Archive for Haziran, 2012

Ekrem Zeki Ün

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Yapıtlarını sürekli bir arayışın ürünleri olarak veren Ün, bestelediği her yeni yapıtında kendini yenilemeyi öngörerek önceki yaratılarını beğenmediğini açıklamış, özeleştirel yaklaşımdan güç almıştır.

İstiklal Marşı’nın bestecisi ve Orkestra şefi Osman Zeki Üngör’ün oğlu olan Ekrem Zeki, 14 yaşındayken devlet bursuyla Paris’e gönderilerek, Ecole Normale de Musique’de altı yıl öğrenim yapmış, Line Talluel, Marcel Chailley ve Jacqyes Thibaund ile keman, L. Laurant ve Alexander Cellier ile armoni çalışmıştır. Paris’teki son iki yılında ise Georges Dandolet’ten kompozisyon dersleri almıştır. 1930 yılında yurda dönen Ün, babasının müdürlük yaptığı Musıki Öğretmen okulu’na öğretmen olmuş, 1934 yılında İstanbul’a yerleşerek öğretmenliğini sürdürmüş, 1938’de piyanist Verda Ün ile evlenmiştir. 1945 yılında İstanbul Belediye Konservatuarı’nda keman öğretmenliğine getirilmiş ve konservatuar öğrenci orkestrasını yönetmeye başlamıştır. Ayrıca İstanbul Şehir Orkestrasını da konuk şef olarak yönetmiş, Cemal Reşit Rey’in çalışmalarına destek olmuştur.

Fransa’da öğrenciyken besteler yapmaya başlayan Ekrem Zeki Ün, ilk yıllarda izlenimciliğin etkisindedir. Daha sonra Henri Bergson’un felsefesine yakınlık göstermiş, 1934 yılından sonra ise makamsal müziğimizden yararlanmıştır. Besteciliğinin son dönemi kabul edilen 1965 sonrası yapıtlarında “doğu mistisizmi”ne özgün bir yaklaşım getirmiştir.

Ün’ün “eğitimci” yönü de önemlidir. Sadece konservatuarda değil, İstanbul’daki öğretmen okulunda, hatta ortaokul ve liselerde eğitimci olarak çalışmıştır. Onun eğitimci anlayışı “uluslar arası düzey”i Türkiye’de benimsetmeye yöneliktir. Bu görüşünü yaygınlaştırmak amacıyla eğitsel amaçlı çok sayıda kitap yazmıştır.

Ekrem Zeki Ün’ün yapıtlarının yayın ve seslendirme hakları ailesindedir. Ün’ün başlıca yapıtları şunlardır:

ORKESTRA YAPITLARI
1)   “Yurdum”, senfonik şiir, 1955.
2)   “Rapsodi”, viyolonsel ve orkestra için, 1956.
3)   “Suit”, solo obua, timpani ve yaylılar için, 1969.
4)   “Rapsodi”, flüt ve yaylılar için, 1972.
5)   “Beyaz Geceler”, timpani ve yaylılar için, 1976.

KONÇERTOLARI
1)   “Piyano Konçertosu No:1”, 1955.
2)   “İngiliz Kornosu için Konçerto”, yaylılar orkestrası için, 1956.
3)   “Keman Konçertosu”, 1961 – 1981.
4)   “Flüt Konçertosu”, yaylılar orkestrası için, 1975.
5)   “Piyano Konçertosu No:2”, 1976.

ODA MÜZİĞİ YAPITLARI
1)   “Yunus’un Mezarında”, flüt ve piyano için, 1933.
2)   “Ülkem”, viyolonsel ve piyano için, 1933.
3)   “Andante”, solo keman ve yaylılar dörtlüsü için, 1933.
4)   “Yaylılar Dörtlüsü No: 2”, 1935.
5)   “Yaylılar Dörtlüsü No: 3”, 1937.
6)   “İki Keman için Parçalar”, 1951.
7)   “Trio”, yaylılar için, 1952.
8)   “Obualı Kuartet”, 1954.
9)   “Duo”, iki keman için, 1959.
10)  “Sonat”, keman ve piyano için, 1963.
11)  “Balkan Havaları”,yaylılar dörtlüsü için, 1964.
12)  “Oynak”, yaylılar dörtlüsü için.
13)  “Sonat”, obua ve piyano için, 1971.
14)  “Söyleşi”, obua ve klarnet için, 1977.
15)  “Sonatin”, obua ve piyano için, 1973.
16)  “Trio”, obua, klarnet ve piyano için, 1979.
17)  “Sözsüz Türkü”, viyolonsel ve piyano için, 1980.
18)  “Bağdaşmazlık”, iki gitar için, 1982.
19)  “Duo”, keman ve viyola için, 1985.

ŞAN VE PİYANO ESERLERİ
1)   “La flüte de Jade”, 1928.
2)   “Les Chanson de Bilitis”, 1928.
3)   “Kel Emin Türküsü”, 1932.
4)   “Yosmanın Türküsü”, 1932.
5)   “Zile Türküsü”, 1933.
6)   “İki Melodi”, 1934.
7)   “Ses ve Piyano için Üç Parça”, 1963.
8)   “Üç Nefes”, 1970.
9)   “Kozanoğlu, Köroğlu, Dadaloğlu”, 1970.

KORO ESERLERİ
1)   “Manastır Türküsü”, 1959.
2)   “Asya’dan Geliş ve Aydın Türküsü”, 1971.
3)   “Ölüm için Ağıt”, koro, yaylılar ve vurmalı çalgılar için, 1971.
4)   “Dağlar”, 1979.

PİYANO ESERLERİ
1)   “Duyuş”, 1934.
2)   “İki Piyano Parçası”, 1934.
3)   “Sonat”, 1956.
4)   “İlkel Duyuş”, 1959.
5)   “Prelüd”, 1959.
6)   “Piyano için Küçük Parçalar”, 1960.
7)   “Doğaç, Güzelleme, Yiğitleme”, 1962.
8)   “Köçekçe”, 1962.
9)   “Kaşık Havası”, 1970.
10) “Çocuklar için”, 1970.
11) “Alp Ertunga”, 1972.

SOLO ÇALGI ESERLERİ
1)   “Fuga”, Tartini’den düzenleme, keman için, 1934.
2)    “Tema ve Çeşitlemeler”, keman için, 1970.
3)    “Yudumluk”, keman için, 1972.
4)    “Sonatin”, klavsen için, 1976.
5)    “Ardış”, klavsen için, 1978.
6)    “Prelüd”, gitar için, 1982.

Maurice RAVEL

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Aynı devirde bu garip dünyaya gelmiş büyük müzisyenlerin ve hatta diğer büyük şahsiyetlerin doğum yıllarını bir kağıda yazarsak, ortaya garip olduğu kadar da, faydalı bir şey meydana gelir ve nesillerin tabi olduğu tabiat kanunu dikkate değer birçok rabıtalar gösterir. Birbirine zıt görünen şahsiyetler hakkında bile böyle rabıtalar tespit edilebilir. Bu bize birçok kalın kitaplardan daha fazla şeyler anlatabilir.

Böyle bir denemenin neticesi mesela, geçen asrın sonlarına doğru lirik ifadenin en büyük temsilcisi olan Hugo Wolf’un Gustav Mahler ile aynı yılda doğduğunu, Busoni’nin Debussy, Strauss ve Sibelius’dan biraz daha genç ve Pfitzner’den biraz daha yaşlı olduğunu, Ravel’in ise Williams, Reger, Schönberg ve Skrjabin’in nesline mensup bulunduğunu gösterebilir. Esrarlı görünen bu münasebetler üzerinde durarak her devirde tekerrür eden ve nihayet tarih diye adlandırdığımız bu cereyanları incelemek faydalı bir iştir. Tarih sayfalarında kaydedilen yolların her biri vaktiyle mazi ile istikbal arasındaki halin yoluydu. Bu gidiş her zaman zaruri bir şekilde devam etti ve tekrar tekrar ilan edilen SON hiçbir zaman gelmedi.

Eski şekilleri tekrarlayanlar istisna edilirse, aynı çağa mensup olanlar her ne suretle olursa olsun daima aynı veya benzeri fikirlerle uğraştılar. Sadece Menşe, yani memleket, tarih, fikir özelliği ve çevre onların meşguliyet alanlarını ayırdediyordu. Bundan anlaşılıyor ki, bir Fransız olan Ravel, tabii olarak yurdunun kuzeyinde ve doğusunda bulunan memleketlerdeki çağdaşlarından farklı bir yol tutmuştur. Fakat buna rağmen bu yollar arasında muayyen bir kavşak noktasi mevcuttur.

Reger’in barok dünyasının formlarına meylettiğini, Schönberg’in ATONALİTE olarak anılmaktan hoşlanılan gelişmesinde kontrpuan tekniği vasıtalarından faydalandığını Skrjabin’in TRİSTAN’dan doğan tınlayışların vecdine kapıldığını, Williams’ın halk türkülerine ve Shakespeare devrindeki İngiliz müziğine döndüğünü görüyoruz. Ravel ise, Fransız müziğinin mazisine yani Bach’ın dağdaşları olan Couperin ve Raameau’ya yönelerek zamanından uzaklaşmışyır.

Form, renk, tınlayış ve ruh bakımından Fransız müziğinin öz kaynağı olan bu eserlerden ilham alarak kendi sanat dilini yarattı. Ressamlıktaki cereyanlara uyarak bu dile PUVANTİLİZM, EMPRESYONİZM denildi. Ravel kendine mahsus yollarda, kendisinden daha yaşlı olan vatandaşı Debussy’nin de vardığı hedeflere ulaştı. Ince bir filigran gibi bükülerek yayılan akorlarında (armonilerinde), bilhassa piyano eserlerinde, keza oda müziği eserlerinde, balelerinde ve operalarında hassasiyet, espri ve güzellik canlanır. Orkestrasyon tekniği renklerle doludur (mesela ritm bakımından çok tesirli olan BOLERO, dansın sembolü olan VALSE adlı senfonik poemi, Mussorgsky’nin BİR SERGİDEN TABLOLAR adlı eserinin orkestrasyonu). Fakat 1. dünya savaşının ikinci yılında yazılan meşhur piyano triyo ile, besteciyi daha derli toplu ve kesin bir ifadeye götüren istihale başladı. Bu ifadeye artık düzgün tınlayışlar değil, melodinin hatları hakim oldu. Bu, Ravel’in son stilidir.

Güney Fransa’nın espri dolu evladı Ravel, bütün Fransız müzisyenlerinin gittiğiyolu takip etti. Tahsilini meşhur Paris Konservatuarında yaptı. O zamanki gençliğin hocası olan Gabriel Fauré, ona besteciliğin sırlarını öğretti. Bu bilgilerle techiz olduktan sonra Eric Satie’nin tesiri altında kalan Ravel ortaya çıktı ve yeni yollar aramaya başladı. Ravel’e ananevi Roma Mükafatını tanımakla görevli yüksek jüri heyeti onun sanatkarlığından şüphe ediyordu. Fakat Ravel, kendini göstermeye mevaffak oldu. Içe dönük bir karaktere sahipti. Bu yüzden, onu anlayanların takdirine rağmen çok yalnız kaldı. Bir akıl hastası olarak dünyayı terk eden Ravel, yalnızlık içinde öldü.

Clara Josephine Wieck

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

19. yüzyılın ünlü piyanist ve bestecisi Clara Josephine Wieck, 13 Eylül1819’da Leipzig’de dünyaya geldi. Babası müzik öğretmeni ve piyano firması sahibi Friedrich Wieck, kızının yeteneğini küçük yaşta keşfederek 5 yaşından itibaren onu müzisyen olarak yetiştirdi. 9 yaşındayken konserlerde çalmaya başladı. 11 yaşında ise ilk solo konserini verip ilk bestesini yaptı. 1831 – 1836 yılları arasında babasıyla birlikte Avrupa’yı dolaşarak bir dizi başarılı konser verdi ve ‘harika çocuk” olarak ünlenerek Mendelssohn, Paganini, Chopin, Goethe gibi zamanın önde gelen müzikçi ve edebiyatçılarının hayranlığını kazandı.

Piyanist olarak ünü gittikçe yayılıyor, bunun yanında ailesinin maddi durumu da gittikçe iyiye gidiyordu. Clara, Baba Wieck’in eğitim metodunun ne kadar başarılı olduğunun canlı bir kanıtıydı, sayesinde babası daha çok ve daha paralı öğrenciler buluyor, bu arada piyano satışları da artıyordu. Bu mutlu hayatları Clara’nın 16 yaşındayken babasının öğrencilerinden Robert Schumann’a aşık olmasıyla bozuldu. Aslında Clara, kendisinden 9 yaş büyük olan Robert’i 9 yaşından beri tanıyordu. Wieck, bu beraberliğe şiddetle karşı çıktı, evlenmelerine izin vermedi. Bunun üzerine Clara ve Robert evlenme izni alabilmek için mahkemeye başvurdular. Bu mücadele Baba Wieck’in direnmesi yüzünden üç yıl sürdü.

