Archive for Haziran, 2012

Kömürcüzade Hafız Mehmet Efendi

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

III. Selim II. Mahmud devirlerinin en tanınmış, kudretli bestekarlarından ve hanendelerinden olan Kömürcüzade Hafız Mehmed Efendi’nin bu iki padişaha da musahiblik yaptığı bilinmektedir. Doğum ve ölüm tarihleri kesin olarak bilinmeyen Hafız Mehmed Efendi’nin 1835? yılında öldüğü sanılmaktadır.

II. Mahmud devrinin tanınmış hanendelerinden Hafız Abdullah (Şehlevendim)’ın kardeşi olan bu değerli bestekarımız hakkında maalesef fazla bilgi yoktur. Ata Tarihi’nin 4. cildinin 304. sayfasında bazı şiirleri de yazılıdır. Bu suretle bestekarın şiirle de uğraştığını öğreniyoruz. Birçok eserinin unutulduğu veya kaybolduğunda şüphe olmayan

Kömürcüzade Hafız Mehmed Efendi’nin bugün elde bulunan eserleri pek azdır. Günümüze ulaşan bu eserler arasında musiki değeri yüksek, sanat abidesi sayılabilecek eserler çoğunluktadırlar.

Dr.Nevzat Altığ

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Türk Musıkısi Koro Şefi. Edirneli bir aileden. Babası süvari albayı, şarkı bestekarı Nazmi Atlığ’ın görevle bulunduğu Sarayköy (Denizli)’de doğdu.

Keman ve musiki öğrendi. istanbul Tıp Fakültesi’ni bitirip röntgen teşhis ihtisası yaptı. Üniversite Korosu’nda keman çaldı, sonra bu koronun şefi, istanbul Radyosu Türk Musikısi şefi, İstanbul Konservatuvarı icra Hey’eti şefi, İstanbul Radyosu Müdürü ( 1954-1958) oldu. istanbul Radyosu Küçük Koro’sunu yönetirken 1963’de Mes’ud Cemil’in ölümü üzerine Klasik Koro’nun Şefliği’ne getirildi. 1976 yılına kadar aralıksız bu görevi yürüttü.

1969’da Milli Eğitim Bakanlığı Türk Musikısi Komisyonu kurulunca başkan seçildi ve bu komisyon Kültür Bakanlığı’na geçince başkan olarak görevine devam etti.1000 Temel Eser Komisyonu üyeliğinde bulundu. TRT Yönetim Kurulu Üyeliği yaptı. 1976’da Kültür Bakanlığı Devlet Klasik Türk Müziği Korosu’nu kurunca koronun şefliğine getirildi.

Çeyrek asır devam ettiği istanbul Belediye Konservatuvarı’ndaki Sanat Kurulu Başkanlığı ve Türk Musikısi hocalığından ayrıldı. 1981 yılında Kültür Bakanlığı’nın Klasik Türk Müziği dalında Başarı Ödülü’nü aldı. Türkiye Milli Kültür Vakfı’nca 1983 yılı Türk Kültürüne Hizmet Ödülü’ne layık görüldü.

1983 yılında Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Üyeliğine seçildi ve 1984 yılında TRT Yüksek Kurulu üyeliğine atandı. 1985 yılında Profesör, 1987 yılında Devlet Sanatçısı ünvanı almıştır.

1999’da Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat büyük ödülüne layık görülmüştür. Pek çok müzisyen yetiştiren ve halen İTÜ Türk Musikısi Devlet Konservatuvarı’nda Öğretim Üyesi olan Dr. Nevzad Atlığ, evli ve iki çocuk babasıdır.

Numan Ağa

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Bestekâr ve tanburî Numan Ağa, kesin bilinmemekle beraber, 1750? yılında İstanbul’da doğduğu sanılmaktadır. III. Selim ve II. Mahmud devirlerinin ünlü tanburî ve bestekarıdır. Hem saz eserleri ve hem de sözlü eserler bestelemiştir. Enderun’da yetişti. Tanbur sazını öğrendi ve sonradan Enderun’da tanbur öğretmenliği yaptı. Yetiştirdiği öğrencileri arasında en meşhuru, oğlu Zeki Mehmed Ağa’dır. Torunu Tanburî Büyük Osman Bey de çok değerli bir saz eserleri bestekarıdır. Enderun’da çavuş payesi alan Numan Ağa, daha sonra padişah musahibi olmuştur. Letaif-i Enderun’da 1816-1817 yılı olaylarında:

” … Tanburî Numan Ağa’ı padişah çok severdi, ama o çırağlık istediğinden uygun bir nanpare verildi; ayrıca padişah musahibi oldu” diye yazılıdır.

Numan Ağa 84 yaşında 1834 yılında istanbul’da öldü. Bugün elde bulunan eserleri (her tür eseri) 70’den fazladır. Bunların 6 adedi peşrev, 6 adedi saz semaîsi, l Beste, l Yürük Semaî ve gerisi şarkıdır. Rast-ı Cedîd faslım Dede Efendi ile ortaklaşa bestelemişlerdir. Hemen şunu da belirtelim ki, bestelendiklerinden bu yana, Numan Ağa’nın Şevkefza ve Bestenigar peşrevlerinden daha üstün ve güzel her iki makamda da peşrev bestelenmemiştir.

Zeki Mehmet Ağa

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Tanburi-Bestekar Musahib-i Şehriyarî Numan Ağa’nın oğlu olan Zeki Mehmed Ağa, 1776 yılında İstanbul’da doğdu. Babasından tanbur çalmayı öğrendi. Yine babasının aracılığıyla Enderün-ı Hümayün’a girdi. Kısa zamanda büyük başarı gösterdi. III. Selim zamanında sarayın ünlü tanburîleri arasında bulunuyordu. Önceleri çavuş unvanına sahipti. II. Mahmud zamanında Musahîb-i Şehriyarî oldu. Babası Numan Ağa ile birlikte padişah huzurunda yapılan fasıllarda çalmıştır. Tanburîliği ile birlikte bestekarlıkta da şöhreti arttı. Özellikle saz eserleri besteciliğinde büyük başarı elde etti. Klasik üslupta olan eserlerinde melodilerin seyri büyük bir hareketlilik gösterir. Fırtına gibi nağmelerin ardarda dalgalar halinde gelişi, parlak ve şuh karakterdeki eserlerin teknik yönden de fevkalade oluşunu açıkça ortaya koyar. Saz eserlerinin yanı sıra bazı şarkılar da bestelemiştir. Zamanımıza gelebilen eserlerinin sayıları azdır. Birçok eserinin kaybolduğu da sanılmaktadır. Zeki Mehmed Ağa’nın oğlu Osman Bey (Tanburî Büyük Osman Bey) de babası gibi değerli bir tanburî ve babasından da büyük bir saz eserleri bestekarıdır.

Hammamîzade İsmail Dede Efendi ile birlikte Hacca giden Zeki Mehmed Ağa da kolera salgınından kurtulamamış ve 1846 yılı Kasım aynıda ölmüştür

Ergei Vasilyevich Rachmaninov

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

1 Nisan 1873’de Rusya’nın Novgorod ilinde, İlmen yakınlarındaki Oneg’de, dedelerinin malı olan bir malikanede dünyaya geldi. Babası ordudan emekli olmuş bir subay, annesi bir generalin kızıdır. Müzik yeteneğini kuzeni Aleksandr Siloti keşfedecek ve piyano çalışmak üzere Moskova’ya gitmesini önerecektir. Bu öneri üzerine, Nikolay Zverev’den piyano dersleri almış, ardından kuramsal bilgisini arttırmak için Moskova Konservatuarı’na kaydını yaptırmıştır. 1892 yılında, 19 yaşında Puşkin’in “Çingeneler” şiirinden uyarladığı tek perdelik “Aleko” adlı opera yapıtıyla altın madalya kazanarak konservatuardan mezun olmuştur. Hem besteci hem piyanist olarak iki yapıtıyla ününün kapılarını açmıştır.

Bu yapıtlarından biri, ilk kez 26 eylül 1892’de seslendirilen “fa diyez minör Prelüd”, öteki yine ilk kez 1901 de çalınan “do majör ikinci konçerto”sudur.

1897 yılında “re majör birinci senfoni”sinin ilk seslendirilişinin ardından büyük bir bunalım geçirdi. Çünkü senfonisi kötü yorumlanmış ve eleştirmenlerce övgüye değer bulunmamıştır. (oysa ölümünden sonra “re majör birinci senfoni”si en özgün yapıtları arasında değerlendirilecektir). Senfonisinin aşırı yenilikçi bulunmasından dolayı geçirdiği bunalım üzerine besteciliğe bir süre ara vermiştir. Ama Nikolay Dahl adında bir psikologun yardımıyla sağlığına tekrar kavuşmuş, o sırada kuzeni Natalie Satin ile yaptığı mutlu evliliğin de yardımıyla “2. piyano konçertosu”nu yazmıştır ve bu yapıtı psikologuna adamıştır.

