.

Bestecilik alanında şimdiye kadar 300 civarında eser besteleyen ŞAHİN’in 3 adet Kâr-ı Nâtık, 1 adet Ferahnâk Takım, ilâhi, şarkı ve saz eserlerinden oluşan 205 bestesi, TRT Repertuarı’na alınmıştır.

Çeşitli beste yarışmalarına da katılan ŞAHİN, 1992 yılında TRT ve Malatya Eğitim Vakfı’nın ortaklaşa düzenlediği Beste Yarışması’nda bir eseri ile Birincilik, diğer bir eseriyle Mansiyon; Akçay Beste Yarışması’nda 1994 yılında İkincilik,  1995 yılında Birincilik, 1996 yılında üçüncülük, 1996 Yılında Adana Gramafon Müzik Ödülleri Yarışması’nda Birincilik; yine 1996 Yılında TRT ve Kültür Bakanlığının ortaklaşa düzenlediği Dede Efendi Beste Yarışması’nda iki eseri ile Mansiyon, 1997 yılında TRT ve Samsun Büyükşehir Belediyesi’nin ortaklaşa düzenlediği Ulusal Beste Yarışması’nda Üçüncülük, 2000 yılında Türkiye Diyanet Vakfı Çocuk Şarkıları Beste Yarışması’nda bir eseri ile Birincilik, diğer bir eseriyle Mansiyon; 2000 yılında Etimesgut Belediyesi’nin açmış olduğu Beste yarışması’nda bir eseri ile İkincilik, diğer bir eseriyle Mansiyon, 2001 yılı Yalova Yürüyen Köşk Beste Yarışması’nda  bir Mansiyon, Amasya Belediyesi’nin açmış olduğu 2002 yılı 1. Altın Elma Beste Yarışması’nda Üçüncülük ödülü, 2006 yılında Üsküdar Mûsîki Cemiyetinin düzenlediği Emin Ongan 100 Yaşında adlı beste yarışması’nda Mansiyon ; 2007 yılı Mevlânâ Şiirleri  Beste Yarışması’nda Serbest Form Dalında Birincilik ödülü; 2007 yılında Amasya Valiliği’nin açmış olduğu 3. Altın Elma Beste Yarışması’nda Mansiyon ,2007 yılı Üsküdar Belediyesi’nin açmış olduğu Üsküdar konulu Beste Yarışması’nda Mansiyon , Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın 2007 yılında açmış olduğu Türk Müziği Formları Beste Yarışması’nda 3.cü 4.cü ve 6.cı gruplarda olmak üzere 3 ödül, 2008 yılında Amasya Valiliği’nin açmış olduğu 4. Altın Elma Beste Yarışması’nda Birincilik ödülü , Samsun Valiliği’nin 2009 yılında açmış olduğu 19 Mayıs Beste Yarışmasında Mansiyon ödülü ,2009 yılında Amasya Valiliğinin açmış olduğu 5. Altın Elma Beste Yarışması’nda Mansiyon ödülü, 2010 yılında Amasya Belediyesi’nin açmış olduğu 6. Altın Elma Beste yarışması’nda 2 Mansiyon ödülü, 2011 yılında Amasya Belediyesi’nin açmış olduğu 7. Altın Elma Beste yarışmasında Üçüncülük ödülü almıştır.Ayrıca, Sakarya İlkokulu ve Kırıkkale Üniversitesi’nin Marşlarını Bestelemiştir.
 Devr-i Tek isimli yeni bir usûl terkîb ederek Türk Mûsıkîsi’ne kazandırmış ve bu yeni usûl TRT tarafından kabûl görmüştür.

1991 Yılında TC Kültür Bakanlığı Samsun Devlet Klasik Türk Müziği Korosu’nda sanatçı olarak göreve başlayan ŞAHİN, 1995 yılında Ankara Devlet Klasik Türk Müziği Korosu’na tayin oldu.Koroda sanatçılık görevinin yanı sıra bir dönem Ankara Devlet Klasik Türk müziği Korosu’nun Müdürlüğünü ve Gençlik Korosu Şefliğini yapmıştır. Teksif Gönül Dostları TSM Korosunu .Kültür ve Turizm Bakanlığına bağlı Milli Kütüphane personelinden oluşan TSM korosunu çalıştırmıştır.Yozgat Valiliği ‘ne bağlı TSM korosu ’nu, ve TSM çocuk korosunu ayrıca Yozgat Bozok Üniversitesi TSM korosunu çalıştırmıştır. 2002,2003 öğretim yıllarında Afyon Kocatepe Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nda Yüksek Lisans Ders Programı çerçevesinde Türk Müziği Bestecilik Teknikleri adlı derslere Öğretim Görevlisi olarak girmiştir. ŞÂHÎN, 20 yıldır fotoğraf sanatı ile uğraşmakta olup, ayrıca yağlı boya ve kara kalem çalışmalarıyla birlikte Mızrablı tanbur imalâtı yapmaktadır.