Baba Wieck, yaklaşık üç yıl boyunca mahkemelerde bu savları yineleyerek izin vermemekte direndi; onun bu direnci ve yasaklamaları gençleri birbirlerinden uzaklaştıracağına daha da yakınlaştırdı. Clara ve Robert, bu süre içinde birbirlerine 400’e yakın mektup yazdılar ve gizlice buluşmaya da devam ettiler. Bu arada Clara, başarılı konserlerini ve Robert de bestelerini yapmayı sürdürdü. Hatta Robert, mesleksiz olduğu iddialarına son vermek amacıyla bir yandan da dergilerde müzik yazarlığı yaparken bir de felsefe diploması aldı.

Sonunda mahkemeden izin çıktı ve 1840’da Clara 21 yaşına girmek üzere iken Rober ile evlendi. Babası bu yenilgisinden dolayı yeni evlilere o kadar kin duyuyordu ki, Clara’nın yıllar boyunca verdiği konserlerden kazandığı paradan kızına tek kuruş vermediği gibi hayatlarını zorlaştırmak için de elinden geleni yaptı. Öyle ki Clara, kendi piyanosunu bile ancak aylar sonra kendi evine getirebildi.

Alman yönetmen Peter Schamoni’nin 1983 tarihli ‘Frühlingssinfonie’ (İlkbahar Senfonisi) isimli filmi, Clara ile Robert’in gençlik yıllarını, tanışmalarından evlenmelerine kadar olan süreci konu alıyordu, Nastassia Kinski’nin canlandırdığı Clara, yeni evine baba evinden kendi piyanosunu da getirdiğinde kocası: ‘Evimiz iki piyano için biraz küçük değil mi?’ diye soruyor ve film sona eriyordu. Bu cümle bir bakıma bu evliliğin geleceğini de özetliyordu. Başlangıçta evliliklerinin hem duygusal hem de mesleki açıdan verimli bir beraberlik olacağını düşünmüşlerdi ama zaman geçtikçe bazı dengeler özellikle Clara aleyhine bozulmaya başladı.

Robert evliliklerinin ilk on yılı boyunca halâ tanınmamış bir besteci olduğundan ve pek para da kazanamadığından ailenin geçimini sağlamak Clara’ya düşmüştü. Kocası bu durumdan pek hoşnut olmasa da Clara, konser turnelerine çıkarak ve dersler vererek hem kocasına, hem de 14 yıllık beraberliklerinin ürünü olan 8 çocuğuna bakmayı üstlendi. Bu arada gerek konserlerinde bestelerini çalarak, gerek yeni besteler yapmaya teşvik ederek kocasına müzik konusunda destek vermeye devam etti, hatta zaman zaman kendi çalışmalarından ödün vermesi gerekse de; çünkü Robert bir evde aynı anda iki piyanonun birden çalmasından rahatsız oluyor, ‘bu gürültüde’ beste yapamıyordu. Bu konuda fedakarlık eden de her zaman Clara oluyor, bir piyanist için elzem olan günlük egzersizlerinden bile vazgeçiyordu.

Evlenmeden önce Clara’yı sürekli çalışması ve beste yapması için teşvik eden Robert, evlendikten sonra neredeyse onun çalışmalarını engeller olmuştu. Besteci -yorumcu evliliğinin olabilecek en ideal beraberlik olacağını savunuyor görünse de Clara’nın kendisinden daha önde olmasını bir türlü hazmedemiyordu. Yıllar geçtikçe Robert’in ünlü ve başarılı eşinin gölgesinde tanınmamış bir besteci olarak kalmasının huzursuzluğuna kalıtsal hastalığının sebep olduğu sinir krizleri de eklenince Schumann’ların evliliği iyice tahammül edilmez hale geldi ve Robert bir intihar girişiminin ardından, 1854 yılında bir akıl hastanesine kapatıldı, 1856’da da orada öldü. Bütün bu süre içinde Clara, kendisini sadece bir kez, ölümünden iki gün önce ziyaret edebildi.

Clara, kocasının ölümünden sonra da müzikteki başarılarını sürdürdü. Konser piyanistliğine ve öğretmenliğe devam etti. Bu arada Robert’in bütün eserlerini yayımlatarak bestelerini tanıtma çabalarında başarılı oldu. Robert Schumann besteci olarak gerçek ününe ancak öldükten sonra ulaşabilmişti. Clara, sonraki yıllarda bir yandan çocuklarını üçünün ölümü (biri de Robert hayattayken ölmüştü) diğerlerinin de bazı sorunları yaşamını daha da zorlaştırmasına rağmen müzik çalışmalarına hiç ara vermedi.

1878’de Frankfurt Konservatuarının baş piyano öğretmeni oldu ve pek çok öğrenci yetiştirerek piyanistlikte bir ekol oluşturdu. Bu yıllardaki en yakın dostlarından biri de kocası hayattayken de aile dostları olan besteci Johannes Brahms’dı. Brahms’a da bestelerinde esin kaynağı oldu, bestelerini tanıtmak için çaba harcadı. Brahms ise bir çok bestesini Clara’ya ithaf etti. Kimi müzik tarihçilerine göre ilişkileri dostluktan da ileriydi. Clara, 1888’de 60. sanat yılını kutladı. Son konserini 1891’de verdi ve konservatuardan da ayrılarak sadece evinde ders vermeye devam etti. Clara, 26 Mart 1896’da Frankfurt’ta hayata veda etti. Bu Brahms için büyük bir darbe oldu ve onun ölümünden sonra sadece bir yıl yaşayabildi.

Aynı zamanda Clara Josephine Wieck’in, sanata yaptığı katkılarından dolayı 100 Alman Mark’ı üzerine resmi basıldı.

Richard Wagner

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Ilk sanat denemelerine çocukluğunda başladı. Duyduğu ve kendine mal ettiği tesirlerden öğrenmeye çalıştı. Çocukluğu ve gençliği huzursuz geçen genç Liepzig’li Wagner, Thomas Kantoru Theodor Weinlig’den müzik kurallarını öğrenmek suretiyle sanatkarlığını disiplinli bir eğitime tabi tuttu. Fakat daha sonra hayata atılınca dünya meşgalelerinin içinde huzursuz bir halde dönüp dolaştı. Magdeburg, Köningsberg ve Riga tiyatrolarında orkestra şefi oldu. Riga’dan kaçarak deniz yolu ile Fransa’ya gitti. Dresden’de krallık orkestrası şefliğini yaptı. Bir ihtilalci olarak iltica ettiği İsviçre’de sürgün hayatı yaşadı. Masal prensine benzeyen Bavyera kralı 2. Ludwig tarafından Münih’e çağrıldı. Sonra tekrar İsviçre’ye kaçtı. Nihayet Bayreuth’daki eserini gerçekleştirme imkanını bulunca orada huzura kavuştu.

Etrafındaki kimselerin fedakarlığını gerektiren bu huzursuz hayatında sanat uğrundaki sabatkarlığı sarsılmaz bir sütun gibi yükselmektedir. Liszt, dahi piyanist ve orkestra şefi Hans Richter, ikinci karısı ve Liszt’in kızı olan Cosima onun sadık dostlarıydı. Wagner’in Venedik’te vefat etmesi sembolik bir mana taşır. En son yazdığı sözler “Liebe-Tragik” (aşk, fecaat), hayatının bütün muhtevasını kapsamaktadır. Fakat “Tristan” ile müziğin geleceğini tayin eden eseri o yaratmıştı.

Wagner 9 kardeşin sonuncusuydu. Napolyon’dan kaynaklanan sıkıntılar dışında çocukluğunda olağan dışı pek bir şey olmadı. Dresden’de Kreuzchule’de okudu. 1827’den sonra Leipzig’de felsefe derslerine devam etti ve ilk yapıtlarını burada verdi. Bu yapıtları arasında bir fantezi, bir Polonez, iki piyano sonatı, bir senfoni, Goethe’nin “Faust”u için müzik, tiyatro için bitiremediği “Düğünler” ile “Die Feen” operası sayılabilir. Wagner, 1829’da Leipzig’de, Beethoven’in “Fidelio”sunu seyredince müziğe karşı ilgisi artmıştı. Çünkü başroldeki primadonnaya aşık olmuştu. 1836’da Magdeburg’da bencil ve tutarsız oyuncu Minna Planer ile evlendi. Çalkantılı birlikteliği Minna’nın 1866’da ölümüne kadar mutsuz bir yaşamın kapısını aralamıştı Wagner’e.  Shakespeare’den esinlenerek bestelediği “Das Liebesverbot / Aşk Yasağı” adlı operası başarı kazanmadı.

Mayıs 1849’da Röckel ve Bakunin’in dostu olduğu ve katıldığı Dresden ayaklanmasının bastırılması üzerine İsviçre’ye kaçarak Zürich’e yerleşti. Hayatının 10 yılı burada geçmiştir. Zürich’te bir yandan tiyatro ve opera yapıtlarını kaleme alırken, Liszt’in önerisi üzerine “Der Ring des Nibelungen”, yazmaya başladı.

Zürich’ten Venedik’e geçti. Stuttgard’da bulunduğu sırada, Bavyera Kralı II. Ludwig’in çağrısı üzerine Münih’e gitse de , yapıtları yuhalandı. Fakat buna rağmen kralın dostluğunu kazanmayı da başardı. Trihscen’e sığındı. Burada mutluluk içinde 6 yıl boyunca operalar yazdı ve Bayreuth tiyatrosunun planlarını hazırladı.

 Franz Liszt’in kızı Cosima, 1870’te von Bülov’dan boşanmadan önce ona 3 çocuk doğurmuştu. Ve Cosima ile aynı yıl Lüzern’de bir Protestan kilisesinde evlendi. Cosima, evlendikten sonra Wagner’in can yoldaşı ve esin kaynağı oldu.

1872 yılında kesin olarak Beyrut’a yerleşti. 1876’da büyük bir başarı ile “yeşil tepe” festivallerinin açılışını yaptı. 1882’de son operası “Parsifal”in Beyrut’taki galasından sonra ailesiyle birlikte kışı geçirmek üzere Venedik’e gitti.

Ölüm Wagner’i, 13 Şubat 1883’de kalp krizi biçiminde, bir felsefe incelemesi üzerinde çalıştığı sırada yakaladı. “Wahnfried” villasının bahçesinde kendi adına hazırladığı mezarına gömüldü.

Mezarı, torunları olan Wieland ve Wolfgang’ın büyük bir çabayla sürdürdükleri festivalleri izleyenlerin ziyaret ettikleri yerdir hala.

Vangelis

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

New Age müziğinin önde gelen temsilcilerinden Vangelis (Evanghelos Odyssey Papathanassiou ), 29 Mart 1943’te Yunanistan’da doğdu. Müzikal kabiliyeti erken yaşlarda keşfedilmiş ve kendi bestelerini çaldığı ilk konserini henüz 6 yaşındayken vermiştir.

Gençlik dönemlerinde Yunanistan’da pop müzik dalında sevilen bir sanatçı olan Vangelis, Demis Russos ve Lucas Sideras’la birlikte kurdukları üçlü grupla ünlerini dünya geneline taşıdılar. Grubun dağılmasının ardından 1970’ten sonra müzik yaşamına solo olarak devam etti ve tarz olarak da elektronik ve enstrumantal müzikle ilgilenmeye başladı.

1980’ler Vangelis’in sanatında doruklara çıktığı dönemlerdir, zira film ve belgesel müziği alanındaki çalışmalarıyla müziğinde olgunluğa ulaştı ve hayran kitlesini dünya çapında arttırdı. Vangelis, New Age müziği dalında ürettiği eserlerinde daha çok synthesizer ve benzeri elektronik müzik aletlerinden yararlanmaktadır.

Onno Tunç

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Onno Tunçboyacıyan, 1948 yılında Ermeni asıllı bir ailenin çocuğu olarak İstanbul’da dünyaya geldi. Müziğe ilgisi kilise korolarında şarkı söylerken başladı. Lisede arkadaşlarıyla adı ‘Black Stones’ olan ilk grubunu kurdu. 70’li yıllarda ‘İstanbul Gençlik Orkestrası’nda çalışırken adı orkestra şefi ve aranjör olarak duyulmaya başladı.

Eurovision yolculuğumuzda da birçok katkısı oldu. 1975’te yarışmaya katılan orkestranın basçısıydı, finallere katılan birçok şarkının da aranjörlüğünü yaptı. Modern Folk Üçlüsü’nün 1978 yılında Seul’de yapılan bir yarışmada Onno Tunç’un ‘Dostluğa Davet’ şarkısıyla iyi bir derece almasıyla adı daha da duyuldu.

Bülent Ortaçgil’in Benimle Oynar mısın? (1974), Okay Temiz’in Zikir (1981), MFÖ’nün Ele Güne Karşı Yapayalnız (1984), Sezen Aksu’nun Gülümse (1991), Mustafa Sandal’ın Suç Bende (1991) albümlerinde bas gitar çalan Onno Tunç Tanju Okan, Ali Kocatepe, Hümeyra, Nükhet Duru, Nilüfer, Atilla Atasoy, Zuhal Olcay, Timur Selçuk, Ayşegül Aldinç, Levent Yüksel gibi birçok ünlü sanatçıyla da çalıştı. Ayrıca Aah Belinda (1986) ve Rumuz Goncagül (1987) filmlerinin müziklerini de yaptı.