1905 devrimi besteciyi “Bolşoy Balesi”nde orkestra şefiyken yakaladı. Fakat devrime katılmaktan çok, dışardan gözlemeyi yeğledi. Ertesi yıl kasım ayında ikinci vatanı olarak kabul ettiği Dresden’e gitti. Burada üç önemli eserini imzaladı. 1907’de “mi minör ikinci senfoni”si, 1909’da “ölüler adası” senfonik şiiri ve yine aynı yıl “re minör üçüncü piyano konçertosu”… 1909’da ilk ABD turnesine çıktı. Zaten re minör üçüncü piyano konçertosu nu bu turne için özel olarak bestelemiştir. Konçerto 28 kasım 1909’da Walter Damroch yönetimindeki New York Senfoni Orkestrası tarafından seslendirilir. Bu yapıtının başarısı üzerine Boston Senfoni Orkestrası’ndan sürekli şeflik önerisi alacak, ancak bunu kabul etmeyerek 1910 yılının Şubat ayında Rusya’ya dönecektir.

1917 Sovyet Devrimi’nden iki ay sonra kendi isteğiyle ikinci kez yurdundan ayrıldı. Çünkü müziği “burjuva” tarzında müzik diye nitelenip aşağılanmıştır.  Daha sonra yurttaşı olduğu Amerika’ya ailesini de götürmüştür. ABD de özgün yapıtlar vermemesine rağmen , eski yapıtlarını gözden geçirerek yeniden yazmış ve parlak bir konser piyanisti olarak ün sahibi olmuştur… Bunun dışındaki tüm zamanını ise ABD ve Avrupa’daki turnelere ayırır. 1926 yılında “4. Piyano Konçertosu’nu” besteler. 1931’de “Corelli Çeşitlemeleri”, 1934’de “Paganini’nin Bir Teması Üzerine Rapsodi” ile 1936’da “La Minör Üçüncü Senfoni”sini yurdundan ayrılığın hüznünü taşıyan yapıtları olarak nitelenecektir.

1931 yılında Lucerne gölü kıyısına yerleşmiştir, bu sıralar en büyük mutluluğu yapıtlarının Sovyetler Birliği’nde değer görmesiydi. 1942 – 43’de bir büyük ABD turnesine daha çıktı ve ardından Kaliforniya’ya yerleşti.

Ve Sergei Vasilyevich Rachmaninov, Rus Romantizminin son büyük bestecisi unvanını da sonsuza dek alnında taşıyarak 28 Mart 1943’te  Kaliforniya’da Beverly Hills’te yaşama gözlerini kapadı.

Abdurrahim Kühni Dede

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Yenikapı Mevlevîhanesi şeyhlerinden Kütahyalı Seyyid Ebu Bekir Dede’nin üçüncü oğludur. 1769 yılında doğmuştur. Henüz altı yaşında iken babasını kaybeden Abdürrahim Efendi, büyük ağabeyi Ali Nutkî Dede’nin himayesinde ve Yenikapı Mevlevîhanesi’nde yetişmiştir. Mevlevihane’nin kurallarına (adab ve erkanına) uygun olarak çilesini çıkarıp (Dede) olan Abdürrahim Künhî Dede, genç yaşında, musikide olduğu gibi edebiyatta ve ledün ilminde (Allah sırlarından ve niteliklerinden bahseden bilim) de üstatdı. Galata Mevlevîhanesi kudümzenbaşısı ve değerli musikişinas Derviş Mehmed ile Ferahfeza ve Vech-i arazbar makamlarının yaratıcısı kudretli bestekar ve çok değerli musahib Vardakosta Seyyid Ahmed Ağa, Abdürrahim Künhî Dede’nin yetiştirdiği en seçkin öğrencileridir. Devrin padişahı ve büyük bir bestekar olan III. Selim, Yenikapı Mevlevîhanesi kudümzenbaşısı Abdürrahim Künhî Dede’yi Enderün’a almak istemişse de, bu dergahın şeyhi ve Künhî Dede’nin ağabeyi olan Ali Nutkî Dede, padişahın bu arzu suna karşı koymuş ve ermiş kişilerin kendile-rine has kudretiyle kardeşine öyle bir nazar etmiştir ki, Künhî Dede, sekiz yıl kadar cezbe (tarikata bağlı kişilerin kendilerinden geçme hali) halinde kalmıştır. Bu sebeple de padişah kendisini saraya almaktan vazgeçmiştir.

Künhî mahlasıyla şiirler de yazan Abdürrahim Künhî Dede’nin Yenikapı Mevlevîhanesi kudümzenbaşılığından şeyhliğine geçmesi ağabeyinin oğlu olan Recep Hüseyin Hüsnü Dede’nin (Nasır Abdülbakî Dede’nin oğlu) dokuz yıl şeyhlikte bulunduktan sonra 1830 yılı ramazanında ölmesi üzerine olmuştur. Künhî Dede 25 Mart 1830 yılında şeyh olmuş ve iki yıla yakın şeyhlikte bulunduktan sonra 1831 yılında ölmüş ve dergahın türbesine gömülmüştür.

Zaharya Efendi Mir Cemil

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Klasik Türk musikisinin bütün devirlerdeki en büyük bestekarlarının en başta gelenlerindendir. Zaharya, aslen Rum’dur. Türk musikisine şaheserler veren bu büyük bestekarın doğum tarihi hakkında hiçbir yerde bir kayıt yoktur. Ölüm tarihi ise şüpheli olarak 1740? diye tahmin edilmektedir. Papadopulo Tarihi’nde:”Patrikhane baş mugannîsi Daniel’in ahbabı ve çağdaşıdır. Daniel, 1789’da öldüğüne göre, 1770 senesi musikişinaslanndanmış. Şu halde Zaharya’nın hayatım da bu tarihde aramak lazım gelir” diye yazılıdır. Buna karşılık, Hazîne-i Hassa Serkatibi Selahî Efendi’nin vakayînamesinde (günlüğünde) şu not vardır:

“4 Şevval 1150 Cumartesi günü (M. 25 Ocak 1738 Cumartesi) sahil saray-ı Topkapısına teşrif-i iclal olunup taşra hanende ve sazende kulların ve millet-i nasaradan Zaharya kefere hanendesinin kendi beste ettiği semaiyat ü bestelerden fasl olunup evatıf-ı celîle-i cihandarîleriyle mesrur buyurdu.”

Aynı günlükde bir başka kayıt da şudur:

“5 Şevval 1150 Pazar günü (M. 26 Ocak 1738 Pazar) incili Kasrı’na teşrif olunup hanende mesfür, yani Zaharya ve Çuhacızade ve tanburî Yahudi huzur-ı hümayunda geh Segah, geh Hüseynî fasl ile tarab-engîz-i safa-bahş-ı devlet olmuşlardır.

Burada (tanburî Yahudi) diye bahsedilen musikişinasın (Mıısi) yani (tanburî haham Moşe Faro) olduğunu tahmin edilmektedir. Musi’nin ölümü 1770 yılındadır. Bu yazdığım notlardan bir netice çıkaracak olursak, Zaharya’nın olgunluk çağı da gözönüne alınarak (16807-1750?) yılları arasında yaşamış olduğunu, kesin olmasa da, söyleyebiliriz.

(28) Selahi Efendi’nin günlügündeki notların bugünkü dille açıklamasmı şöyle yapabiliriz:

“Padişah 25 Ocak 1738 cumartesi günü bütün kudretiyle Topkapı Sarayı’nı şereflendirmiş, dışarıdan, saray dışından hanende ve sazendelerle Hıristiyan olan hanende Zaharya’nm kendi beste ve semaîlerinden oluşan bir fasıl yapılmış ve padişah da yüce hükümdarlıgıyla onları, karşılık beklemeden memnun etmiş, sevindirmiştir.”

“26 Ocak 1738 pazar günü incili Kasrı’nda adı geçen hanende, yani Zaharya ve Çuhacızade ye tanburî Yahudi bazen Segah, bazen Hüseynî fasılları ile coşarak padişaha neş’eli zamanlar geçirtmişlerdir.”

Mesfür – Yazılmış, adı geçmiş. Bu kelime, hakaret görmesi icab eden, aşağılık kimseler, daha çok düşmanlar hakkında kullanılırdı. Zaharya hakkında böyle bir kelime kullanılması hayret vericidir.

Bu zat birçok da Rum türküleri yazmış ve (Efterpi) adlı bir kitap çıkarmıştır. Lakin (Kiryakos Tu Filokzenus)’un dediğine göre diğer musikişinaslar da bu eserleri kendilerine mal etmişlerdir. Her ne kadar (Efterpi) namındaki kitap (Teodorius Tokaifis) ve hanende (Stavraki) tarafından tercüme edilmişse de bunun hiçbir tarafında Zaharya ismine rastgelinmemiştir.”

Zaharya’nın kiliseye ait bestelediği eserler, ayîn bittikten sonra, halk dağı-lırken okunan eserlerdir ve (Kalofonikus Irmus) adım taşırlar. Bestekar bu eserlerini Kilise notası ile yazmıştır.

Papadopulo Tarihi’nde, Zaharya’nın kilise musikisini patrikhane baş hanendesi Daniel’den öğrendiği, ayrıca bu değerli bestekarın Arap ve Acem musikileri hakkında da bilgi sahibi olduğu yazılıdır.