Hasan Cihat Örter

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

24 Ekim 1958  yılında İstanbul’da doğdu. Çok küçük yaşlarda harika  çocuk olarak piyano ve keman ile tanışarak müziğe başladı.  Daha sonra 5 yaşında klasik gitar ile tanıştı ve ilk ciddi  derslerini  7 yaşında  Prof. Antonio Doumesitch‘den aldı ve bu derslere 5  yıl devam etti.  Bu arada Jazz gitar ile de ilgilenmeye başladı ve 12 yaşında küçük orkestralarda çalarak profesyonel oldu.  

Üsküdar Musiki Cemiyeti’nde Emin Ongan’ın Türk Müziği Derslerine katıldı, makam ve nazariyat dersleri aldı (1970-1972). Bağlama üstadı Şemsi Yastıman ile Türk Halk Müziği araştırmasına yönelik çalışmalar yaptı ve bağlama  üzerine sentezler geliştirdi.  Lise eğitiminden sonra  Boston Üniversitesi Berklee Müzik Akademisi’nden burs kazanarak Amerika’ya gitti “New Talend Of Succes” (1976 – 1979)    Buradaki Kompozisyon ve Armoni derslerini  tamamladıktan sonra dört yıllık okulu iki yılda  üstün derece ile bitirdi ve Okulun isteğiyle Prof. Gordon Delemond’un öğrencisi olarak  Belçika Kraliyet Liege  Konservatuarı’nda  Yüksek kompozisyon  dersleri aldı (1979 -1980) mastır ve doktorasını yaptı . (Türk müziği çok sesli denemeler.) Tezleri kitap olarak sunuldu. İstanbul Teknik  Üni. Dev. Ve Mimar Sinan Üni. Devlet Konservatuarları Rektörlüklerince ; TÜRK MÜZİĞİNE HİZMET ETMİŞ ÖNCÜ BÜYÜKLERİMİZ ÖDÜLÜNE LAYIK GÖRÜLMÜŞTÜR.

Ülkesine vatani vazife dolayısıyla döndü ve daha sonra burada  Büyük orkestra çalışmaları  ve stüdyo çalışmalarında bulundu.  (Festival, Eurovision Orkestraları).  Bu arada  reklam , belgesel ve tiyatro müzikleri yapmaya başladı.  1989 yılında kurulan Kent Orkestrası’na kadrolu sanatçı olarak girdi ve 8 yıllık hizmetten sonra kendi isteği ile ayrıldı (1998).

1994 yılında  Dr. Ahmet Kurtaran’ın ricası üzerine Modern Folk Üçlüsüne girdi , orada gitar çalıp vokal müziği yaptı ve bu grubun aranjörlüğünü üstlendi. 1995 yılında da  Amerika da Uluslararası Houston Jazz Festivali’ne  bu grup ile katıldı. Harbiye Açık Hava  Konseri (MFÜ. 1996) Aynı Grup ile 7 Şehirde Konserlere katıldı. Aynı yıl  Uluslararası Akbank Jazz Festivali’nde grubuyla çaldı (1995  Ak sanat Kültür Merkezi).

Kıbrıs 1. Girne Altın Zeytin yarışmasında Beste ve Şarkıcılık dalında  1. oldu. ve  1993 yılında ilk albümü olan 1. Albüm, ANADOLU EZGİLERi KLASİK GİTARA ADAPTASYON   albümünü çıkardı (Kent Plak -EMI). Bu albüm  2.Albüm olarak INSPIRATION serisinden bütün dünyada satılmaya başladı ve Sanatçı  dünyanın en büyük plak firmalarından E.M.I  Klasik kataloğuna girdi ve ALTIN PLAK aldı. Bu kompozisyonları daha sonra araştırmalar ve denemeler halinde kitap olarak çıkardı. (Hayatım Gitarım ve Müziğim 1995 Pan Yayıncılık ). Bu kompozisyonların tamamı 1000’e yakındır. Daha sonra  tüm dünya kadınlarına ve çalışan kadınlara adadığı 3.Albüm, KADIN’IN SENFONİLERİ  albümünü yaptı. (Kent  Plak 1995). 1996 yılında 4.Albüm,  MODERN FOLK ÜÇLÜSÜ İSTANBUL ŞARKILARI albümünü yaptı. (Yapı Kredi Kültür Hizmetleri) . 14 şehirde konserleri verildi ve bu albüm için  klip çalışması yapıldı   (İstanbul Harbiye Açıkhava Tiyatrosu 1996 ) . 1997 yılının sonunda 5.Albüm,  RE-FORMATION (TÜRK MÜZİĞİ SAZ ESERLERİ NEW-AGE)  albümünü yaptı. 1997 ‘nin sonunda bu albümün London Southern Cross stüdyolarından re-mixi çıktı .   6.Albüm, (INSPIRATION RE-MIX ). Sony Music European Catalogue’a girdi. USA  Billboard dergisi Hasan Cihat Örter’ i albümleri 30  ülkede satılan ilk Türk Sanatçısı ilan etti. Türk Jazz ında birinci  sıraya koydu (1998). 1999’da7. Albüm, MEKTUP FİLMİ SAUND TRACK  (1998 RAKS). 8.Albüm,  RE-FORMATION 2  (ANADOLU ESİNTİLERİ NEW-AGE/ Sony Music) al