14 Ocak 1996 tarihinde özel uçağıyla Bursa’dan İstanbul’a giderken uçağının Yalova’nın Armutlu ilçesi’ne bağlı Selimiye Köyü’ne yaklaşık beş kilometre uzaklıktaki Kaz Dağı’nda düşmesi sonucu kendisi ve arkadaşı Hasan Kınık vefat etti.

Üzerinde Onno Tunç adının ve yanında metal bir levha üzerine kazada ölen Hasan Kınık ile arama çalışmaları sırasında donarak yaşamlarını yitiren Cem Emrah Çelebi ve Selçuk Olcay’ın adlarının yazılı olduğu bir anıt yaptırıldı.

Anıtın açılış töreninde, Onno Tunç’un en sevdiği ‘Naturel Boy’ adlı İngilizce şarkıyı seslendiren Fatih Erkoç’a, Atilla Özdemiroğlu da kemanla eşlik etti.

Yalova Belediyesi’nin, Toprak Seramik ve Elegance Otel’in sponsorluğunda Kaz Dağı’nda yaptırdığı granit anıt, gündüz topladığı güneş enerjisini karanlıkta yansıtması sayesinde gece görülme özelliğine sahip bulunuyor.

Vefatından sonra ‘Onno Tunç Beste Yarışması’ düzenlenmeye başlandı. 2007 yılında Sezen Aksu, Ajda Pekkan, Nilüfer, Ceza, Hüsnü Şenlendirici, Levent Yüksel, Aşkın Nur Yengi, Aylin Aslım, Emre Altuğ, Şebnem Ferah, Mor ve Ötesi, Sertab Erener, Nükhet Duru’nun katılımıyla on üç şarkılık ‘Onno Tunç Şarkıları’ albümü çıktı.

Eserlerinden Bazıları
Ah Mazi (Sezen Aksu-Git-1986)
Alev Alev (Ayşegül Aldinç-Alev Alev-1994)
Ayrılık (Zuhal Olcay-Oyuncu-1993)
Ayrılıklar Bitmez (Sezen Aksu-Firuze-1982)
Ben Yoldan Gönüllü Çıktım (Yeşim Salkım-Hiç Keyfim Yok-1994)
Beni Bırakın (Levent Yüksel-Med Cezir-1993)
Beni Unutma (Sezen Aksu-Git-1986)
Bir Başka Aşk (Sezen Aksu-Sen Ağlama-1984)
Bir Çocuk Sevdim (Sezen Aksu-Sezen Aksu’88-1988)
Bu Gece (Sezen Aksu-Sen Ağlama-1984)
Değer mi (Sezen Aksu-Git-1986) (Sezen Aksu-Gülümse-1991)
Deli Gönlüm (Sezen Aksu-Firuze-1982)
Dokun Bana (Nilüfer-Yine Yeni Yeniden-1992)
Düet (Zuhal Olcay-Oyuncu-1993)
Eğrisi Doğrusu (Nilüfer-Ne Masal Ne Rüya-1994)
Geçer (Sezen Aksu-Sezen Aksu’88-1988)
Geri Dön (Sezen Aksu-Sen Ağlama-1984)
Gir Kanıma (Harun Kolçak-Beni Affet-1992)
Git (Sezen Aksu-Git-1986)
Güzel Şeyler Söyle (Aşkın Nur Yengi&Harun Kolçak-Eurovision Türkiye Finali 1987)
Hadi Bakalım (Sezen Aksu-Gülümse-1991)
Haydi Gel Benimle Ol (Sezen Aksu-Sen Ağlama-1984)
Hep Bana (Zerrin Özer-Olay Olay-1992)
Hoşgörü (Sezen Aksu-Ağlamak Güzeldir-1981)
İyisin (Zuhal Olcay-Oyuncu-1993)
Kavaklar (Sezen Aksu-Sezen Aksu’88-1988)
Kış Masalı (Sezen Aksu-Sezen Aksu Söylüyor-1989)
Kolay Değil (Sezen Aksu-Git-1986)
Ne Masal Ne Rüya (Nilüfer-Ne Masal Ne Rüya-1994)
Ne Kavgam Bitti Ne Sevdam (Sezen Aksu-Gülümse-1991)
Olay Olay (Zerrin Özer-Olay Olay-1992)
Oldu mu? (Sezen Aksu-Sezen Aksu’88-1988)
Olsun Varsın (Nilüfer-Ne Masal Ne Rüya-1994)
Oyuncu (Zuhal Olcay-Oyuncu-1993)
Öyle Bakma (Fatih Erkoç-Eurovision Türkiye Finali 1989) (Aşkın Nur Yengi-Sevgiliye-1990)
Ruhun Duymaz (Emel-Ruhun Duymaz-1995)
Sen Ağlama (Sezen Aksu-Sen Ağlama-1984)
Seni İstiyorum (Sezen Aksu-Sezen Aksu’88-1988)
Son Bakış (Sezen Aksu-Sezen Aksu Söylüyor-1989)
Sonbahar (Sezen Aksu-Git-1986)
Sultan Süleyman (Sezen Aksu-Sezen Aksu’88-1988)
Şinanay (Sezen Aksu-Sezen Aksu Söylüyor-1989)
Şov Yapma (Nilüfer-Yine Yeni Yeniden-1992)
Tam Bana Göresin (Nilüfer-Ne Masal Ne Rüya-1994)
Tango (Zuhal Olcay-Oyuncu-1993)
Tenna (Sezen Aksu-Deli Kızın Türküsü-1993)
Tutsak (Sezen Aksu-Gülümse-1991)
Uçurtma Bayramları (Levent Yüksel-Med Cezir-1993)
Uykun Olsam (Zuhal Olcay-Oyuncu-1993)
Ünzile (Sezen Aksu-Git-1986)
Vurulmuşum Sana (Asya-Asya-1994)
Yeni Aşk (Zerrin Özer-Olay Olay-1992) (Yeşim Salkım-Hiç Keyfim Yok-1994)
Yeniden Sev (Nilüfer-Yine Yeni Yeniden-1992)
Yoksun (Nilüfer-Ne Masal Ne Rüya-1994)
Zorba (Nilüfer-Ne Masal Ne Rüya-1994)
1945 (Sezen Aksu-Eurovision Türkiye Finali 1984) (Sezen Aksu-Sen Ağlama-1984)

Düzenlemeleri
Bir Gün Mutlaka (Beste:Mustafa Sandal) (Zerrin Özer-Olay Olay-1992)
Küçük Bir Aşk Masalı (Beste:Ali Kocatepe) (Sezen Aksu&Özdemir Erdoğan-Eurovision Türkiye Finali 1985)

Vedat Sakman

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

1949 yılında Konya’da doğan Sakman, profesyonel müzik yaşamına, müzisyen bir babanın oğlu olarak, İzmir’de lise çağlarında başladı. İlk çaldığı enstrüman davul oldu. Daha sonra gitarla tanıştı. 70’li yılların, bir grup oluşumu içinde şarkılar yapma ruhu, müzik yaşantısında önemli rol oynadı. Grup Doğuş ile 12 yıllık bir beraberliği oldu. Bu dönemde aranjörlük ve armoni eğitimi aldı. Grup Doğuş’tan ayrıldıktan sonra reklam ve film müziklerinin yanı sıra, pop müziği şarkıcılarına şarkılar verip, düzenlemeler yapmaya başladı.

Vedat Sakman ilk solo albümü olan “Müzisyen”i 1989 yılında yaptı. 1990 yılında Zuhal Olcay’ın “Küçük Bir Öykü” albümünün prodüksiyonunu gerçekleştirdi. Albümdeki tüm besteler ve düzenlemeler kendisinin, sözler Mehmet Teoman’ın idi. 1991 yılında yine Zuhal Olcay’ın “İki Çift Laf” albümünün sekiz şarkısının sözlerin yazıp, müziğini ve düzenlemelerini yaptı. Aynı yıl tüm şarkı ve düzenlemeleri kendisine ait olan “Kapılar” adlı ikinci albümünü çıkardı.

1994 yılında üçüncü solo albümünü çıkardı.”Sevgileri Unutmadık” adlı bu albümdeki sekiz şarkının beste ve düzenlemeleri kendisine aitti. 1997 yılında Hümeyra’nın “Beyhude” albümünün müzik direktörlüğü ve aranjörlüğünü yaptı. Hümeyra bu albümde Vedat Sakman’ın iki şarkısını seslendirdi. 1998 yılında Zuhal Olcay’ın “İhanet” ve Leman Sam’ın “İlla” adlı albümlerinin müzik direktörlüğünün ve aranjörlüğünün yanı sıra çoğu şarkıların da söz ve müziğini yazdı. 2002 Nisan ayında “Usulca” isimli solo albümünü çıkardı.

Nuray Hafiftaş

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

1964 yılında Kars’ta doğan Nuray Hafiftaş, ilkokulu Taksim’de okudu. İstanbul Teknik Üniversitesi Devlet Konservatuar Bölümü’nden mezun olduktan sonra, İstanbul Belediye Konservatuarı İcra Heyetinde 4 yıl kadrolu devlet sanatçısı olarak çalıştı. Aynı yıllarda İstanbul Radyosu’nda da sözleşmeli sanatçı olarak 4 yıl çalıştı. Şimdiye kadar 12 albüm çıkaran sanatçının 100’ü aşkın söz ve bestesi kendisine ait olan eserleri bulunmaktadır. Bunlardan “Ayrılık Nikahı”, “Yalan Dünya” ve “İsyan Ediyorum”u Kibariye, “Hasret” ve “Gurbet “i ise İzzet Yıldızhan okudu.

“Yerli Liz” diye tanınan Hafiftaş, Türk Halk Müziği’ni insanlara sevdiren sanatçılardan bir tanesidir. Müzikal anlamda olsun, kişiliği ile olsun profesyonel müzik hayatına atıldığı günden bu yana çizdiği çizgiden ödün vermeyen Nuray Hafiftaş, Prestij Müzik etiketiyle piyasaya çıkan  “Eyvah Gönül” albümünde İsmail Derker’le çalıştı. Sanatçının, Bilal Ercan’la beraber “Çifte Yürek” adlı halk müziği programı sunuculuğu da çalışmaları arasında bulunmaktadır.

Franz Joseph Haydn

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

1732 yılının bir nisan günü dünyaya gelen Franz Joseph, o güne kadar hiç duyulmamış olan Haydn ismini bütün dünyaya tanıtarak insanlığı şaşırttı. Neşeli, şakacı, yaramazlıktan  hoşlanan sevimli bir çocuktu. Haydn’ların fakir yuvalarında da neşeye gerçekten büyük ihtiyaç vardı. Avusturya’nın Rohrau  kasabasındaki bu tek katlı köy kulübesinde keder ve ölüm devamlı misafirdi. Haydn’ın babasının ilk eşinden olan oniki çocuğundan altısı daha bebekken ölmüşlerdi. Baba Haydn’ın ikinci evliliğinden olan beş çocuktan da biri olsun yaşamadı. Tabiat, o bitmek tükenmek bilmeyen denemelerinde bir şahaser meydana getirmek için pak çok yarım eseri bozup mahvetmeyi daima göze almıştır.  

Annesiyle babasının Sepperl adını verdikleri Franz Joseph daha küçük yaşta olağanüstü müzik kabiliyetiyle dikkati çekmişti. Müzik öğretmenliği yapan bir akrabasının sayesinde Haydn Rohrau’nun oniki mil kadar ilerisindeki Hainburg Katolik Kilisesinin korosuna girdi. 

Altı yaşındaki yaramaz koro üyesi için “büyük şehir” müzik, yaramazlık ve açlık karışımı bir yerdi.  Çeşitli ilahiler öğrenerek müzik bilgisini ilerletmeye bakıyordu ama koro çalışmaları sırasında önünde duran çocukların perukalarını çekerek onları kızdırmak da en belli başlı eğlencesiydi. Suçüstü yakalandığı zamanlar bir güzel dayak yiyordu. Haydn  kısa bir zaman içinde birbirleriyle geçinmelerine hiç imkan olmayan iki komşuyu bir çatı altında birleştirmeyi başardı. Bu geçimsiz komşular “boş mide” ile  “neşeli, kaygısız bir gönül” dü.  

Bir gün Hainburg caddelerinde yapılacak bir törene hazırlanırken şehir bandosunun davulcusu hastalandı.  Tören günü davulcunun yerini Haydn almıştı. Fakat Haydn öyle ufak tefekti ki davulun altında kayboluyordu. Sonra bu çalgının nasıl çalındığını da hiç bilmiyordu. Fakat bütün bunlar Haydn’ın davulu çalmasını önleyemedi.  Davul fazla ağır ve büyük geldiği için Haydn’dan daha iri ve güçlü kuvvetli bir çocuk davulu taşıyordu. Haydn da elinde tokmaklarıyla yanında yürüyüp davulu çalıyordu. 