Çok üstün bestekarlığının yanı sıra zamanının ünlü hanendelerinden olan Zaharya, o devrin en karlı işlerinden biri olan kürk ticaretiye uğraşmıştır. Bu sebeple de hayatı büyük bir rahatlık içinde geçmiştir.

Hayatının sonlarına doğru ihtida etmiş (Müslüman olmuş) ve Mîr Cemil adını almıştır. Bazı eserlerinin üzerinde Cemil Bey diye yazılı olduğu da görülmüştür. Bu isimlerle kayıtlı eserlerin üslup bakımından Zaharya tarafından bestelenmiş olduğu kuvvet kazanmaktadır.

İstanbul’da vefat ettiği muhakkaktır. Ancak defnedildiği yer belli değildir

Kaynak:

Yılmaz Öztuna — Türk Musikisi Ansıklopedisi

Tanburi Mustafa Çavuş

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Türk Sanat Mûsikîsi’nin bu önemli XVIII. yüzyıl bestekârı hakkında, üzülerek belirtelim ki bilgilerimiz çok sınırlıdır. Türk Mûsikîsi tarihi ile ilgili belgelerde adı Tanburî Mustafa Çavuş, Mustafa Çavuş, Tanburî, Âşık, Âşık Tanburî gibi isimlerle anıldığı görülür. Doğum ve ölüm tarihleri belli değildir.

Dr. Suphi Ezgi bazı kaynaklara dayanarak ailesinin Kadıköyü’nde oturduğunu, Kadıköylü Kadı Mehmed Efendi’nin oğlu olduğunu, bu yüzden “Kadı-zâde” adını aldığını söylüyor. Refik Ahmed Sevengil ise, Hâfız Hızır İlyas Efendi’nin “Vak’ayi-i Letâif-i Enderûn” adındaki eserine, Fatih’teki Ali Emirî kitaplığında 736 numarada kayıtlı Edirneli Derviş Hüseyin’in (H. 1146) tarihli güfte mecmuasına ve Suphi Ezgi’nin “Tanburî Mustafa Çavuş’un 36 şarkısı” adındaki eserine dayanarak, XVIII. yüzyılın ilk yıllarında doğduğunu ve aynı yüzyılın ikinci yarısından sonra ölmüş olabileceğini ileri sürüyor. Bu tahminlere göre mezarının yeri bilinmeyen bu büyük sanatkâr 1700-1770 yılları arasında yaşamış olabilir. Esad Efendi’nin verdiği kısa bilgiye göre Enderûn’dan yetişti ve saray geleneklerine göre “Çavuş” luk rütbesine kadar yükseldi.

Saraydan ne zaman ayrıldığı, ne gibi görevlerde bulunduğu, kimlerden ders alarak yetiştiği bilinmezlik içindedir. Her ne kadar Kadıköyü’nde doğduğu ileri sürülüyorsa da Mustafa Çavuş, gelenek ve göreneklerine bağlı, halk mûsikîsi ve halk şiiri zevkini tatmış, bunu verdiği eserlerde kuvvetle hissettirmiş bir halk çocuğu olsa gerektir. Bu nedenle çağının özelliklerine uymayan, şen, şuh, nükteli ve samimi bir üslûbu ve ilginç bir sanatkâr kişiliği vardır. Şairane benliğinden doğan şiirlerine yapmış olduğu besteleri, aynen şiirleri gibi, her türlü özenti ve gösterişten uzaktır. Samimiyetten yola çıkmış, sanat endişesi ile hareket etmemiştir. Çağının mûsikî anlayışına uymamış, bir eserinin dışında büyük beste formlarında eser vermemiştir. Kendi tabiatına uygun olanı yaptığı için, o zamana göre alışılmışlığın dışında kalan şarkılarının sanat değeri çok yüksektir;şarkı formunun en güçlü öncülerindendir. Böyle olduğu için Mustafa Çavuş, “. . . mûsikîşinas olarak şarkı edebiyatımızda kendinden öncekilere göre yepyeni bir çığırın ve bugünün anlayışına , zevkine bütün tazeliği ve heyecanı ile seslenen bir seviyenin sahibidir. “

Mustafa Çavuş aynı zamanda bir hece, yâni halk şairidir. Şiirlerinde “Tanburî” mahlasını kullanmış, sade ve duru bir Türkçe ile özentisiz, duygulu ve sanatlı şiirler söylemiştir. Elde bulunan şiirleri gözden geçirilirse şiir geleneklerimiz içinde “Edebî Sanatlar”a sık sık yer verdiği görülür. Gerek mûsikîde, gerekse şiir söyleme sanatında ortaya koyduğu eserler onun “Âşık Mûsikîsi” ve “Âşık Edebiyatı” ile klâsik mûsikînin arasında yer aldığı ve kendine özgü bir sanatın mensubu bulunduğu dikkati çeker. Enderûn’dan yetişmiş olmasına rağmen mûsikî anlayışını değiştirmemiş, ilhamlarını sanatın dar kalıplarına sıkıştırmamıştır.

Diğer bestekâr şairlerimizin halk şiiri vadisindeki söyledikleri dikkate alınırsa, Mustafa Çavuş’un güçlü bir “Hece Şairi” olduğu sonucuna varılabilir.

Kaynak:Türk Mûsikîsi Tarihi. . . . . . . Dr. Nazmi ÖZALP

Melih Kibar

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

İstanbul’da 1951 yılında doğan Melih Kibar, 8 yaşında İstanbul Belediyesi Konservatuvarı Yarı Zamanlı Piyano Bölümü’ne başladı.

İlk profesyonel çalışmasına 1969 yılında İstanbul Yelken Kulübü’nde başlayan Kibar, Milliyet Liselerarası Hafif Müzik yarışmasında, Alman Lisesi Orkestrasıyla Beste Birincisi oldu.

Uzun süre Timur Selçuk’la da birlikte çalışan Kibar, 1974’te Timur Selçuk Orkestrası’nın çıkardığı albümde ilk kez 3 bestesi (Gençlik Şarkısı, Kelebek ve Panayır Günü) ile yer aldı.

“Çoban Yıldızı”nı 1975’te Eurovision Türkiye Elemeleri için besteleyen Kibar, Çiğdem Talu ile tanışarak, bir ekip oluşturdu.

Hababam Sınıfı filmine yaptığı müzik ile Altın Portakal Film Müziği ödülünü alan Kibar, “Hisseli Harikalar Kumpanyası Müzikali”nin de bestelerini yaptı.

“Hep Böyle Kal” ve “Söyle Canım” 45’lik plak çalışmaları Altın Plak kazanan Kibar, 1984 yılında da Sopot’ta “En Başarılı Orkestra Şefi” ödülünü aldı.

Kibar, 1986 yılında Melki Prodüksiyonu kurdu. Kibar’ın “Halley” şarkısı Eurovision Türkiye birincisi ve Norveç’teki finalde de Avrupa dokuzuncusu oldu.

1987 yılında “Paydos” adlı bestesi ile Eurovision Türkiye ikincisi olan Kibar, 1995’te de “Sev” adlı bestesiyle Eurovision Türkiye birinciliğini aldı.

Kibar, 2000 yılında da “Sersem Kocanın Kurnaz Karısı” adlı oyunun müzikleri ile “Afife Jale En İyi Besteci” ödülüne layık görüldü.

Kibar, 7 Nisan 2005’te tedavi görmekte olduğu Acıbadem Hastanesi Kozyatağı’nda hayatını kaybetti.

Toto Cutugno

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Esas adı Salvatore Cutugno olan Toto Cutugno, 7 Temmuz 1943 tarihinde İtalya’ın Mass şehrinin Fosdinovo kasabasında doğdu. Müziğe ilk önce beste yaparak başlayan Cutugno, daha sonra kendi eserlerini seslendirmeye başladı. San Remo müzik festivalinde bir çok başarıları bulunan sanatçı, şarkılarında Napoliten ezgiler kullandı.

1980 yılında “Solo Noi”; ile San Remo’da birincilik aldı. Fakat esas ününü 1983 yılında dünyaca ünlü “L’Italiano” ile kazandı. Aynı şarkıyla San Remo festivaline katılmasına rağmen altıncı olabildi.

1990 yılında İtalya adına katıldığı Eurovision şarkı yarışmasında “Insieme 1992” adlı şarkıyla birincilik aldı. Adriano Celentano, Dalida, Joe Dassin, Micheal Sardeou, Ray Charles ve daha bircok ünlü sanatçı Cutugno’nun şarkılarını seslendirdiler.

Prof. Dr.Selahattin İçli

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

“Zeytin Gözlüm”, “Gül Açılsın Dudağında Gülüver”, “Hüzün Zaman Zaman Deli Dalgalarla Gelir”, “Ayrılık Var Çıkan Falda” gibi Türk Sanat Müziği eserlerine imza atan ünlü bestekar Prof. Dr. Selahattin İçli, 14 Ekim 2006 günü İstanbul’da vefat etti.

6 Ekim 1923′ de İstanbul, Beşiktaş’ta doğdu. Babası İbrâhim İçli, Annesi Zekiye İçli’dir. Nimet ve Ümran adında iki kız Kardeşi vardır. 1927 yılında Babasının Susurluk Borasit Mâdeni’nde görev almasıyla, ilkokulu Susurluk’ta, Ortaokulu ve Liseyi Balıkesir’de yatılı olarak okudu.