9.Albüm, AŞK VE HÜZÜN (Ezgi Medya-2002).  10. Albüm, GİTARIN SESSİZ  ÇIĞLIĞI  (Genç Müzik 2003 ), 11. Albüm, FLAMENKO TÜRK  (Topkapı Müzik 2004 Çıkacak) Albümlerini yaptı.12.Albüm, İKİ DERVİŞİN AŞK YARASI (Seyhan Müzik 2004 Çıkacak). 13. Albüm, İSTANBUL DA MODERN OYUN HAVALARI (Seyhan Müzik 2004 Çıkacak)

“Bizim Sazımız – Bizim Cazımız,  Ne Var ? Ne Yok ?” TRT  programına  orkestrasıyla canlı müzik yaparak katıldı. Sürgündeki Devlet, Menderes, Kızıl Güneş, Sultan Galiyev, DÜNDEN BUGÜNE (TGRT), KIBRIS BELGESELİ (SHOW TV.), KIBRIS BELGESELİ SOUND-TRACK    CLIP”, CUMHURİYET BELGESELİ, OSMANLI’NIN DOĞUŞU (TRT 2), FATİH VE FETİH (TRT 1),DOĞDUĞUM TOPRAKLAR (TRT),SON TANIKLAR (TRT), SUMMER UNIVERSITY 2003- İSTANBUL TANITIM MÜZİKLERİ (42 ÜLKE – 72 ŞEHİR ),  gibi 200 e yakın belgesele özgün ve jenerik müzikleri yaptı. Cemal Reşit Rey Gençlik Festivali , Uluslararası Gitar Festivali ( C.R.R.  Ocak 2001),(2002), (2003),(2004) İstanbul Müzik Şenliği , 1995  Akbank Jazz Festivali gibi birçok uluslararası festivalde çaldı. 

TRT 2 ‘de MÜZİK VE BİZ  adlı programı hazırlayıp sundu ( Cumartesi akşamları 20:20 ).  Program 4 yıl sürdü. Aynı zamanda STV. De 3 yıl canlı olarak benzeri daha önce yapılmamış “GECEYİ ÖRTEN MÜZİK” programı yaptı ve ülkemiz de ve tüm dünyada bu program çok sevildi, takdir gördü. Amcası Rembetiko uzmanı  Erol ÖRTER (Buzuki Erol) ile  BUZUKİ EROL – EROL ÖRTER  adı altında piyasaya sunulan  kitabın hazırlanmasına katkıda bulundu ve rebet şarkılarını aranje etti  , notasyonladı.  Özel radyo ve televizyon  kanallarında programları  yayınlanmaktadır ve bu programlar çok ilgi görmektedir. Sanatçı yapmış olduğu sanatsal çalışmalarla 1000 e yakın  ödül almıştır .

İKİ SATIRLIK ŞİİRLER (Birun Yayınevi-2000, ) ESERLERİ-SANATÇI (Bemol Müzik 2002), SAZ ESERLERİ (Bemol Müzik 2003), MÜZİKLE TEDAVİ VE ARAŞTIRMALAR (Bemol Müzik 2003) Hasan Cihat Örter ‘ in  şimdiye kadar yazdığı 6 kitabı vardır. Ayrıca sanatçının TCDD. DEVLET DEMİR YOLLARI BESTESİ,TRAFİK CANAVARI İLE MÜCADELE DERNEĞİ BESTESİ, POLİS KOLEJİ MARŞI, ELAZIĞ 8. KOLORDU MARŞI, BEŞİKTAŞ SPOR KLUBÜ MARŞI, ÜSKÜDAR BESTESİ, ÜMRANİYE BESTESİ,TC.80 YIL MARŞI…gibi marş besteleri de vardır.

Sanatçı:  A.B.D., Rusya, Hollanda, Belçika, İngiltere,  Fransa, Yugoslavya, İspanya, İtalya,Almanya , Hindistan , Azerbaycan ve Kıbrıs gibi pek çok ülkede konserler ve resitaller vermiştir. Büyük Önder  Mustafa Kemal ATATÜRK’ÜN dediği gibi; Türk müziğinin çok sesli müziğe uyarlamasındaki  çalışmalarını güçlendirmek için yurtiçi ve yurtdışı konserlerine devam edip basında ve seminerlerde yaptığı konuşmaları  ile insanları çok etkilemektedir.