Kısa bir süre sonra Haydn’ın müziğe olan kabiliyeti Viyana’da St. Stephen Katedralinin Koro şefi Johann Georg Ruetter’in de dikkatini çekti.  Hainburg’a kabiliyetli çocuklar aramak için gelmiş ve bu davul hikayesini duymuştu.  Bu arada Haydn’ın bir de şarkı söyleme kabiliyetini ölçtü. Aldığı sonuç onu şaşırtmıştı. Yalnız sesini titreterek şarkı söyleyememesini garipsemişti. Çocuğa bunun sebebini sordu. Haydn da :  

– “Benim öğretmenimin yapamadığı işi ben nasıl yapabilirim” cevabını verdi. 

Reutter, bu zeki bakışlı, sevimli çocuğu Viyana’ya götürdü, ona ülkenin en büyük kilisesinin korosunda ilahi söyletmek için gerekli çalışmaları yaptırttı.  Bu kilisenin korosunda çalışan çocukların her türlü ihtiyacını kilisede karşılıyordu. Onlar da matematik, din, müzik, yazmak ve okumaktan başka hiç bir şeyle ilgilenmiyorlardı. Ara sıra çocuklar  Viyanalı zenginlerin evlerine konser vermeye gönderiyorlar, burada ev sahibinin cömertliği tutarsa çocuklara mutfakta sofradan arta kalmış yiyecekler veriliyordu. Kilisede ise çocukların ancak açlıktan ölmelerini sağlayacak miktarda yiyecek veriliyordu.  Doğrusunu söylemek gerekirse Avusturya’nın en büyük kilisesinin korosunda çalışan çocuklar  burada sefil ve perişan bir hayat  sürmekteydiler. Haydn, onyedi yaşındayken Reutter ile arasında çıkan bir anlaşmazlık yüzünden koroyu terketti. Kimsesi yoktu, cebinde beş kuruşu da kalmamıştı. Üstelik kış da yaklaşıyordu. Haydn’a başını sokacak bir yer  lazımdı.  Rohrau’ya  dönmeyi düşünmedi değil. Fakat orada da babası günden güne kalabalıklaşan ailesinin ağır yükü altında ezilmekteydi.  Haydn Viyana’da kalıp, açlıktan ölmeyi tercih etti. Fakat iyi tesadüfler onu ölümden korudu . Eski arkadaşlarından tenor Spangler’e rastlamıştı. Bu genç adam da çok fakir olmasına rağmen Haydn’a evinde yatacak yer gösterdi ve biraz para kazanıncaya kadar yiyecek verdi.

Haydn’ın kendini kurtarması zor olmadı. O devirde Viyana bir müzik şehriydi. İş saatleri sona erince halk sokaklarda şarkı söylüyor, geç saatlere kadar dansediyordu. Genç, yaşlı herkes  eline bir çalgı alıp sokak sokak dolaşmayı adet edinmişti. Haydn da eline bir keman alıp caddelerde dolaşmaya başladı. Kalabalık grupların yanına sokulup onlara keman çalıyor, böylece cebine birkaç kuruş giriyordu. Genç kızlar onun  çevik hareketlerine, keman çalışına hayrandılar.  Kış aylarında da keman çalarak, zenginlerin baloları için dans parçaları besteleyerek para kazanıyordu.

Galiba Haydn’ın doğduğu gece uğur getiren yıldızlardan biri gökte parlamış olmalıydı. Bu yıldız, genç adamı daima doğru yola götürüyordu.  Altı yaşındayken onun kabiliyetini keşfeden öğretmenle, karşılaşmıştı, sekiz yaşında Reutter’in himayesine girmişti, onun sayesinde müzik bilgisini artırmıştı. Onyedi yaşında Spangler’le karşılaşmış onun yardımıyla ölümden kurtulmuştu. Yirmi iki yaşında da Viyana’nın ünlü öğretmenlerinden Nicolo Porpora ile tanışmıştı. O güne kadar Haydn ciddi bir müzik eğitimi görmemişti.  Öğretmenlerinin köklü bilgileri olmadığı için Haydn’ı gelişigüzel  yetiştirmişlerdi. Ama şimdi durum tamamen değişiyordu.  Nicolo Porpora ona müzik hakkında bilmediklerinin hepsini öğretebilirdi. Haydn’ın  bu ciddi öğretmene ders ücretini ödemesine imkan yoktu, onun için yanına uşak olarak girmek zorunda kaldı. Haydn, öğretmeninin elbiselerini fırçalıyor, perukasını tarıyor, öfkeli zamanlarında onu yumuşatmaya çalışıyor küfürlerini duymamazlıktan gelip onun müzik bilgisini kapmaya bakıyordu.  

Porpora’nın yardımıyla Haydn kendisine çok faydalı olacak başka bir dost edindi. Avusturyalı asilzade, Baron Karl Joseph von Fürnberg, oda müziğine meraklıydı.  Genç Haydn’ı da besteci ve kemancı olarak yanına aldı.  Haydn Baronun emrinde çalışırken yaylı sazlar için onsekiz kuartet bestelemişti.  Bu müzik çeşidini Haydn yeni keşfetmişti. Daha sonra da kuartetler onun ünlü senfonilerine temel olacaktı. 

Haydn gene uğur yıldızının yardımıyla Baron von Fürberg’den Kont Maximilian Morzin’den sonra da Prens Esterhazy’nin yanında çalışmaya başladı. Bu son görev genç bestecinin meslek hayatını sağlam temeller üzerine kurmasını sağlamıştı.  

1760 yılı, Haydn’ın müzik ve his hayatında bir dönüm noktası oldu. O yıl genç adam hem iyi bir patron, hem de bir iş bulmuştu. Bir süreden beri Viyana’nın ünlü perukacılarından  Johann Peter Keller’in genç ve güzel kızıyla ilgileniyordu.  Fakat Haydn ona evlenme teklifinde bulununca  genç kız manastıra girmeyi kararlaştırdığını söyleyerek bu teklifi geri çevirmişti.  Keller, besteciye büyük kızının onunla evlenmeyi kabul edebileceğini söylemiş, böylece Haydn, sevdiği kızın ablasıyla evlenmek üzere hazırlıklara başlamıştı. Fakat maalesef Keller’in kızı, Hayd’ın  ince ruhunu anlayacak, onun dehasını takdir edecek özelliklere sahip değildir. Bu bakımdan  Haydn’ın evlilik hayatı hiç de mutlu olmadı. Besteci, yıllar yılı anlayışsız bir kadınla hayatını paylaşmak zorunda kaldı. 

Şimdi Haydn’ın evindeki huzursuzluğu bir kenara bırakıp Esterhazy’nin sarayına dönelim. Haydn buraya geldiği zaman kendini tamamen Prensin emirlerine adamayı kabul etmişti.  Sarayda oturacak, Prensin istediği eserleri besteleyecek, o ne zaman emrederse konser verecek,  yemeklerini de diğer uşak ve hizmetçilerin yanında yiyecekti. Bütün bu fedakarlıklara karşılık olarak da Haydn sessiz, sakin bir çalışma odasına kavuşmuştu. 

Besteci, Esterhazy ailesinin yanında tam otuz yıl kaldı, hayatının en parlak, en verimli devresini burada geçirdi. Hayd, Esterhazy’lerin sarayına yerleştikten bir yıl sonra Prens ölmüş, yerine kardeşi Şahane Nicolas geçmişti. Genç Prens, Haydn’ı kendi sarayına aldı, ücretini artırdı, orkestrasını geliştirmesini sağladı. Orkestra üyeleri daima yanında bulunduğu için Haydn yeni bestelediği eserlerin denemesini hemen yapabiliyordu. Hangi sazların hangi notaları çalmasının  uygun olacağını bulması da kolay oluyordu. Bu şekilde çalışmak, Haydn’ın pek hoşuna gitmişti. Kısa zamanda her bakımdan kusursuz eserler meydana getirebilmesini de orkestra üyelerinin hep beraber olmasına borçluydu. Sosyal durumunun kötülüğünü ise evliliği gibi boyun bükerek kabullenmiş “kaderin bir cilvesi” olarak benimsemişti.  “Bir başkasının kölesi olmak gerçekten çok acı ama” diyordu, “Tanrının isteğine de karşı gelemem.” Zaten Esterhazy  ailesinin fertleri müzikle uğraşan kölelerine daima çok iyi davranımlarıyla  şöhret yapmışlardı. Nicolas Esterhazy, Hayd’na durmadan eser bestelemesini emrediyordu. “Zamanın bacaklarını kırmalısın” diye de nasihatte bulunuyordu.  Prens Nicholas da “bariton” adı verilen bir telli sazı çalmakta ustaydı. Bu saz madeni ve bağırsak tellerin birbirleriyle titreşim yapmalarından meydana gelen tatlı sesler çıkaran bir sazdı.  Haydn bu saz için iki yüze yakın eser bestelemişti. 

Estarhazy, Haydn’ın ücretini artırdıktan başka onun sarayında özel dersler vermesine de ses çıkarmıyordu.  (Öğrencilerinden bir de genç Beethoven’di.)  

Haydn, müziği seviyordu, durumundan memnundu, hepsinden önemlisi o bütün insanları seviyordu. Orkestrasında çalışanlara bir baba gibi davranıyordu. Onlar da besteciye “Baba Haydn” demeyi adet edinmişlerdi. Hayd, basit bir hayat sürüyordu. Boş zamanlarında balık tutuyor, yürüyüş yapıyor, ara sıra da ava çıkıyordu. Akrabalarına, dostlarına sık sık para gönderiyor, karısının kaprislerine gülümseyerek boyun eğiyordu.  Bu arada eser bestelemekten geri kalmıyordu. 

Canlılığına, oynaklığına rağmen Haydn’ın bestelediği eserlerde insanın kalbini acıyla burkan kederli bir hava vardı.  Altın kafeste şarkı söyleyen bir bülbülün yalvarışlarını andırıyordu onun besteleri… Haydn, seyahat etmeyi pek sevdiği halde patronu onun Viyana’ya kadar gitmesine bile izin vermiyordu. Bir keresinde Haydn, Prens’ten Viyana’ya gitmek için izin istemiş, patronu isteğini geri çevirmişti. Haydn bu üzüntüyle eline kağıdı kalemi alıp ünlü “veda senfonisi” ni besteledi.  

Kış mevsimi gelmek üzereydi. Orkestra üyelerinin hepsi evlerini ailelerini özlemişlerdi. Fakat prens inadından vazgeçmiyor, onları sayfiye sarayında bir süre daha hapsetmeye kararlı görünüyordu. Bir akşam da dostlarını konsere davet etti. Konserin son parçası, Haydn’ın yeni bestelediği “Veda Senfonisi” ydi. Dinleyiciler, senfoninin o güne kadar dinledikleri eserlere hiç benzemediğini farkederek şaşırmışlardı. Ama onları eserin sonunda daha büyük bir sürpriz bekliyordu. Eserin birinci bölümü kederli bir hava için sürüp gitti. Nefesli sazlardan çıkan sesler dertli bir insanın acı iç  çekişlerini andırıyordu. Üçüncü bölümde ise sazlar birden coşup öfkeli bir kimsenin çevresindekilere isyan edişini hatırlatan ilgi çekici bir melodiyi çalmaya başlamışlardı. Sonra birden ire sazların hepsi susuverdi ve yine ağır bir parçaya başladılar. 

Bu son parçada işleri biten müzikçiler, sazlarının başındaki mumu söndürüp yavaşça salondan çıkıyorlardı. Sonunda salonda iki kemancıyla Haydn kaldı. Kemancılar da gidince Haydn başını nota sehpasına dayanıp sessizce oturdu, beklemeye koyuldu. Prensin bu jesti nasıl karşılayacağını pek merak ediyordu. Biraz sonra da Prens, senfoninin manasını anladığını, ertesi gün tatile başlayabileceklerini söyledi. 

Haydn’ın Viyana’ya yaptığı ziyaretler, cenneti ziyaret etmekten farksız oluyordu. Güzel yiyecekler, güzel müzik ve iyi dostlar arasında geçen günler ona bir rüya gibi geliyordu. Bazen sarayda yalnızlıktan, kimsesizlikten de bunaldığı olmuyor değildi. Viyana dönüşlerinde sarayın havasını yadırgıyor, bu hayata daha fazla dayanamayacağını sanıyordu, fakat bu da geçiciydi tabii… 

Kısa bir süre içinde Haydn, sarayın sessizliğine de kendini alıştırmaktan güçlük çekmedi. Yeni eserler bestelemek Haydn’ın sıkıntılarını unutmasına yetiyordu. Şakalarını bile müziğin yardımıyla yapmaya kendini alıştırmıştı. İşte mesela konserlerinde dinleyicilerin çoğu zaman uyukladıklarını farketmiş, onları uykudan uyandırabilmek amacıyla “sürpriz senfonisi” ni bestelemişti. Başından  sonuna kadar ağır, uyku verici bir tempoda devam eden senfoninin son  kısmında sazlar müthiş bir gümbürtüyle yeni bir bölüme geçiyorlardı. Bu kısımda en derin uykuya dalmış bir kimsenin bile yerinden sıçramaması imkansızdı. 