1949 yılında İstanbul Tıp Fakültesi‘ni bitiren İçli, askerliğini Çankırı Piyâde Atış Okulu tabibi olarak yaptıktan sonra (1950), 1953 yılına kadar İstanbul’da özel bir hastanede ve bir şirkette çalıştı. Daha sonra Susurluk Belediye Tabibi, Susurluk Şeker Fabrikası Tabîbi ve Borasit Madeni Tabîbi olarak 1961 yılına kadar Balıkesir’de bulundu. 1961 yılında tekrar İstanbul’a yerleşerek bir müddet özel sektörde çalıştıktan sonra, 1967 yılında Sosyal Sigortalar Kurumu İstanbul Hastanesi‘nde görev aldı.

1981 yılında bu hastanede Başhekim Yardımcılığı vazîfesinden ayrılarak İstanbul Devlet Türk Mûsikîsi Konservatuarı’nda sanatçı öğretim görevlisi ve başkan yardımcısı oldu. Konservatuar’ ın İstanbul Teknik Üniversitesine bağlanması üzerine 1986 yılında Profesör ünvânı alan İçli, Komposizyon Bölümü Başkanlığına tâyin edildi.

Selahattin İçli’nin müzik ile yakınlığı çocukluk yıllarında Babası İbrâhim İçli’nin etkisi ile başlamıştır. Hem anne, hem baba tarafından kardeş çocukları olan Udi bestekar Şerîf İçli ve İbrâhim İçli, 1914 yılında Beşiktaş Mûsikî Kulübü’ne devam etmeye başlarlar. Neyzen İhsan Bey’in hoca olduğu bu ocaktan yetişenler arasında Hakkı Derman da vardır.

Babasının müziğe olan alâkası ve zengin repertuarı sebebiyle, oğlu Selahattin’in kulağı daha çocukluk yaşlarından itibaren Türk Mûsikîsi’nin klâsik ve güncel eserleriyle doldu. Böylece; ilk gençlik yıllarında kendisini bestekârlığa götürecek önemli temel unsur sayılabilecek oldukça geniş bir repertuara sahip olmuştur. Lise öğrenimi sırasında müziğin birçok bilgilerine henüz yeteri kadar sâhip olmamakla birlikte, bâzı beste denemeleri yapan İçli, ilk şarkısını 17 yaşında besteledi. Güftesi, Fâruk Nafiz Çamlıbel‘in “Hıyâban” isimli şiirinden alınan Hüseynî makâmındaki bu şarkının Şerîf İçli tarafından beğenilmesi, Selahattin’i yeni besteler yapma alanında daha büyük bir şevkle çalışmaya sevk etti.

1942 yılında büyük hayranlık duyduğu ve babasının da yakın arkadaşı olan Selahattin Pınar‘la tanıştı. Kendisini hem seven, hem de teşvik eden Selahattin Pınar’ı yıllarca hemen her hafta evinde ziyaret ederek O’nun bestekarlık konusundaki bilgi ve görüşlerinden feyz almaya çalıştı. Üniversite öğrenimi, Tıp Fakültesindeki derslerinin yanı sıra, Selahattin İçli’nin mûsikî üzerinde yoğun olarak çalıştığı bir eğitim devresi oldu. Kuruluşundan itibaren (1943) on yıl kadar İstanbul Üniversitesi Korosu‘nda bulundu ve Kanuni Ekrem Karadeniz’in özel derslerine devam etti. Bu dönemde, bir çok müzik çalışmalarına ve konserlere sesi ve sazı (ud) ile de katıldı.

17 yaşından itibaren müzikte bestecilik alanını seçen ve faaliyetini yoğun olarak hep o yönde sürdüren Selahattin İçli’nin çeşitli ansiklopedi, gazete ve mecmualarda makale, fıkra, araştırma ve eleştiri türünden 400’ün üzerinde yazısı yayınlanmıştır. 1998 yılında “Devlet Sanatçısı” olan İçli, 14 Ekim 2006 günü İstanbul’da vefat etti.

Kâni Karaca

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Kâni Karaca 1930’da Adana’da doğdu. İki aylıkken bir kaza sonucu gözlerini kaybetti. İlkokulda okurken,aynı zamanda köyün imamı olan öğretmeninden ders alarak Kur’an’ı hıfz etti.1950’de İstanbul’a geldi. Bir süre Sadettin Kaynak’la çalışarak üslûp ve tavır bilgileri öğrendi. Dinî mûsikî çalışmalarını daha sonra, üslûp ve tavır yönünden çok etkilendiği Yer altı Camii imamı ve hatibi ünlü hafız Ali Üsküdarlı’nın öğrencisi olarak sürdürdü.

Sadettin Heper’den kudümle usûl vurmayı öğrendi, kendisinden ayrıca başta mevlevî ayinleri olmak üzere pek çok dinî ve dindışı eser meşk etti

İstanbul’un mûsikî çevrelerinde çeşitli mûsikîşinaslardan yararlanarak mûsikî bilgisini ilerletti. Hafız Ali Üsküdarlı ve zamanın birçok değerli hafız ve mûsikîşinaslarının karşısında verdiği dinî mûsikî sınavı ile icazet aldı; bu sınavdaki başarısı Kâni Karaca’nın makam bilgisi ile yeteneğini kabul ettirdiği önemli bir aşama oldu.

Kâni Karaca bir hafız olarak yetiştiği halde dindışı mûsikîde de büyük başarı gösterdi.1950’lerin sonları ile 1960’lı yıllarda İstanbul Radyosu’ndan yayımlanan programlarda Mesud Cemil,Cevdet Çağla,Vecihe Daryal,Yorgo Bacanos,Niyazi Sayın,Necdet Yaşar,Sadettin Heper gibi çok değerli saz sanatçılarının eşliğinde okuduğu çok seçkin eserler radyo tarihinin en üstün nitelikli programları arasındadır. Bu dizi radyo konserlerinde yer alan eserlerin hemen hemen hepsi ilk kez Karaca’nın yorumuyla seslendirilmiştir.

Kâni Karaca her yıl Konya’da ve İstanbul’da düzenlenen Mevlana’yı anma haftaları ile İstanbul Festivali çerçevesindeki sema törenlerine düzenli olarak naathan,ayinhan ve kudümzen olarak katıldı.Yüzlerce kere okuduğu , Itrî’nin naat’i onun yorumuyla beslenip benimsendi.

Karaca İstanbul’un son elli yılda tanıdığı en seçkin hafız ve mevlidhanlardan biridir.Doğuştan okuyuş yeteneği gerektiren hafızlık ve mevlidhanlık ile,besteli eserlerdeki icracılığı onun okuyuculuğunun iki yönüdür.

Mevlid,kaside,ezan gibi yazılı bestesi olmayan , ancak doğaçlama ezgilerle okunan dinî mûsikî şekillerinden başka , Kur’an okumakta da büyük bir sanat başarısı göstermiştir. Kâni Karaca mûsikî eğitimi görmemiş din hocalarının artması sonucu hafızlığın sanat yönü gitgide kaybolurken dinî mûsikînin geçen yüzyılda yetişmiş üstadlarıyla zamanımıza kadar ulaşan seçkin gelenekleri izleyip geliştirenlerdendir.

Onun mûsikî icrasına en önemli katkısı,İstanbul’a has mevlid ve Kur’an okuma üslûplarını günümüzde de büyük sanat gücüyle yaşatmasıdır. Karaca bugün kaybolmaya yüz tutmuş olan gazelin de çok üstün nitelikli bir yorumcusudur. Doğaçlama mûsikîde ezgi ile güfteyi her mûsikî şeklinin gerektirdiği ifadeye göre başarıyla kaynaştırır. Bariton sesiyle, pestlerde olduğu kadar tizlerde de perdelerin seslerini falsosuzca vererek , makamların seyirlerini ve özelliklerini ustaca gösterir. Belli bir makamın ses alanından çıkarak başka bir makamın ses alanına geçmek anlamına gelen “geçki” sanatını başarıyla uygular;iç içe örülü,uzun ve kısa ,uzak ve yakın geçkilerdeki makam,ezgi ve buluş çeşitliliği ,okuyuş üslûbuna ayırt edici bir özellik katar. Kâni Karaca dinî mûsikînin olduğu kadar dindışı mûsikînin de günümüzdeki büyük icracılarındandır.

Kaynak:Bülent AKSOY

AbdülBâkı Nâsır Dede

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

18.YÜZYILIN ikinci yarısında ve 19. yüzyılın başlarında yaşamış Türk mûsikîsi bilgini ve bestekarıdır. 1765 yılında Yenikapı Mevlevîhanesi yakınlarında bir evde doğmuştur. Babası Yenikapı Mevlevîhanesi şeyhlerinden Kütahyalı Ebu Bekir Dede Efendi (1705-1775), annesi Kutb-ı Nayî Şeyh Osman Dede’nin kızı Saîde hanımdır. Ağabeyi Ali Nutkî Dede, küçük kardeşi ise Abdürrahim Künhî Dede’dir.

Milas Müftîsi-zade Halil Efendi ve babasından öğrenim gören, Arapça ve Farsça öğrenen Abdülbâkî Dede, ağabeyi Ali Nutkî Dede’nin himayesinde yetişmiş ve onun Yenikapı Mevlevîhanesi şeyhliği sırasında bu dergâhın neyzen-başılığını yapmıştır. Türk mûsikîsinin nazariyatı ve ameliyatı ile uğraşıp, bu konuda geniş bilgi edinmiş ve bilgisini öğrencilerine aktarabilmiş çok değerli bir üstad idi. Hammamîzâde İsmail Dede Efendi’ye de hocalık etmiştir.

Şeyh Ali Nutkî Dede’nin ölümü üzerine, 1804 yılı Ağustos ayında Yenikapı dergâhına şeyh olmuş ve 24 şubat 1821 gecesi saat 5 ‘ de, 55 yaşında, ölümüne kadar 16.5 yıl şeyhlik postunda oturmuştur. Dergâhın mezarlığında ağabeyinin yanına gömülmüştür. Mezar taşındaki kitâbe:

“Alem-i lahuta can atdî bu dem Bakî Dede (1236)”

Safayî’i Mevlevi’nin uzun tarih şiirinin son mısra’ı:

“Şeyh Abdi’lbakî Ukba rahına oldu revan.”

İzzet Molla’nın tarih mısra’ı:

“Şeyh Bakî buldu faniden reha “Allah” deyip”

Bestekar olarak bugün elimizde Acembûselik makamında bir Mevlevî Ayîn-i Şerîfi bulunan Abdülbâkî Dede, Isfahan makamında da bir Ayîn bestelemiş, fakat bu ayîn zamanla unutulup, kaybolmuştur.

1794 yılında III. Selim’in emriyle yazıp, kendisine sunduğu “Tedkıyk u Tahkıyk” adlı nazariyat kitabında” 136 makam ve 21 usul kısa açıklamalarla anlatılmıştır. 1797’de, yine III. Selim’in emriyle bazı eklemeler yapılmış olan bu eser değerli bir kaynaktır. Abdülbâkî Nâsır Dede, kendi terkibi olan: Dilâviz – Ruhefzâ -Gülrûh – Dildâr – Niyâz – Nâz – Hisarkürdî makamlarım ve yine kendi buluşu olup (Şirin) adını verdiği 22 zamanlı bir usulü de bu eserinde yazmıştır.

Nâsır Dede’nin kitabinin ikinci bölümü, Tahrîrîye adını taşır. Nâsır Dede, bu bölümde harflerle yazılıp, altma ses sayıları işaret edilmek suretiyle kendi icadı bir çeşit ebced notasmm açıklamasını yapmış, ayrıca bu nota ile III. Selim’ in Suzidilara Ayîn-i Şerîfini, aynı makamdan peşrev ve saz semaîsini ve de Vardakosta Seyyid Ahmed Ağa’nın Suzidilara peşrevini yazmıştır. III. Selim’in ölümünden sonra kullanılmayan, bugünkü nota sistemi ortaya çıkana kadar da en geçerli ebced notası sayılmış olan Nâsır Dede’nin notası, zamanında pek önemli birçok eserin kurtarılmasında, kazanılmasında rol oynamıştır.

Ağabeyi Ali Nutkî Dede’nin başladığı (Defter-i Dervîşan) a sonradan Abdülbâkî Nâsır Dede devam etmiştir. Bu eser de Türk mûsikîsinin kaynak eserlerindendir. Tek nüshası Süleymaniye Kütüphanesi Nafiz Paşa yazmaları 1194’de bulunmaktadır. Nâsır Dede’nin bir başka eseri, Mevlevi şeyhlerinden Musa Safî Dede’nin “Ta’rîb-i Şahidi” adlı eserine “Şerh-i Şahidi” isimli bir şerhdir. “Terceıne-i Menakıbu ‘l-Arifîn” adlı eseri de el yazması olup, Eflakî’nin “Menakıbu ‘l-A’rifin” adlı Farsça eserinin tercümesidir. Yenikapı Mevlevîhanesi aşçı dedesi ve amca oğlu olan Sahîh Ahmed Dede’nin ısrarı üzerine 1793-1797 arasında meydana getirilmiş ve bu eser de III. Selim’e sunulmuştur. Bunun da tek nüshası Süleymaniye Kütüphanesi Nafiz Paşa yazmaları 1126’dadır.

Nâsır, mahlasıyla yazdığı ve yaklaşık 3000 beyit tutan (Dîvan-ı Eş’ar) ın tek nüshası Süleymaniye Kütüphanesi Nafiz Paşa yazmaları 941’de bulunmaktadır.

Bilhassa dinî mûsikîde bir hayli öğrenci yetiştiren Abdülbâkî Nâsır Dede’ nin ağabeyi ve kardeşi gibi akrabalan da mûsikîşinastırlar. Abdülbâkî Dede’nin oğlu Osman Selahaddin Dede de Yenikapı Mevlevîhanesi şeyhlerindendi. Değerli bir mûsikîşinas olup, Zekaî Dede’ye hocalık etmiştir. Osman Dede’nin oğlu Mehmed Celaleddin Dede’dir. O da Yenikapı Mevlevihanesi şeyhlerinden ve değerli mûsikîşinaslardandır. 1854’de Beşiktaş Mevlevîhanesinde doğmuş olan ve 1877 yılında Bahariye dergâhının şeyhliğine tayin edilmiş olan Hüseyin Fahreddin Dede 1872 yılında Osman Selahaddin Dede’nin kızı Fatma Aliye hanımla evlenmiş ve böylece aileye girmiştir. Hüseyin Fahreddin Dede de çok değerli mûsikîşinaslarımızdandı. Dr. Suphi Ezgi’ye hocalık etmiştir. 1839’da Yenikapı Mevlevîhanesinde doğmuş olan ve XIX. yüzyılın sonlannda yetişen değerli mûsikîşinas, kudümzen Ahmed Hüsameddin Dede, Nâsır Abdülbâkî Dede’nin kızı şerife Ayşe Sıdıka hanımın oğludur. Babası da dergâhın aşçıbaşısı Hacı Ârif Dede’dir. Yenikapı Mevlevîhanesi neyzenbaşılarından Derviş Mehmed de. Nâsır Abdülbâkî Dede’nin amcazadesidir.

XIX. yüzyılın ikinci yarısında yetişmiş neyzenlerden Cemal Dede (1860-1899), Ahmed Hüsameddin Dede’nin oğludur. Cemal Dede Yenikapı Mevlevîhanesinde uzun süre neyzenbaşılık yapmıştır.

Gökhan Kırdar

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

   Aydın’da doğdu. Orta öğrenim sonrası İzmir’de,  1988’de Yıldız Üniversitesi Mimarlık Bölümü’nü kazandıktan sonra İstanbul’da yaşamaya başladı.
   1994’te ilk albümü “Serseri Mayın” -başta “Yerine Sevemem” adlı şarkı olmak üzere büyük ilgi topladı. Sanatçı 1995′ te “Tutunamadım” albümünü  yayımladı.
   1993’deki ilk film müziği çalışması olan  “Gece, Melek ve Bizim Çocuklar”, Kırdar’ın ikinci albümü “Tutunamadım” da yer aldı.
   1995 yılında 9 Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Müzikoloji Bölümü’nü kazandı.    1997 yılında , kendi müzik şirketi Loopus’u kurdu. Türkiye’nin ilk elektronik müzik albümü ünvanını alan “Trip” albümünü, 1997’de Loopus Entertainment etiketiyle yayımladı.
   1999’daki Marmara depreminden sonra, depremzede çocuklar yararına Hasbro Intertoy’la ortaklaşa hazırlanan “Furby 3Doo” projesi, Loopus Entertainment etiketiyle aynı yıl yayımlandı. Bu çalışma, konuşabilen robot bir oyuncakla eşzamanlı üretilen ilk albüm olması açısından etkileyici bir fikir olarak ilgi gördü. 
   1999 Ankara Film Festivali’nde En İyi Kısa Film ödülü alan “Namaste” adlı filmin müzikleri de, Kırdar’ın bu dönemde yaptığı çalışmalar arasında yer aldı.
   2000 yılı içerisinde sanatçı, ilk kütüphane çalışması olan “Ethnotronix” albümünü hazırladı. Müzikotek bu albümü 14 ülkede tanıttı. Aynı çalışma 2003 yılı başında albüm olarak da yayımlandı.
   Müziklerini yaptığı “Tekfur Sarayı ve İstanbul” belgeseli, 2002 İstanbul Belgesel Film Festivali’nde İzleyici Özel Ödülü’nü aldı. Aynı yıl “Aliya” belgeselinin müziklerini besteledi. Çalışma,  Belgesel Yazarlar Birliği Yılın Belgeseli ödülünü kazandı.
   2002 yılı içerisinde, “Fırsat/Crude” filminin müziklerini besteledi. Film başta Los Angeles Film Festivali En İyi Film ödülü olmak üzere, birçok festivalde ödül kazandı. Besteci, filmin müziklerini 2004’de “Keyf/Pleasure” albümünde bir araya getirdi. Albüm 2004 Eylül’ünde Yunanistan, Polonya ve Lübnan’da yayımlandı. Albümle aynı adı taşıyan “Keyf\Pleasure” şarkısı, EMI tarafından tüm dünyada piyasaya sürülen karma albümde de yer aldı.
   2002’den bu yana “Kurtlar Vadisi” TV dizisinin müziklerini hazırlayan Kırdar, 2004’de “Kurtlar Vadisi” Vol.1 ve Vol.2 dizi soundtrack albümlerini yayımladı. 2004’de, Müzikotek aracılığıyla İngiliz Warner-Chappel müzik şirketiyle, yeni bir “library works” için anlaşma imzaladı.
   2002’den itibaren film müziği ve televizyon projeleriyle büyük ilgi gören Kırdar, 2005 Ocak ayında, “Haziran Gecesi” dizisinin müziklerinin de yer aldığı “Yağmur” albümünü yayımladı. Sanatçı, Mart 2005’ te vizyona giren sinema filmi “Anlat İstanbul” un müziklerini Kasım 2004′ de tamamladı.
   Sanatçı  “Kurtlar Vadisi”, “Haziran Gecesi”, “Yabancı Damat”  isimli dizilerin müziklerini hazırladı.
   2 Haziran 2005’ te “Yabancı Damat” dizisinin müziklerinin yer aldığı “Üstüme Basıp Geçme” albümünü yayınladı.Albüm, Türkiye ve Yunanistan başta olmak üzere diğer Avrupa ülkelerinde de yayınlanıyor.
   2004’te Lüksemburg’da düzenlenen ve birçok Türk tasarımcının işlerinin sergilendiği “Self Project” te, “Tüür” başlıklı müzik projesiyle katılımcı olarak yer aldı.Aynı proje “Tüür_Yağmur Duası” adıyla 18 Temmuz 2005’ te MC-CD-DVD albüm ve videofilm olarak  Türkiye ve tüm Avrupa ülkelerinde yayınlandı. “Tüür” projesi M.Ö. 15000’ e kadar dayanan Asya Türk Müziği çalgılarının elektronik müzikle sentezlendiği ilk çalışma olarak görülüyor.