Bazı çevrelerde Haydn için “senfoninin babasıdır” derler. Bu pek de doğru sayılmaz. 1744 yılında, Haydn daha oniki yaşında bir çocukken Paris’de senfoni besteleyen müzikçiler vardı. Ertesi yıl da Alman bestecileri bu yeni müzik çeşidini benimseyivermişlerdi.  O devirde senfoni üç bölümden meydana geliyordu. Birkaç yıl sonra ise senfoniye dördüncü bir bölümün eklenmesi uygun görüldü. Haydn olgunluk çağına eriştiği zaman Avrupanın büyük şehirlerindeki  besteciler yüzlerce senfoni bestelemişlerdi. Haydn ise bu yeni müzik çeşidini geliştirmek, daha sevilir bir şekle sokmak için  çalışmış ve bunu başarmıştır. Ama Haydn’ın binbir itinayla bestelediği senfoniler bile Mozart, Beethoven gibi bestecilerin senfonilerinin yanında sönük kalır. 

Belki Haydn, senfoninin babası değildi ama Mozart’ın  müziğinin isim babası sayılırdı.  Mozart da çocukluk yıllarında “Baba Haydn”  ın müziğine hayran olmuş, onun izinden yürümek istemişti. Daha sonra Estarhazy’nin sarayındaki konserlerde o da piyano çalmış, ilk bestelerinden bir kısmını Haydn’a ithaf etmiştir. Haydn’a gelince, o da bu genç  hayranını bir evlat gibi seviyor, onu desteklemek istiyordu. Mozart’ın genç yaşta  ve en verimli çağında hayata gözlerini kapayıp fakirler mezarlığına gömülmesine de pek üzülmüştü. Başlangıçta Mozart, Haydn’ın bestelerinin etkisi altında kaldığı halde sonradan Haydn Mozart’ın eserlerinden ilham alarak yeni eserler meydana getirmiştir. 

Haydn, her sabah, işe başlamadan önce Tanrı’ya o gün kendisine kabiliyet bağışlaması için dua  ederdi.  Çalışmaları iyi giderse Tanrının o günkü duayı kabul ettiğine, kötü giderse, Tanrının o günkü duayı kabul etmediğine inanırdı. Tanrının onu işlemiş olduğu günahlardan ötürü cezalandırdığını düşünürdü. Ömrünü Tanrıya ve Prens Estarhazy’ye hizmet ederek geçirmeyi çok istiyordu. Fakat 28 Eylül 1790 tarihinde Prens Estarhazy’nin ölümü üzerine Haydn da saraydaki görevini kaybetti. Bereket ki, prens ona yılda beş yüz dolar tutarında bir para ödenmesini vaziyet etmişti. Haydn, iki kere Londra’ya gitti. Oxford Üniversitesinden fahri doktorluk ünvanını aldı.

Gençlik yıllarında olsa bu başarı onu herhalde çok sevindirirdi ama Haydn’ın artık böyle şeylerden zevk alacağı yaşı geçmişti.  Besteci, altmış altı yaşındayken ünlü ingiliz şaiiri Milton’un “Kaybolan Cennet” isimli şiirinden ilham alarak “Yaratılış” oratoryosunu besteledi. Dünyanın, güneşin, yıldızların oluşunu anlatan bu dev eser Haydn’ın son oratoryosuydu. 

Hayd’ın yetmiş altıncı yaş gününde dostları besteciye güzel bir kutlama töreni hazırlamışlardı.  Artık yürüyemeyecek halde olan besteciyi tekerlekli sandalyesine oturtup “Yaratılış” oratoryosunun özel temsiline götürdüler. Dinleyiciler arasında  Haydn’ın öğrencilerinden Beethoven de vardı. Haydn salona girerken dinleyicilerin hepsi birden ayağa kalktılar, besteciyi çılgınca alkışladılar. Konserin  sonunda gene tekerlekli sandalyesiyle dışarı  çıkarken  Beethoven  Haydn’ın elini öptü. 

Bestecinin uzun, sükün  dolu hayatı artık sona ermek üzereydi. Fakat kader, onu sessiz sedasız ölmesine imkan bırakmayacaktı. “Sürpriz Senfonisi” nin bestecisine sürprizli bir ölüm yakışacaktı mutlaka.

10 Mayıs 1809’da Napolyon’un orduları Viyana kapılarına gelmişti.  Şehir bombalanırken biri Haydn’ın evinin yakınına düştü. Bombardımandan sonra Haydn da yatağa düştü. Üç hafta sonra her şey bitmişti. Besteci, ölüm döşeğinde : “Şu berbat savaş benim de sonumu getirdi” diyerek söyleniyordu…

Erkin Koray

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Türk Rock Müziği’nin en büyük isimlerinden olan Erkin Koray, 24 Haziran 1941’de İstanbul’da doğdu. Annesi Vecihe Koray’ın, İstanbul Belediye Konservatuarı’nda Klasik Batı Müziği piyano öğretmeni olmasından dolayı, sanatçı küçük yaşlarda müzikle tanıştı. 5 yaşında annesinden piyano dersleri almaya başladıktan sonra, Alman Lisesi’nde okurken rock müziği ile tanıştı. Aynı zamanda okulda okurken konservatuara da devam etti. Sanatçı, 29 Aralık 1957 yılında, 16 yaşındayken, Galatasaray Lisesi’nde piyanoyla ilk konserini verdi.

Bu konser, Erkin Koray’ın hayatında büyük bir dönüm noktasını teşkil etti. Çünkü bu konser aynı zamanda sanatçının müzik hayatının da başlangıcı idi. İlk konserinden bir ay sonra Koray, 25 Ocak 1958’de Eminönü Halkevi’nde, 20 gün sonra da Almanya ve Avusturya Liselerinde konserler verdi ve artık konserler birbirini takip etmeye başladı. Bu konserlerden sonra gazeteler artık kendisinden “Rock’n’Roll Kralı” diye bahsetmeye başladılar.

1960’ların ilk dönemlerine gelince Koray, “Erkin Koray ve Ritmcileri” isimli grubuyla, kendisinin gitar çalıp söylediği ve rock’n’roll çaldığı bar ve klüp programları yaptı. 1962 yılında ise ilk 45’liği “Bir Eylül Akşamı”/It’s So Long’u yayınladı. Çıkarttığı 45’likten sonra askerliğini 1963 – 1965 yılları arasında Eskişehir Hava Kuvvetleri Caz Orkestrası’nda gitarist – solist olarak yaptı. Askerden döndükten sonra bir süre daha İngilizce çalışmalarına ve klüp programlarına devam eden sanatçı, bu programlarından birinde İstanbul Plak şirketinin yetkilileri ile tanıştı ve 1967 yılında ülkede büyük şöhret olmasını sağlayan “Kızları da Alın Askere” isimli 45’liğini yayınladı.

Saçlarının uzunluğundan dolayı tepkiler de alan sanatçı, 1970’e geldiğinde, “Yeraltı Dörtlüsü” grubunu kurdu. Daha sonra Batı müziğini yerinde tanımak ve incelemek amacıyla, O sırada Beatles’ın da oradan şöhret olduğu, müziğin kalbinin attığı yer sayılan Almanya’nın Hamburg kentindeki Star Club’a gitti. Koray, burada her gün çalan en az üç İngiliz grubunu izledi ve bir çoğuyla da tanıştı. Bu arada Hiccups adlı bir Alman Grubu’yla da sahneye çıktı ve daha sonra o grubun basçısı Bernhard Weber’i yanına alarak Türkiye’ye döndü ve bu olay Türkiye’de Hard Rock döneminin başlangıcı oldu.

Çıkarttığı hit parçalarla o dönem gündemde olan sanatçı, tekrar Avrupa’ya gitti ve Fransa’da Beatles’ın efsanevi ismi John Lennon’la tanıştı. Koray’ın “Yeraltı Dörtlüsü” ile müzik yaparken yararlandıkları en büyük avantaj, batıdaki Pink Floyd, Grateful Dead gibi aynı tarz gruplarından daha doğuda bir ülkede yaşamalarıydı. Dönemin Avrupalı çoğu rock müzisyeninin doğu mistisizmine ve de özellikle Hindistan’a merakı vardı ve bu merakı müziklerine de bol miktarda yansıtabiliyorlardı. Bunun en önemli örneklerinden birisi Beatles’ın önce “Norwegian Wood” adlı 45’liklerinde, daha sonra da “Sgt. Pepper’s Lonely Hearts Club Band” albümlerinin “Within You Without You” parçasında ‘Sitar’ kullanmasıydı. Sitar, kökeni doğudan gelen bir enstrümandı ve bu enstrümanı İngiltere’de Beatles; Türkiye’de ise o dönemlerde Rock Müziği ile oldukça ilgili bir müzisyen olan Orhan Gencebay kullanıyordu.

İstanbul’a tekrar döndükten sonra “Supergroup” ile “Yağmur” isimli 45’liğini çıkardı. Maddi sıkıntılardan dolayı dağılan “Supergroup”un ardından kısa bir süre sonra kurduğu ‘Ter’ adlı grupla “Hor Görme Garibi” isimli 45’liğe imzasını attı. Fakat “Ter” grubu da dağıldıktan sonra ‘Stop!’ isimli bir grup kuran Koray, bu grupla da uzun süre devam edemeden ayrıldı ve grup dağıldı.

Avrupa’da Alice Cooper ve David Bowie renkli yüz makyajlarıyla sahneye çıkmaya başladı ve Erkin Koray’da bu modaya uyarak sahneye renkli yüz makyajlarıyla çıkmaya başladı ve büyük ilgi gördü. Bu çalışmalarından sonra da uzun süreliğine yurtdışına gitti. Koray, yurt dışından döndükten sonra tekrar çalışmalarına devam etti ve bu çalışmalar, Türkiye’nin çok iyi bildiği “Şaşkın”, “Arap Saçı”, “Fesuphanallah” gibi çalışmalardı. Bu dönemde bu tarz çalışmalara ağırlık vermesinin yanında “Krallar”, “Hadi Hadi Oradan” gibi rock çalışmaları, hatta başlı başına rock parçalarından oluşan “Elektronik Türküler’ adında bir tane de LP yaptı. 1977 yılında, son rock grubu olan “Erkin Koray Tutkusu” isimli grubunu kurup, bu grupla aynı adı taşıyan bir rock LP’si çıkarttıktan sonra uzun süreliğine tekrar yurt dışına çıktı. Koray’ın Türkiye’yi terk etmesinin en önemli sebebi, 70’lerin ikinci yarısında Türkiye’de cereyan eden politik gerginlikler ve bu gerginliklerin ülkeyi müzik yapılamayacak hale getirmesiydi.

12 Eylül Askeri Darbesi’nin haberini yurt dışında iken almasından bir yıl sonra,1982 sonbaharında, yurda dönmeye karar verdi. Yurtdışından döndükten sonra uzun bir süre tamamen solo çalışmalar yapan Erkin Koray’ın bu dönemdeki en ünlü çalışması şüphesiz ‘Çöpçüler’dir.

Ludwig Van Beethoven

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Beethoven, 1770 yılında Almanya’da (Bonn) doğdu. Alkole karşı olan zaafıyla bilinen Beethoven’in babası Johann da saray müzisyeniydi. İlk piyano derslerini henüz dört yaşındayken babasından aldı. Katı bir insan olan babası çocuğunu çok zorluyor, henüz dört-beş yaşında olan ve parmakları piyanoya yetişemeyen çocuk bazen bu çalışmalar sırasında gözyaşı döküyordu…

İlk müzik eğitimini babasından aldıktan sonra, 1779’da Christian Gottlob Neefe’yle çalışmaya başladı. 1783’te ilk bestesi olan Dressler’in Marşı Üzerine Çeşitlemeler Neefe’nin yardımıyla yayımlandı. 1786’da Viyana’ya yaptığı ziyaretin ardından, annesinin olumu üzerine Bonn’a geri döndü ve Kont Walstein’ın hizmetine girdi. 4 yıl boyunca kontun orkestrasında viyola çaldı.

Annesinin ölümünden sonra Beethoven Viyana’ya geri döndü ve hayatının sonuna dek orada yaşadı.1794’e dek Viyana aristokrasisi içindeki müzik aşıklarına saraylarda ve özel toplantılarda çaldı. 1795 yılına kadar halka açılmamıştı. Başlangıçta bir besteci olarak değil, bir piyanist ve öğretmen olarak adını duyurdu ve kısa zamanda üne kavuştu.