Peter Ilyich Tschaikovsky

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Çaykovski’nin acıklı hayatının filmcilere konu olması birtesadüf değildir. Çünkü yazdığı bir çok eserler arasında yedi senfoniden ikisi, doğru bir değerlendirmeye engel teşkil edecek derecede popüler olmuştur.  Diğer taraftan hayatı birtakım uydurmalara yol açacak bir esrar perdesi altında kalmaktadır. Fıkra tarzındaki herşeyi bir kenara bırakarak Çaykovski’nin şahsiyetini tarihin çerçevesi içinde ciddiyetle incelemeye çalışmamız gerektir.

Sadece Glinka ile başlayan Rus müziğinin temsilcisi olarak değil, aynı zamanda senfoni besteci olarak da tarihi bir mevkii vardır. Tıpkı Berlioz, Schumann, Brahms, Bruckner, Dvorak ve Cesar Franck’ta olduğu gibi Çaykovski’de asrın senfoni çapında eser yaratma zevki tecelli etmiştir. Ancak bunu anladıktan sonra Çaykovski’nin bu alandaki payını ölçmek mümkündür.

Çaykovski, zamanın bu yarışına ve gelişme cereyanlarına katılmayı hiç düşünmemişse de payı az değildir. Fakat şu iki noktayı hesaba katmalıyız: Birincisi, bu suretle ortaya çıkan Rus müziğinin henüz GENÇ olup batıdaki şümullü ve kesif ifade kudretini haiz olmaması, ikinsicisi ise daha MODERN yönlerde çabalıyan vatandaşlarının teşebbüslerine yanaşmayan Çaykovski’nin mutlaka GÜZEL olan müzikten başka birşey vermek istememesidir. Bu hususta kendi benliğini ifade etmek isteğiyle Schumann’a yakındı ve ancak ilhamın nuru ile heyecan duyan sanatkar ruhunun derinliğinden doğan müzik yazmaya gayter etti. Puşkin’in EUGEN ONEGİN’inden lirik bir opera yapan Çaykovski bu şairin güzellik idealini seslerle aksettirdi. Fakat tsil ve ifade bakımından yeni tesirler ilave ederek ona romantizmin itirafçı ruhunun heyecanını verdi ve Rus hususiyetlerini de katarak diğer Rus bestecilerine yaklaştı. Çaykovski’nin şiddetli ve gürültülü hamlelerinden, geniş bir saha toplayan şehvetli hislerle dolu kısımlara anş olarak geçmek itiyatından korkmamalıdır. Eser bir bütün olarak yine mükemmel bir formun güzelliğine bürünmüştür. Bilhassa orkestra eserlerinde fevkalade olan bu güzelliğin sihirine dinleyici meftun kalmaktadır. Bu güzellik, Çaykovski’nin  kendi kendini anlattığı ve sonsuz yalnızlığını ifade ettiği yerlerde en çok belirmektedir.

Yedi senfonisinden beşincisi ve kendisinin vasiyetnamesi ve REQUİEM’I denilen PATHETİQUE adlı altıncı senfonisi müzik dünyasının benimsediği eserlerdendir. Dördüncü senfoni de buna layık olabilirdi. Bu yedi senfoni ile dokuz operasını, iki balesini, konçertolarıyla oda müziği eserlerini armoni ve yapılış bakımından tetkik etmek zamanı gelmiştir. Bu yapıldığı takdirde umulmayan sonuçlar elde edilebilir.

Fakat şimdilik dünyanın meraklı rivayetler halinde devam ettirdiği ve eserlerinden okumaya çalıştığı hayat hikayesiyle iktifa etmek zorundayız. Bu hikayede, Çaykovski’nin kendini tamamen müziğe vermeden önce memur olduğu, sonra Moskova konservatuarında öğretmenlik yaptığı ve bir zaman da müzik tenkitleri yazdığı şeklindeki olaylardan çok, evlilikteki bedbahtlığına dair esrarlı şaiyalar, Nadjeshda von Meck ile olan dosrluğu ve çeşitli tahminler zikredilmektedir. Hatta Çaykovski’nin intihar ettiği bile söylendi. Fakat ispat edilemedi. (Ölümünün intihardan mı yoksa koleradan mı olduğu konumuz dışındadır).

Dünya realitesi Çaykovski’yi korkutuyordu. Bu yüzden inzivaya çekildi ve kendi içine kapandı. Hayatının son yılları huzursuzluk içinde geçti. Moskova ile Floransa, Simaki ile Bayreuth arasında mekik dokudu. (Bayreuth’da iken bütün iyi niyetlerine rağmen Wagner’in alemine intibak edemedi.) Mektuplarında ve yazılarında yeni bir devrin habercileri olan Debussy ve Busoni gibi iki ismin geçmesi ilgi çekici bir olaydı.

Anjelika Akbar

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

400’den fazla bestesi bulunan Anjelika Akbar Kazakistan’da, müzisyen ve filozof bir baba ile müzisyen bir anneye sahip olarak dünyaya geldi. 2,5 yaşında nota biliyor ve piyano çalabiliyordu.  4 yaşındayken Mutlak Kulak yeteneği fark edilen Anjelika Akbar, Moskova Çaikovsky Devlet Konservatuvarı öğretim üyelerinin dikkatini çekti ve konservatuar bünyesindeki harika çocukların okuduğu okula kabul edildi. Eğitimine okulun Taşkent şubesinde devam etti. (Üstün yetenekli öğrenciler için 11 yıl eğitim veren Uspensky Devlet Müzik Okulu). Okul öğrencilerinden dünyaca ünlü Alexei Sultanav ve Stanislav Yudenich gibi, Anjelika Akbar da en iyi öğrenciler arasında yerini aldı.
 
11 yıl süren piyano ve bestecilik eğitimini tamamladıktan sonra, 5 yıllık eğitim göreceği Taşkent Devlet Konservatuarı’na başladı. Prof. Berlin ve Prof. Yanof-Yanovsky ile beste ve orkestrasyon; Prof. Pluşenko ile piyano ve ünlü organist Doç. Levina ile de Org çalışmaları yaparak eğitimini tamamladı. Rusya Besteciler Kurulu, Anjelika Akbar’ı ‘’En İyi Genç Besteci’’ olarak seçti.
 
Bestecilik ve Orkestra Şefliği yüksek lisansını UNESCO üyesi olarak geldiği ve sonrasında da yerleştiği Türkiye’de, Hacettepe Devlet Konservatuar’ında Doç. Turgay Erdener’in sınıfında tez konusu seçtiği Rus besteci A. Skriabin’in ’’ Seçme Piyano Eserlerinin Armonik, Melodik,Ritmik,Biçimsel ve Felsefik açıdan Analizi’’  ile  ve bestelediği “Senfoni No.1” ile tamamlayarak ’’Sanatta Yeterlilik Derecesi’’ (Doktora) almaya hak kazandı.  Anjelika Akbar ayrıca Ankara Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nın ilk kurucu öğretim elemanı oldu.

1993 yılında Türk Vatandaşlığına geçen Anjelika Akbar’ın  10 tane albüm çalışması vardır. 1999 yılında kendi prelütlerinden oluşan ilk albümü ‘’Su’ çıktı. 2002 yılınında çıkan Vivaldi’nin ‘’Dört Mevsim‘’ keman konçertolarının dünyada ilk kez solo piyano uyarlaması, Sony Music International etiketiyle çıktı ve Sony Classical kataloğuna girerek, bu katalogdaki ilk Türk Klasik Müzik albümü oldu. 2002 “bir’den Bir’e” isimli albümünü çıkardı. 2003 yılında çıkan ve Bach’ın eserlerini Doğu enstrümanları ile harmanladığı ‘’Bach A L’ Oriantale‘’ albümü için “Bu bir müzik deneyi değil, çağın ihtiyacıdır. İnsanlar birbirileri ile kucaklaşmadan önce müzikleri kucaklaşsın istedim…” diyor Anjelika Akbar. ‘’Bir Yudum Su‘’ isimli albümü 2005 ;“;“Raindrops by Anjelika” albümü 2009;“İçimdeki Türkiyem” albümü ise 2010; “Likafoni” albümü 2011 yılı Şubat ayında ve son olarak Beni Unutma Filmi için Anjelika Akbar tarafından yapılan “Beni Unutma Orijinal Film Müzikleri” albümü 2011 yılı Kasım ayında çıktı.

10. Uluslararası CRR (Cemal Reşit Rey) Piyano Festivali açılış konserinde kendisine ait “Sevgi Çemberi” adlı ‘1’ no’lu Piyano Konçertosu’nu Şef E.G.Yaşlıçam yönetiminde dünya prömiyeri olarak seslendirdi. “Kutsal İmler” isimli Senfonik Orkestra ve Hint Enstrümanlar Grubu  için bestelenmiş Senfonik Şiiri, AKM’de Antonio Pirolli yönetiminde dünya prömiyeri olarak seslendirildi. Şef Rengim Gökmen yönetiminde “Güneşin Doğduğu Ufuk” isimli Atatürk’e ithaf ettiği bestesi ‘Senfonik Orkestra ve Piyano için Rapsodi’ ise İzmir’de dünya prömiyeri olarak seslendirildi. Senfonik Orkestra ve Oda Orkestrası ile koro, piyano ve diğer enstrümanlar için  bestelere sahip olan Anjelika Akbar, Rusya, Fransa, Almanya, Baltık Cumhuriyetleri, Orta Asya, Hindistan, KKTC, Katar ve Türkiye’de sayısız konserler verdi. Piyano için bestelediği 12 eserden oluşan, ’’Gençlik Albümü’’ (Anjelika Akbar- Rosenbaum Album Pour La Jeunesse) EMR Paris tarafından 2006 yılında Fransa’da nota olarak yayınlandı. Anjelika Akbar ayrıca pek çok ulusal ve uluslar arası ödülün de sahibidir.

Anjelika Akbar’ın müziği için Besteci Ali Darmar şunları söyler: ‘’Son derece lirik, mistik ve melodiye bağlı, kozmik kökenli bir felsefeyi takip eden ve eserlerinde bunu bariz bir şekilde belirten yapıya sahip bir müziği var. Eserin içeriğine uygun olan bütün teknikleri (zaman zaman tonal, atonal, modal) kullanabilen biri kendisi. Eserlerinde genellikle ritim olarak poliritmik bir yapı baş gösterir…“
Anjelika Akbar evli ve iki erkek çocuk annesidir. 

Münir Nurettin Selçuk

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

1900 yılında İstanbul’da dünyaya gelen Münir Nurettin Selçuk, 1917 yılında ailesinin ısrarı ile öğrenim için gittiği Macaristan’dan musıkî aşkıyla geri döndü. Dar’ül Feyz’i Musiki Cemiyetine devam etti ve Zekaizade Ahmet Irsoy’dan ve Besteniğar Ziya Bey’den musiki dersleri aldı. Münir Nurettin, bestekârlığa 1920 yılında Tevfik Fikret’in “Bu bir terânedir” şiirine yaptığı bir besteyle adım attı. İkinci olarak “Sensiz ey şûh gözlerim avâre kalbim ağlıyor” güfteli şarkısını besteledi ve bu iki eserden sonra yirmi yıl süreyle beste yapmadı.

1923 yılında askerliği sırasında Mızıka-ı Hümâyûn’da sonradan da Riyaset-i Cumhur Musıkî Heyeti’nde çalışan Münir Nurettin, eski okuyuşla yeni anlayışı birleştirerek alışılagelenden çok farklı bir üslûpla, 1928’de “Sahibinin Sesi” firmasında ilk plaklarını yaparak dikkatleri üzerine çekti ve aynı yıl Paris’e giderek Ses Tekniği konusunda öğrenim gördü. Aynı zamanda özgün bir ses tekniği eğitimi görmüş ilk Türk Musikisi ses sanatçısı olan Münir Nurettin, 19. yüzyıl İtalyan opera şarkıcılığının izlerini taşıyan icra üslubu “Bel Canto”dan etkilendi.

Musıkî tarihimize tek başına konser verme geleneğini getiren sanatçı, ilk solo konserini Paris dönüşü, 1930 yılında, şimdiki Dormen Tiyatrosu’nda vererek büyük ilgi ve hayranlık uyandırdı. Konserlerde frak giyen ve ayakta şarkı söyleyen, aynı zamanda koro eşliğinde solo okuma geleneğini de başarıyla ilk kez uygulayan sanatçı o olmuştur. Daha pek genç yaşında çevresinde müthiş bir hayranlık uyandırdı, giyimine gösterdiği özenle, ciddiyetiyle ve tavizsiz sanat anlayışıyla bir efsane oldu. Batı’dan gelen etkileri (opera, tango, vs.) kendi Türk musıkisi okuyuş üslubuna korkmadan dahil eden Münir Nurettin Selçuk, kuşaklar boyu örnek alındı.

Asıl beste çalışmalarına 1940-1941’li yıllardan sonra başlayan Münir Nurettin, İstanbul’a döndükten sonra otuz yılı aşkın bir süreyle İstanbul Belediye Konservatuarı İcra Heyeti’nde görevi yaptı. Birçok genç kuşak sanatçısının yetişmesine katkıda bulunan Münir Nurettin Selçuk’un özel olarak ders verdiği kişiler arasında günümüzün en önemli Türk musıkisi ses sanatçısı olan Alâeddin Yavaşça’yı sayabiliriz.

Dünya müzik çevrelerinde de büyük ilgi görmüş olan sanatçı, 27 Nisan 1981’de hayata gözlerini yumdu.

Timur Selçuk‘un babasıdır. Tiyatro sanatçısı Şehime Erton ile bir süre evli kalmıştır.

İlhan İrem

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

1 Nisan 1955’te Bursa’da doğan İlhan İrem, 1969 yılında ortaokul son sınıftayken, okul orkestrasının solisti olarak müziğe ilk adımını attı. 1970 yılında Milliyet Gazetesi’nin düzenlediği liselerarası müzik yarışmasında Meltemler adını verdikleri orkestraları ile Marmara Bölgesi birincisi oldu. Meltemler ile 1970 – 1973 yılları arasında Bursa Çelik Palas Oteli ve Uludağ’daki çeşitli otellerde dans müziği şarkıcılığı yaptı.

1973 yılında kendi imkanları ile Diskotür firmasına yaptığı ilk 45’liği “Birleşsin Bütün Eller – Bazen Neşe Bazen Keder” ile beklediği başarıyı yakalayamadı. Plak firmasının bestelerini başka sanatçılara söyletme isteğini geri çevirdikten sonra yapmış olduğu ikinci 45’liği “Yazık Oldu Yarınlara – Haydi Sil Gözlerini” genç sanatçıyı bir anda en popüler sarkıcı konumuna getirdi. 1975 yılında yayınlanan üçüncü 45’liği “Anlasana” ile de başarısını devam ettirdi. 1976 yılında yayınladığı dördüncü 45’liğinde Tanrı’yı sorguladığı “Kuklacı Amca” 45’liği gelen baskılar sonucunda plak şirketi tarafından piyasadan toplatıldı. 1976 yılında ilk LP çalışması olan “İlhan İrem 1973-1976” yayınlandı. “Üzülme Dostum”, “Havalar Nasıl”, “Ayrılık Akşamı”, “Sensiz de Yaşanıyor”, “Bal Ağızlım” gibi her yaptığı 45’lik liste başı oldu 1973-1981 yılları arasında toplam 10 adet 45’liği yayınladı.

1979 yılında yayınladığı senfonik yapıdaki “Sevgiliye” LPsi ile ilk defa akademik bir çalışmayla müzik yaşamında yeni bir yola saptı. “Sevgiliye” albümünde ilk defa kendi yazdığı sözler dışında bir Nazım Hikmet şiiri olan “Hoşgeldin”i besteledi ve seslendirdi. “Bir Yıldız” adlı bestesi 1979 Eurovision Türkiye finaline kaldı ama yarışamadan askere alındı. 1981 yılında askerliğinde yaptığı bestelerden oluşan “Bezgin” yayınlandı. 1983 yılında yedi yıllık bir çalışmanın ürünü olan ve sanatçının kendisi tarafından “Rock senfonisi” olarak adlandırılmış üçlemesi “Pencere… Köprü… Ve Ötesi…” sırayla yayınlanmaya başlandı.