1798 yılında Beethoven işitme problemleri yaşamaya başladı. Bu tarihten itibaren 21 yıl boyunca hiç kimseyle iletişim kurmadı. Ancak 1819 yılına gelindiğinde yazarak insanlarla diyalog kurmaya başladı. 21 yıl boyunca çekilen yalnızlık çok derin acılar yaşamasına neden oldu. Beethoven bütün senfonilerini işitme problemi yaşamaya başladıktan sonra bestelemesi de dikkate değer bir olaydır.

Beethoven ömrü boyunca birkaç kadını sevmesine rağmen hiç evlenmemiştir. Bunlar içinde evlenmeye en çok yaklaştığı ve en çok sevdiği Ölümsüz Aşık’tır. Kim olduğu kesin olarak bilinmemekle birlikte bu kadının, Frankfurtlu bir tüccarın karısı olan Antonie Brentano olduğu sanılmaktadır. Sevdiği kişiye kendini bütünüyle veren Beethoven, Diabelli Varyasyonları’nı Ölümsüz Aşkı’na adamıştır.

1826’da kardeşi Karl ile Gneixendorf’ta yaptığı tatilin ardından Viyana’ya dönüşünde, siroz hastalığı iyice ilerlemiş, yataktan kalkamaz olmuştu. 26 Mart 1827’de hava iyice bozmuş, durmadan yağmur yağıyordu. O sırada akan büyük bir şimşekle Beethoven’in odası aydınlandı. Aynı anda, yumruğunu havaya kaldıran Beethoven’in gözleri birkaç saniyeliğine hayata meydan okurcasına açıldı, ve ardından bir daha açılmamak üzere kapandı. Doktorlar bunun Beethoven’in anlamlı bir hareketi değil, sadece ışığa karşı bir tür refleks olduğunu söylemektedirler. Beethoven yaklaşık 30.000 kişinin katıldığı bir cenaze töreninin ardından Wahring mezarlığına defnedildi. 1888’de ise naaşı Viyana Merkez Mezarlığı’na Schubert’in mezarının yanına aktarıldı.

Sadeddin Kaynak

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Sâdeddin Kaynak 1895 yılında İstanbul’da doğdu.Babası Fatih Câmii hocalarından Ali Alaeddin Efendi,annesi Havva Hanım’dır.İlk zamanlarında Hâfız Sâdeddin Bey olarak tanınmıştır. Bulunduğu semtte ilk ve orta öğrenimini tamamladıktan sonra ilâhiyat fakültesinden mezun oldu. Balkan Savaşı’nın çıktığı yıllarda (1912),”İlâhiyat Zabiti” olarak askerlik görevini yapmak üzere Diyarbakır’a gönderildi. Bu münasebetle Elazığ, Harput, Malatya, Mardin gibi illerimizi dolaştı.İstanbul’a döndükten sonra çalışmalarını kişisel çabası ile sürdürdü. Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra, o yıllarda adını duyurmuş bir sanatkâr olarak birkaç kez Çankaya Köşkü’ne çağrıldı. Atatürk’ün emri ileKur’an-ı Kerîm’in savaşla ilgili âyetleri üzerine ordu komutanlarına konferans verdi.

1926 yılında plâk doldurmak üzere Berlin’e, çeşitli tarihlerde Viyana, Paris ve Milano’ya gitti. Türkiye’de de plak doldurdu. 1953 yılında Sultanahmed Câmii ikinci imamlığına tayin edilmişti. Beyin kanamasına bağlı olarak 1955’de sol tarafına felç geldi. Son yıllarının Kadıköy Koşuyolu’nda bulunan iki katlı evinde hasta olarak geçirdi. Kaynak 3 Şubat 1961’de öldü.

Fredric Chopin

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Fransız isimli bu müzisyen Rus tebaalı bir Polonya’lı idi. Değeri Almanya’da edildikten sonra sanatkar olarak Paris’e yerleşti. Bu durumu ile Chopin devrinin sembolü sayılabilir. Milli sınırların üzerinde olmak 19. yüzyılın eşiğinde zuhur eden yeni tip bir sanatkarın veya dahi virtüozların tipik durumudur. Gerçi enstrümanlarında virtüoz olan müsizyenler eskiden beri vardı. Fakat bu yeni tip, ihtisasını meslek edinerek, mesela yalnız (piyanist) olarak dünya konser salonlarını dolaşan virtüozlardır. Thalberg, Moscheles, Liszt gibi bu ayarda virtüozların yetiştiği çevre, müziksever zenginlerin hususi salon’larıydı. Müziğin saray çevresinden bugünkü aleni konser dünyasına gidişinde önemli bir rolü olan bu salon havasında Chopin de yaşadı. Bu, espri ve zarafetle dolu, muhteşem bir yaşama tarzını aksettiren bir çevreydi. Chopin’in sanatkarlığı o zamanki dünyanın merkezi olan Paris’ten ilham alarak gelişti. Onun her tesire açık harikulade ince ve hassas ruhunda, ihtilal endişelerinin de karıştığı restorasyon devrinin parlaklığı ile vatanındaki durumun sönmeyen acı hatirası birleşiyordu. Balzac, Musset, Meyerbeer, Heine, Liszt ve George Sand gibi şahsiyetlerin yaşadığı o zamanki Paris’te, vücudu kadar ruhu da son derece hasta olan Chopin’in yıldızı parladı ve söndü.

Chopin, Schumann gibi tam manasiyle romantik bir sanatkar, fakat yine yaratılış bakımından bambaşka bir şahsiyetti. Besteciliği bunu en açık şekilde gösterir. Pek az eseri istisna edilirse besteciliği tamamen piyanoya hasretmiştir. Piyanodan teshir edici yeni renk ve tınlama imkanları çıkarmış, ayrıca devrinin henüz ulaşamadığı teshirleri bile keşfetmiştir. Filhakika armonilerinin geniş ve zengin ifade sahası, çok farklı üstünlüğünü, bu melodiler ve onların icrasında beliren ritmlerin özel bir serbestlikle tertiplenişi ve nihayet lirik şiire has bir tatlılıktan gelişerek enerji dolu hamlelere kadar yükselen ifade kudreti gibi vasıflarıyla, Chopin’in Fransız müziğinin ancak çok daha sonra varabildiği özelliklerin ilk hatlarını tespit etmek mümkündür.

Bu romantik sanatkar, devrin ve geleceğin birbirine karışan esrarlı ışığı altında, milletleri birbirinden ayoran sınırların üstündedir. Buna rağmen derin bir hisle öz yurduna daima bağlı kalmıştır. Kendisinden önce konser salonlarında görülen Mazurka ve Polonezleri folklöe nevinden çıkarak şümullü bir sanat seviyesine yükselten odur. Bununla birlikte, prelüd ve noktürnleri (lirik bir ilhamdan doğan tasvirler) şeklinde vasıflandırılabilir. Buluş ve yapılış bakımından son derece zengin olan etüdleri bile bütün teknik güçlüklerine rağmen asıl etüd kalıbından çıkmış, irticalen çalmanın verdiği ilhamdan yine şümullü bir seviyeye yükseltilmiş harikalardır. Ancak kısa süren parçalarda değil, gelişme alanı ırticalen çaldığı anların yaratıcı kudreti yer yer hissedilir. Bunun için münhasıran piyano tesirlerine bağlı kalmayan liedleri ikinci planda kalmakta, her iki piyano konçertosunu da diğer eserleri arasında ayrı bir durum arzetmektedir.

Hastalık, vatan hasreti ve daimi özleyişlerin gölgesinde geçen hayatı, romana benzeyen yazılarda, sahte bir (şairliğin) konusu olmaktan kurtulamamıştır. Gerçekte, istidadı küçük yaşta beliren ve genç yaşta olgunlaşan bu sanatkar da çalışma yolunu tutmak zorunda kaldı. Beethoven’in öldüğü sene Joseph Elsner’in öğrencisi olarak Varşova’da umumi dikkat ve ilgiyi üzerine çekti. Viyana’da kaldıktan sonra (Temmuz İhtilali) sırasında Paris’e geldi. Orada piyanist olarak şöhret yaptı ve adı Avrupanın her tarafına yayıldı. Besteciliği de orada gelişti ve yükseldi. Bir yıl ölüm derecesinde hastalık çektikten sonra Paris’te öldü. Daha önce ölüm korkusu ile Majorka adasına çekilmişti.

Chopin’in yeni bir (fikri aristokrasisi)nin temsilcisi olarak gören Schumann genç besteciyi sonsuz takdir ifade eden şu sözlerle alenen selamlıyordu: (Şapkalarınızı çıkarın baylar, bir dahi geliyor. Şair olmak için kocaman ciltler doldurmak gerekmez; bir iki şiirle bu ünvana layık olabilirsin. Chopin de böyle şiirler yazmıştır).

İgor Stravinsky

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Tam adı İgor Fyodoroviç Stravinski olan Rus asıllı besteci Stravinsky, 17 Haziran 1882’de, Rusya’da dünyaya geldi. Kiev ve Petersburg operalarında ünlenmiş yetenekli bas şarkıcı Fyodor İgnatiyeviç Stravinski’nin dört oğlundan üçüncüsü olan Stravinsky, küçük yaşta müziği sevmiş; babasının evdeki provalarını dinlemiş; dokuz yaşında piyano, ardından da armoni ve kontrpuan derslerine başlamıştır. Ama müziğe yatkınlığına karşın, ailesinin müziği meslek seçmesine izin vermemesi üzerine ceza hukuku ve hukuk felsefesi öğrenimi için Petersburg Üniversitesine’ne gönderildi. Üniversiteyi Rimski-Korsakof’un oğluyla birlikte okudu, bu arada müzik ilgisi kompozisyona yöneldi. 1902 yazında

Rimski-Korsakof ile tanıştı. Ertesi yıl Rimski-Korsakof’tan özel ders almaya başladı ve üç yıl kadar (1903-06) ders almayı sürdürdü. Rimski-Korsakof’la sürekli tartıştığı kompozisyonları, gene onun aracılığıyla Petersburg’da özel ya da halka açık konserlerde seslendirildi. Mi-bemol majör Senfoni’nin (1905-07) yanı sıra, Rimski-Korsakof’un kızına düğün armağanı olarak yazdığı “Feyervek” de (1908; Havai Fişekler) bu tür konserlerde çalındı. Bu son yapıt seslendirilmeden hemen önce ölen ustasının anısına yazdığı cenaze ağıtı (1908) ise Petersburg’da çalındı, ama müziği günümüze ulaşmadı. 1905’te üniversiteden mezun olan Stravinsky, 1906’da kuzeni Yekaterina Nossenko’yla evlendi. 1907’de oğulları Theodore, ertesi yıl da kızları Ludmilla doğdu.

6 Şubat 1909’da Petersburg’da Stravinsky’nin “Peyerverk” ve “Scherzo Fantastique” (1907-08) adlı orkestra parçasını dinleyen emprezaryo Sergey Diaghilev, ondan Rus Balesi’nin 1909 sezonu için çeşitli bale müziklerinin orkestra düzenlemesini yapmasını istedi. 1910 sezonu içinde yeni bir bale müziği ısmarladı. Böylece ortaya çıkan “Jar-ptitsa”nın (L’Oiseau de feu; Ateş Kuşu) 25 Haziran 1910’da Paris Operası’ndaki büyük başarısı üzerine Stravinsky, piyano ve orkestra için yazmaya başladığı “Konzertstück”ü (Konser Parçası) Diaghilev’in de ısrarıyla baleye uyarladı; “Petruşka” adlı bu yapıtı Rus Balesi 1911-1913 arasında tamamladığı “Lesacre du printemps” (Vesna suyaşçennaya; Bahar Ayini) adlı bu çalışmasının dinamik müziği 29 Mayıs 1913’te Paris’in Champs Elysees Tiyatrosu’ndaki ilk gösteride büyük bir skandala yol açtı.

1908-1909 yıllarında başladığı, Hans Christian Andersen’in “Bülbül” masalına dayanan kısa operası ise, 1913’te sahneleneceği Moskova Özgür Tiyatrosu’nun dağılması üzerine Diaghilev tarafından uyarlanarak Rus Balesi’nin 1914 yaz programına alındı. Stravinsky o yaz başladığı “Les Hoces” (Svadebka; Düğünler) adlı bale kantatını Rus köylü temaları ve töreleri üzerine kurmaya karar verdi. Savaşın araya girmesiyle ancak 1917’de tamamlayabildiği kompozisyonun orkestra düzenlemesini 1923’e değin bitiremedi. Rus Balesi’yle ilişkileri yüzünden 1910-14 arasında Rusya’da fazla kalamamıştı. Savaş yıllarını ise tümüyle İsviçre’de geçirdi. Ailesinin vereme yatkınlığı da İsviçre iklimini çekici kılıyordu. İkinci oğlu Soulima 1910’da Lozan’da, ikinci kızı Milena 1914’te Leysin’de doğdu. “Bahar Ayini”nin bazı bölümleriyle Solovey de (Bülbül) İsviçre’de yazıldı.