1984 yılında Türkiye’yi Bulgaristan’da düzenlenen Altın Orfe Yarışması’nda temsil eden İrem, dereceye giremedi ama “Gazeteciler Özel Ödülü”nü kazandı. 1985 yılında üçlemenin ikinci ürünü olan “Köprü” ile birlikte “Pencere.. Köprü… Ve Ötesi…” (Hikaye) adında ilk defa bir plağın öyküsü çizgilerle anlatılmış olarak piyasaya çıktı. 1986 yılında sözlerini yazdığı “Halley” Melih Kibar tarafından bestelendi ve Türkiye’ye Eurovision Şarkı Yarışması’nda o yıla kadar alınan en iyi dereceyi getirdi. 1987 yılında üçlemenin sonuncusu “Ve Ötesi”, “Uzaklarda Biri Var” (Denemeler) ile birlikte yayınlandı. 1988 yılında “Dünden Yarına” adlı albümü, 1989 yılında “Uçun Kuşlar” albümleri yayınlandı. 1990 yılında üçüncü kitap olan “Katastrof” (Şiirler) ve “Pencere.. Köprü… Ve Ötesi…” yayınlandı. 1992 yılında “İlhan-ı Aşk” albümünü yayınladı.

1994 yılında yayınlanan “Koridor” ve “Romans” albümleri ile birlikte aynı yıl dördüncü kitap “Delirium” (Denemeler) piyasaya çıktı. 1995 yılında “Sevgililer Günü / The Best Of İlhan İrem 1”, 1997 yılında “Aşk İksiri & Cadı Ağacı / The Best Of İlhan İrem 2”, 1998 yılında “Hayat Öpücüğü / The Best Of İlhan İrem 3” albümü ve “Millenium / Sanalizasyon Fareleri, Yarasalar ve Diğerleri” (Denemeler) adlı beşinci kitap okuyucuya ulaştı.

2000 yılında eski çalışmaları olan “Bezgin”, “Pencere… Köprü… Ve Ötesi…” albümleri, bazı bölümleri yeniden mix edilmiş orijinal kayıtlarıyla “Bezginin Gizli Mektupları”, “Uçuk Mavi Pencere”, “Bulutlara Köprü”, “Düşler ve Ötesi” isimleriyle tekrar piyasaya çıktı. 2001 yılında en son çalışması “Seni Seviyorum” yayınlandı. Halen İlhan İrem 2003 yılında 30. sanat yılını kutlamak için dinleyicilerine sürpriz albüm, DVD, kitap ve konser çalışmaları içinde.

Deniz Seki

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

1 Temmuz 1970’de İstanbul doğan Deniz Seki, ilkokulu Maçka Süheyla Artem’de, ortaokul ve liseyi de yatılı olarak Çamlıca Kız Lisesi’nde okudu. Okulu bitirdikten sonra TRT İstanbul Televizyonu’ndaki sunuculuk sınavlarına katıldı ve sınavları kazanarak TRT İstanbul Televizyonu’na girdi. 1993 yılında Melih Kibar’la tanışmasıyla birlikte sunuculuğu bıraktı ve müzisyenliğe başladı. İlk olarak reklam filmlerini seslendiren sanatçı, daha sonra Kenan Doğulu, Emel Müftüoğlu, Ege, Ferda Anıl Yarkın, Zuhal Olcay ve Yaşar gibi sanatçılara vokalistlik yaptı. 1995 yılında “POP-SHOW 95” adlı şarkı yarışmasında kendi yazdığı şarkı sözüyle birinci oldu ve aradan iki yıl geçtikten sonra 1997 yılında ilk albümü olan “Hiç Kimse Değilim” müzik marketlerde yerini aldı.
 
Bestecilik ve söz yazarlığı konusunda da kendisini ispatlayan sanatçı, 25 Aralık 1999 tarihinde, sözlerinin ve müziklerinin bir çoğu kendisine ait olan “Anlattım” adlı albümünü piyasaya sürdü. Beklediği başarıya bu albümde ulaşan Deniz Seki, “Şeffaf” adlı üçüncü albümünü de Ocak 2002 tarihinde müzik severlerin beğenisine sundu.

70’li yıllarda Türkçe pop müziğinde popüler olan seçme şarkılardan oluşan 4. albümü ise “Aşkların En Güzeli” Eylül 2003’te çıktı. 5. albümü “Aşk Denizi”ndeki 14 şarkının 13’ünün sözleri ve bestesi kendisine aittir. Ardından üç yıl aradan sonra çıkardığı Sahici albümünde yine çoğunlukla kendi bestelerini seslendirmiştir.

Seki, ayrıca 2006’da yayınlanan Dünyayı Kurtaran Adamın Oğlu filminde rol almıştır.

13 Şubat 2009 tarihinde kokain kullandığı iddialarıyla gözaltına alındı ve 218 gün sonra yapılan ilk duruşmada tahliye edildi.

Diskografi

Hiç Kimse Değilim (1997)
Anlattım (1999)
Şeffaf (2002)
Aşkların En Güzeli (2003)
Aşk Denizi (2005)
Sahici (2008)

Cem Karaca

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

5 Nisan 1945 yılında Istanbul’da doğdu. Tiyatro sanatçıları Toto- Mehmet Karaca’nın tek çocuğu olarak kulislerde büyüdü. 5 yaşında annesi ve teyzesinin etkisiyle şarkı söylemeye başladı. Cem Karaca’nın sesini ilk keşfeden annesi Toto Karaca oldu.

Robert ve Kültür Koleji’nde öğrenim gördü. Müzik hayatına amatör olarak “Dinamikler” ve “Jaguarlar” adlı müzik gruplarında başladı, profesyonel olarak 1967 yılında Mehmet Soyarslan, Tümay Yalçınkaya, Timur Fildişi ve Ahmet Tuzcuoğlu ile birlikte “Apaşlar” grubunu kurdu. Aynı yıl Apaşlar, Altın Mikrofon Yarışması’nda, sözlerin Erzurumlu Emrah’a ait olduğu ve Cem Karaca’nın müziklediği “Emrah” adlı besteyle ikinciliği kazandı. Apaşlar, daha önceki tutkuları olan batı beat müziği ile yeni tutkuları doğu müziğini sentezleyip Anadolu- beat tarzında çalışmalara girişti. “Emrah”la elde edilen büyük başarı, Resimdeki Gözyaşları ve Bu Son Olsun gibi hit’lerle devam etti.

Cem Karaca, 1969 yılında Apaşlar’dan ayrılarak Seyhan Karabay’la birlikte “Cem Karaca- Kardaşlar” topluluğunu kurdu. Cem Karaca- Kardaşlar, yayınladıkları ilk 45’likleri “Dadaloğlu” ile listelerde iyi bir sıraya yerleşti. 1972’de bu gruptan ayrıldı ve Moğollar’a geçti. Namus Belası, Gel Gel, Obur Dünya gibi hit parçalarla büyük başarılara imza attı. Cahit Berkay’ın Moğollar’a uluslararası bir kimlik kazandırmak için Fransa’ya gitmesiyle, Cem Taner Öngür’le birlikte gruptan ayrılarak “Cem Karaca- Dervişan”ı kurdu. Progressive rock yapan bu grubun kilit isimleri ise Cem Karaca ve Uğur Dikmen’di.

Cem Karaca, toplama olmayan ilk LP’si “Yoksulluk Kader Olamaz”I Dervişan ile birlikte çıkardı. Dervişan’ın dağılmasından sonra ise Cem Karaca 70’lerdeki son grubu olan “Edirdahan”ı kurdu. “Cem Karaca- Edirhan”ın yaptığı “Safinaz” isimli Long Play (LP), Barış Manço’nun 1975 yılında çıkardığı “2023” ile birlikte Türkiye’nin sayılı senfonik rock albümleri arasında yer aldı. 1979 yılında Almanya’ya gitti ve 12 Eylül 1980 sonrası Türk vatandaşlığından çıkartıldı. Yaklaşık 8,5 yıl Almanya’da yaşadıktan sonra 27 Haziran 1987 akşamı Türkiye’ye geri döndü ve yeniden Türk vatandaşlığına alındı. Bu dönemde eski arkadaşları tarafnından döneklikle suçlanan Karaca, bu suçlamalara kulak asmadan, yeni dünya görüşünü ortayan koyan eserler yapmaya başladı. Özellikle din konusunda değişen görüşleri çok tartışılmış, Fethullah Gülen’le çekilmiş fotoğrafından dolayı da eleştirilmişti.

Sanatçı Cem Karaca, solunum ve kalp yetmezliği nedeniyle 8 Şubat 2004 günü 59 yaşında hayatını kaybetti. Karaca, Üsküdar Seyit Ahmet Yesevi Camii’nde kılınan namazın ardından Karaca Ahmet Mezarlığı’nda toprağa verildi.