Savaş ilerledikçe Stravinsky yalnızca Rusya’dan değil, Rus Balesi’nden ve merkezi Berlin’de bulunan müzik yayımcısından da koptu. Savaş sırasında yazdığı kompozisyonların birçoğu için Cenevre’de bir yayımcı buldu. İsviçreli romancı Ferdinand Ramuz’la birlikte gezginci küçük bir tiyatro için, “okunacak oynanacak ve dans edilecek” eğlendirici “L Histoire du soldat”yı (Askerin Öyküsü) yazdı.

Savaş bitince Fransa’ya yerleşerek yaklaşık 20 yıl (1920-39) çeşitli Fransız kentlerinde oturdu. Bu yıllar da müziğinde de köklü bir değişikliğe giderek önceki üslubunu belirleyen Rus öğeleri yerine yeni-klasik anlatımı benimsedi. Ama yepyeni bir tarzda yazabilmek için büyük çaba göstermek zorunda kaldı ve ancak “örnekleme, deneme ve birleştirme” yılları dediği uzun çalışmaların ardından, önceki büyük yapıtlarıyla boy ölçüşebilecek “Oedipus Rex” (1927; Kral Oedipus) ve “Lasymphonie de Psaumes” (1930; Mezmurlar Senfonisi) gibi yeni yapıtlar verdi.

Savaştan hemen sonra Stravinsky, Rus Balesi’yle yeniden, ama bu kez çok daha gevşek bağ kurdu. Diaghilev’in isteği üzerine 1920’de Giovanni Battista Pergolesi’nin müziğine dayanan “Pulcinella” (1920) bale düzenlenmesini yaptı. Bu topluluk için yazdığı son bale “Apollon Musagete” (1928; Musaların Başı Apollon) oldu. Ertesi yıl Diaghilev öldü ve topluluk dağıldı.

Rusya’daki mülklerini yitiren Stravinsky, gelir sağlamak için yan uğraş olarak piyanistliğe ve orkestra şefliğine yöneldi. Piyano ve nefesli çalgılar için konçerto (1923-24), piyano için Sonat ((1924), piyano için La Majör Serenat (1925), piyano ve orkestra için Capriccio (1929), iki solo piyano için Konçerto (1935) gibi bazı yapıtlarını da solocu olarak kendisi için yazdı. Daha çok Avrupa’da turneye çıktıysa da üç kez Kuzey Amerika’ya (1925, 1935 ve 1937) bir kez de Güney Amerika’ya (1936) gitti. Bu arada bale müziği yazmayı da sürdürdü. Rus dansçı Ida Rubinstein’ın 1920’lerin sonunda oluşturduğu topluluk için iki bale müziği yazdı. Bunlardan “Le Baiser de la Fee”yi (1928; Perinin Öpüşü) Çaykovski’nin piyano ve vokal müziğinden seçmeler üzerine kurdu. “Persephone”daysa (1934) Andre Gide’in bir şiirini temel aldı. Ardından, yeni kurulan Amerikan Bale Topluluğu için “The Card Party”yi (1937; İskambil Partisi) yazdı.

1938’de büyük kızı veremden ölen Stravinsky, 1939’da da karısını ve annesini kaybetti. II. Dünya Savaşı başlayınca Harvard Üniversitesi’nin çağrısını kabul ederek 1939-40 öğretim yılında müzik konferansları vermek üzere ABD’ye gitti. 1940’ta yıllardır tanıdığı oyuncu Vera de Bosset’yle evlendi. Hollywood’da bir ev satın alarak çeyrek yüzyıldan fazla karısıyla orada yaşadı.

Savaş yıllarında “Do Majör Senfoni” (1938-40)ve “Üç Bölümlü Senfoni” (1942-45) adlı iki önemli senfonik yapıt besteledi. 1920’de yazdığı “Nefesli Çalgılar Senfonileri”nde kullandığı Rusya dönemine özgü müzik ögelerinin yerine, “Do majör Senfoni”de yeni klasik ilkelerin senfoni formunda bir özetini verdi. “Üç Bölümlü Senfoni”deyse konçerto ve senfoninin temel özelliklerini başarıyla birleştirdi. 1948-51 arasında “The Rake’s Progress” (Ahlaksızın İlerlemesi) adlı yeni-klasik operası üzenrinde çalıştı. Librettosunu W. H. Auden ile Chester Kalman’ın yazdığı bu operayı bitirince, 1939’dan beri ilk kez Avrupa’ya dönerek yapıtının Venedik’teki Teatro la Fenice’deki ilk sahnelenişini yönetti.

“The Rake’s Progress”i yazarken asistan olarak Hollywood’daki evine çağırdığı genç ABD’li müzikçi Robert Craft’ın serial müziğe yakınlığı, Stravinsky’nin artık kendisine dar gelen yeni-klasik tarzı aşmasına yardımcı oldu. O sıralar henüz pek tanımadığı Anton von Webern’in, Arnold Schoenberg’in ve Alban Berg’in müziğini dikkatle inceleyen Stravinsky, başlangıçta tonal müzik çatısı içinde bazı çekingen serial müzik denemeleri yaptı. Daha büyük ölçekli yapıtlar olan “Canticum Sacrum” (1955; Kutsal Kantik) ve “Agon” (1953-57) balesinde modal ve tonal bir müzikle başladıktan sonra tümüyle serial bir yapıya geçiyor ve sonunda başlangıçtaki modal ve tonal müziğe dönüyordu.

Tümüyle serial kompozisyonlarından ilki olan “Thereni”yi (1958; Threnoslar), Rusya ve yeni-klasik dönemlerinin başyapıtları kadar önem taşıyan “Movements” (1959), “Variations” (1964; Çeşitlemeler) ve “Requiem Canticles” (1966; Requiem Kantikleri) izledi. Bu tarihten sonra sağlığı bozulan Stravinsky, gitgide daha az yazmaya başladı, ama 1970’te bile hâlâ Bach’ın bazı prelüd ve füglerinin çalgı için transkripsiyonlarını yapıyordu.

Stravinsky, 20. yüzyıl müziğine büyük katkıda bulunmuş, kendine özgü eleştirel tutumu özellikle ölçü, tempo ve ses gürlükleri açısından önemli sonuçlar doğurmuştur. Bileşik ölçülü asimetrik kalıpları araştırmış, müzik cümlelerinde kullandığı figür ve motifleri uzatarak ya da çıkararak simetrik cümleleme geleneğini yıkmıştır. Müziğe yeniden kazandırdığı şaşmayan vuruş duygusu birçok bestesinin dansa uygun düşmesini sağlamıştır.

Bazısı ortak çalışma ürünü birçok kitabı da yayımlanan Stravinsky, 6 Nisan 1971’de ABD’nin New York eyaletinde hayata veda etti ve Venedik’te San Michele Adası’nda toprağa verildi.

DİĞER ÖNEMLİ YAPITLARI

Operalar: Mavra (1922).
Sahne müziği: Renard (1916; Tilki), Tufan (1962).
Ses Müziği: Yıldızlar Kralı (1911), Babil Kulesi (1944), Missa (1948), Kantat (1952), Bir Vaaz, Bir Anlatı, Bir Dua (1961), İbrahim ve İshak(1963).
Orkestra Yapıtları: Circus Polka (1942), Od (1943).
Bale Sahneleri (1944).
Konçertolar: Re Majör Keman Konçertosu (1931), Dumbarton Oaks (1938), Ebony Concerto (1945), Yaylı Çalgılar İçin Re Majör Konçerto (1946).
Oda Müziği: Yaylı Çalgılar Dörtlüsü İçin Üç Parça (1914), Solo Klarnet İçin Üç Parça (1919), Yaylı Çalgılar İçin Konçertino (1920), Nefesli Çalgılar İçin Sekizli (1923), Duo Concertant (1932), Eleji (1944), Yedili (1952), Çiftli Kanon (1959).
Piyano Yapıtları: Piano Rag-Music (1919), iki piyano için sonat (1944).

Selahattin Pınar

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Selâhaddin Pınar, 22 Ocak 1902 tarihinde İstanbul’da doğdu. Babası eski hukukçulardan Sadık Bey’dir. İlkokulu okuduğu yıllarda Sadık Bey, Çal’a tayin olduğundan Selâhaddin Pınar ilk öğrenimini burada tamamladı. Buradan sonra sırasıyla önce Saros adasına, sonra Edirne’ye tayin oldular. Ortaokulu burada okuduktan sonra 1918 yılında İstanbul’a geldiler. Babası oğlunun ciddi bir öğrenim görmesini istiyordu. Bu mümkün olamadı; çünkü o mûsıkîşinas olmağa karar vermişti. Bir süre İtalyan Ticaret Okulu’nda okudu ise de yarıda bıraktı. Musıkî çalışmalarına on iki yaşında iken, Udî Sami Bey’den Ud dersleri alarak başladı. 1920 yılında kurulan, daha sonra “Üsküdar Musıkî Cemiyeti” adını alacak olan “Darü’l-Feyz-i Mûsıkî”nin kurucuları arasında bulundu. Burada Telgrafçı Ata Bey, Udî Sami Bey, Tanburî Cemil Bey’in öğrencilerinden Kadıköylü Fuad Bey gibi kimselerle ciddi çalışmalar yapılırdı. Üsküdar Mûsıkî Cemiyeti olduktan sonra bu çalışmalara Necati Tokyay, Emin Ongan, Şükrü Tunar, Hâfız Burhan ve daha nice isim yapmış ve yapacak olan sanatkârlar katılmıştı. Bestenigâr Ziya Bey, Mızıkalı Celâl Bey, Udî Sami Bey, Hanende Hüsameddin Bey, Kâzım Uz ve Ali Rifat Çağatay hoca olarak görev yapıyordu. Selâhaddin Pınar bütün bu hocaların çeşitli yönlerinden yararlandı. 1919 yılında Tanbur çalmağa yöneldi. Udî Selâhaddin Bey’likten ayrılmış, tanburî Selâhaddin Pınar olmuştu. Aynı zamanda kendine özgü bir uslûp ve boğuk sesi ile okurdu. Bestekârlığa on sekiz yaşlarında başladı. İlk eseri sözleri adliyeci Senihî’nin olan Kürdilihicazkâr makamından ve aksak usülünde bestelediği “Mülkün ne yaman şule-i ikbâli karardı” güfteli şarkısıdır. En çok bu makamı sevdiğini her fırsatta dile getirdiğini yakınları bilirlerdi. Yıllar ilerledikçe mûsıkî repertuvarımıza birbirinden güzel şarkılar hediye etti. Çok temiz giyinen, zarif, efendi, güzel ve esprili konuşan Selâhaddin Pınar gerek mûsıkî çevreleri nde, gerekse dostları arasında sevilen, sayılan bir kimseydi. Ölümünden iki yıl önce Bursa’da ciddi olarak hastalanmış, bir kalp krizi geçirmişti. Pınar, 6 Şubat 1960’da Todori’nin lokantasında, yanında söz yazarı Selim Aru olduğu halde, yemek yemek üzereyken yine bir kalp krizi sonucu öldü.

Yıldırım Gürses

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

21 Ocak 1939 yılında Bursa’da doğdu. Bursa Erkek Lisesi’ni bitirdikten sonra Ankara İktisadi Ticari İlimler Akademisi İşletme Bölümü’nü bitirdi. Sanat hayatına 1951 yılında Bursa Ses Kralı seçilerek başladı.

1959’da da Üniversitelerarası Ses Kralı seçildi. 1961 yılında kendisi gibi ses sanatçısı olan Ayla Gürses’le evlendi. Bu evlilikten Beyazıt adını verdiği bir oğlu dünyaya geldi. 1961 yılında Devlet Opera imtihanına girdi ve birinci oldu. Operada da 7-8 ay çalıştıktan sonra ayrıldı. 1965 yılında Hürriyet Gazetesi’nin düzenlediği Altın Mikrofon yarışmasını kazandı.

350’ye yakın bestesi olan sanatçının ünlü besteleri arasında “İçime Hüzün Doluyor”, “Gençliğe Veda”, “Son Mektup”, “Aşkın Bahardır”, “Senin Aşkına Doyum Olmaz”, “Gurbet”, “Bir Garip Yolcu”, “Feryat”, “Eller”, “Affetmem Asla Seni”, Güller Ağlasın”, Sonbahar Rüzgarları”, “Sarsam Seni Gül Dudaklım”, “Liseli Kız”, “Mazideki Aşk” bulunuyor.

Yıldırım Gürses 18 Kasım 2000 yılında öldü.

Özay Gönlüm

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

1940’ta Erzincan’da dünyaya geldi. 16 yaşında Cumhuriyet Dönemi’nin en ünlü türkü derleyicisi olan Muzaffer Sarısözen’le tanıştı. Ankara Radyosu Yurttan Sesler programıyla sanat dünyasına adım attı. Belli bir süre Milli Eğitim Bakanlığı Film Radyo Televizyon Merkezi’nde çalıştı. 1966’da ‘yetişmiş saz sanatçısı’ olarak Ankara Radyosu’nda çalışmaya başladı.

Özellikle Denizli yöresinin türkülerini, sesi ve sazı ile mikrofonlara taşıdı. Çalıp söylediği Ege türküleri kadar, taklit yeteneği, şovmenliği, fıkraları ve mahalli Denizli şivesiyle folklara zenginlik kattı.

1960’larda sahneye de çıkan sanatçı, 1973’ten itibaren sistemli şekilde İzmir Fuar’ında sahne aldı. Başta Zeki Müren olmak üzere pek çok ünlüyle aynı sahneyi paylaştı. Bir Yeşilçam filminde başrolde oynadı. TRT’de, tarıma ve çocuklara yönelik programlarda yer aldı. Kültür Bakanlığı Halk Müziği Geliştirme Merkezi’nde (Hagem) Repertuvar Kurulu üyeliği yaptı. Son televizyon programı ise TRT-1’deki ‘Türk Halk Müziği İstekleri’ oldu.

Radyo oyunlarında ve tiyatrolarında roller alan Özay Gönlüm, radyo ve TV’lerde yayınlanan ‘Nineden Mektuplar’ tiplemesiyle çok sevildi. ‘Çöz de Al Mustafa Ali’ türküsünü, ‘Fişini de Al Mustafa Ali’ diye seslendirerek halkı fiş toplamaya davet etti.

Avrupa, ABD, Avustralya, Çin ve Hindistan’da konserler veren Özay Gönlüm, Kütahya ve Denizli başta olmak üzere 3400’den fazla türkü derledi. Özellikle, ‘Denizli’nin Horozları’ (Çil Horoz), ‘Çöz de Al Mustafa Ali’, ‘Asmam Çardaktan’, ‘Cemile’min Gezdiği Dağlar Meşeli’, ‘Osmanım’ın Mendili’, ‘Evlerinin Önü Bulgur Kazanı’, ‘Şu Dağlar Tepe Tepe’ türküleriyle tanınıyordu.

Türküleriyle 34 yıldır gönülleri fetheden Özay Gönlüm, 2 yıl akciğerler rahatsızlığıyla yaşadı.Ankara Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları Kliniği’ne tedavi amacıyla yattı. Ancak hastalığa yenik düşerek 2 Mart 2000’de hayata gözlerini yumdu.

Cahit Berkay

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

3 Ağustos 1946’da Isparta’da doğdu. 1959’da ailesi ile birlikte İstanbul’a gelen Berkay, liseyi İstanbul Kabataş Lisesi’nde bitirdi. Daha sonra İstanbul Üniversitesi, İktisat Fakültesi’nde yüksek eğitimini tamamladı.

Müzik hayatına, 1962 yılında Siyah inciler grubunda başladıktan sonra, 1964’te Selçuk Alagöz’ün grubunda profesyonel oldu. Moğolları kuran ilk kadroda yer aldı. Grupta akustik elektrik gitar, yaylı tambur, ıklığ, bağlama çalıyordu. 1974’de sinema dünyasına giren Berkay, Moğollar dışında yıllardır film müzikleri yapıyor.

1978’de”Fırat’ın cinleri”, 1982’de”Kırık bir aşk hikayesi”, 1991’de”Gizli yüz” filim müzikleri ile Altın Portakal ödülünü aldı. 149 film, 58 dizi ve 10’un üzerinde belgesel müziği yapan Cahit Berkay, 1997’de, film müzikleri albümleri serisinin birincisini yaptı. 1998’de Film müzikleri volüm 2 , 200’de de, Film müzikleri volüm 3’ü yaptı.

Dido

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

Dido, ünlü “Faithless” grubunun simgesi ve başarılı müzik yapımcısı Rollo’nun kardeşi olarak 25 Aralık 1971’de, Londra’da dünyaya geldi. İlk enstrümanı ses kayıt cihazı, İlk gittiği konser ise bir Santana ve Pat Metheny performansıydı. 10 yaşında Londra Guildhall Müzik Okulu’na girdi. Kısa sürede kendini gösteren, piyano ve kemandaki yeteneğiyle dinleyenleri kendine hayran bırakan Dido, yirmili yaşlarında adından iyice söz ettirmeye başlayacak ve alçakgönüllülüğünden hiçbir şey kaybetmeden tüm dünyanın tanıdığı bir yıldız olma başarısını gösterecekti.

Dido, amatör müzisyenlerle çalışmalar yaparken bir yandan da ağabeyinin albüm koleksiyonundan faydalanarak çeşitli müzikal öğeleri analiz etmeye çalışıyordu. Londra tabanlı birkaç grupta vokallik yaptıktan sonra Rollo’nun projesi olan “Faithless” topluluğuna katıldı. “Reverence” isimli albümleriyle inanılmaz bir başarıya ulaşmalarının ardından, Dido katkılı vokalleriyle 1,5 sene boyunca dinleyenlerini büyülemeye devam ettiler. Dido, grubun ikinci albümüne de önemli katkılar sağladı ve kendi şarkılarını yazmaya başlayarak solo kariyeri için de olumlu bir adım atmış oldu. Bu dönemde kaydettiği demolar, Cheeky ve Arista kayıt şirketleri tarafından 1999’da yayınlandı.

Genç şarkıcı, akustik pop ile elektronik tabanlı müziği bir araya getirip güçlü sesiyle ustaca şekillendirdiği parçalarını aynı yıl bir albümde topladı. Bu ilk albüm, “No Angel” adını taşıyordu. Arista Kayıt Şirketi etiketiyle 99 yazında piyasaya sürülen ve BMG tarafından çok sayıda ülkeye dağıtımı yapılan çalışma, derin duygularla dolu “Here With Me”, dokunaklı melodilere sahip “Thank You” ve ilginç sözleriyle dikkat çeken “Don’t Think of Me”nin de içinde bulunduğu birbirinden güzel 12 şarkıyla müzik eleştirmenlerinin beğenisini kazandı. Enstrümental çeşitliliğin üst düzeyde tutulduğu ve birkaç müzik türünün bir arada uyumlu biçimde işlendiği “No Angel”ın yapımcılığını, şarkıcının ağabeyi Rollo, Rick Nowels, Duncan Bridgeman ve Sister Bliss üstlendi.

Albümde yer alan “Here With Me” adlı parça, Amerikan televizyonlarının ünlü dizisi Roswell’de çalınmaya başlarken “Thank You” ise, baş rolünü Gwyneth Paltrow’un oynadığı “Sliding Doors” filminin tema müziği olarak kullanıldı. Şarkıcıya basının gösterdiği ilginin şaşırtıcı derecede artması, Eminem’in “Stan” isimli single çalışması için yorumladığı “Thank You” adlı parçanın çıkışıyla gerçekleşti.

Ülkemizde de büyük ilgi gören ve haftalarca listebaşı olmayı başaran Dido, 30 Eylül 2003’te ikinci albümü “Life For Rent”i (“Kiralık Hayat”) çıkardı. Albüm; akustik gitarlarda Adam Zimmon, Paul Herman, gitar ve klavyede Rick Knowles, gitarda Rusty Anderson, Dave Randall, piyano, klavye ve programda Sister Bliss, klavye ve perküsyonda Mark Bates, basta Aubrey Nunn, davullarda Andy Treacy, Mako Sakamoto, perküsyonda Carlos Paucar ve geri vokallerde Pauline Taylor’ın katkılarıyla kaydedildi.

Hayranlarının sabırsızlıkla beklediği “Life For Rent”, çıkışının ardından birbirine zıt çok sayıda tepkiyle karşılaştı. “No Angel”dakilere oranla daha ağır ve yoğun birer yapıya sahip olan şarkılar, bir kesim tarafından ‘sıkıcı ve bunaltıcı’ olarak nitelendirilirken, hatrı sayılır bir kitlenin de büyük beğenisini kazandı. Şarkı listesinin başında bulunan ve albümde video klibi çekilen ilk parça olan “White Flag”, Dido’ya 2004 Grammy Ödülleri’nde “En İyi Kadın Pop Vokal Performansı” dalında adaylık kazandırdı.

Yorumların yönü ne olursa olsun Dido; etkileyici sesi, özgün müziği ve olgun kişiliğiyle popüler müziğin önemli kadın şarkıcıları arasındaki yerini aldı. Onun müzik piyasasındaki kalıcılığını gelecekte yapacağı çalışmaların kalitesi belirleyecek.

Sezen Aksu

Cumartesi, Haziran 30th, 2012

13 Temmuz 1954 yılında Sarayköy, Denizli’de doğdu. Ziraat fakültesindeki öğrenimini yarıda bıraktı. Profesyonel olarak müzikle ilgilenmeye başladı. İlk 45’liği “Haydi Şansım/ Gel Bana” 1975 yılında çıktı. Aynı yıl içerisinde “Yaşanmamış Yıllar/ Kusura Bakma” isimli ikinci 45’lik plağı yayınlandı. Sezen Aksu bir dergiye verdiği röportajda, iki plağını amatör bulduğunu ve gerçek çıkışını üçüncü plağı “Olmaz Olsun/ Vurdumduymaz” ile yapacağını söyledi, dediği gibi de oldu. “Olmaz Olsun/ Vurdumduymaz”, 1976 yılının müzik listelerinde uzun süre bir numaradaki yerini korudu. Yorumculuğu kadar besteci ve söz yazarı kimlikleriyle dikkatleri üzerinde toplayan Sezen Aksu’nun 1976’da çıkan diğer 45’likleri “Kaç Yıl Geçti Aradan” ve “Kaybolan Yıllar” oldu. 1978’de Hurşid Yenigün’ün iki bestesine söz yazan sanatçı, “Gölge Etme/ Aşk” isimli 45’liğini piyasaya sundu. Artık Sezen Aksu’nun müzik listelerinde haftalarca bir numarada kalması kimseyi şaşırtmıyordu. Yine bu yıl içerisinde, şu anda piyasada bulunan en eski Sezen Aksu yapıtı olma özelliğini koruyan “Serçe” kaseti piyasaya çıktı. Bir yıl sonra “Serçe”yi “Ağlamak Güzeldir” izledi. İlk kez 1979’da sinema oyunculuğu denedi. 1982’nin ilk haftası Şan Müzikholü’nde “Sezen Aksu Aile Gazinosu” adlı müzikali sahneledi. Müzikalde yedi ayrı tipi canlandıran sanatçı, Adile Naşit, Şener Şen, Ayşen Gruda, Altan Erbulak gibi usta tiyatro oyuncuları ile aynı sahneyi paylaştı. 1984 yılında yayınlanan “Sen Ağlama” çalışması, TRT denetiminden ancak bir sonra geçtiğinde şarkıları geneş kitlelere ulaştı. Bu sırada Minik Serçe, oyunculuk yeteneğiyle de önplandaydı. 1986’da sahnelenen “Bin Yıl Önce Bin Yıl Sonra” müzikalinde oynadı. Aynı yıl çıkan “Git” albümü piyasaya çıkar çıkmaz büyük bir ilgi gördü ve albümün hemen hemen bütün şarkıları hit oldu. Daha sonra yayınlanan “Sezen Aksu’88” isimli çalışmasını “Sezen Aksu Söylüyor” takip etti. 1991 yılında “Gülümse” de, diğer albümleri gibi büyük ilgi uyandırdı. Hatta albümdeki şarkılardan “Hadi Bakalım”ın single’I Avrupa’da yayınlandığında, klibi olmamasına rağmen iyi bir satış grafiği yakaladı. Sezen Aksu, yoluna müzikalite açısından kusursuz albümler yapmak üzere devam etti. “Deli Kızın Türküsü” (1993) farklı tarzdaki Sezen Aksu albümlerinin ilki oldu. “Küçüğüm”, “Masum Değiliz”, “Kalbim Ege’de Kaldı” gibi şarkılar bu çalışmada yer aldı. Çoğunlukla aşkı anlatan şarkılar yazan, besteleyen ve söyleyen Sezen Aksu, özellikle “Işık Doğudan Yükselir” (1995) isimli albümüyle müziğindeki farklılaşmayı sürdürdü. Sanatçı bu kez Anadolu’nun dört bir yanındaki ezgilerle kendi müziğini sentezledi. 1996 yılında vefat eden Onno Tunç’a ithafen, aynı yılın yaz ayında “Düş Bahçeleri”ni çıkardı. Bu albümde, altı yıl süresince vokalistlerine albümleri için verdiği şarkılarını yeniden yorumladı. 1997’de Goran Bregovic ile birlikte çalıştığı ve Balkan ritminde şarkılardan oluşan “Düğün ve Cenaze” yayınlandı. Farklılaşan müzikal çizgisine karşılık “eski Sezen şarkıları” isteyen hayranlarını kırmayarak 1998’de “Adı Bende Saklı” isimli albümünü yaptı. Sanatçının en son yayınlanan çalışması ise “Deliveren” oldu. Bugüne kadar 16 albüm ve 500’den fazla şarkı yapan “Minik Serçe” ve “Ana Kraliçe” gibi unvanlara sahip sanatçı, Türk pop müziğinin en güçlü seslerinden biri. Ayrıca, bir zamanlar vokalistliğini yapan Aşkın Nur Yengi, Harun Kolçak, Levent Yüksel, Sertab Erener gibi isimleri de pop müziğimize kazandırdı.