Djivan Gasparyan

Djivan Gasparyan 12 Ekim 1928’de Ermenistan’ın Ahta bölgesinin Solag köyünde dünyaya geldi. Küçük yaşta evin geçimine katkıda bulunmak için çalışmalara başladı, fakat aklı hep duduktaydı. “Sessiz filmler yerel müzik eşliğinde gösterilirdi. Duduk’u ilk kez sinemada dinledim. Bir taraftan da ailemin geçimine yardımcı olmak zorundaydım. Topladığım şişeleri satarak ilk duduğumu aldım. Altı yaşındaydım, çalmayı kendim öğrendim. Çocuk grubundan sonra Gomidas Konservatuarı’na girdim. Master ve pedagoji eğitiminden sonra konservatuarda eğitim görevlisi oldum.”

Djivan Gasparyan 1946’dan 1982’ye kadar Tatul Altunyan Halk Müziği ve Oyunları Topluluğu’nda solist olarak yer aldı. Yapımcı-müzisyen Brian Eno 1989’da Moskova’da Melodia plak şirketinin stüdyolarında Sovyet halklarının müziklerini incelerken; Djivan Gasparyan’ın müziği ile karşılaştı. Çok etkilenen Eno, Gasparyan’ı Londra’ya çağırdı. Gasparyan’ın yurtdışında yayınlanan ilk albümü “I will not be sad in this world” bu dönemde kaydedildi.

Gasparyan bu albümden sonra dünyanın en ünlü senfonik orkestraları ve Peter Gabriel, Lionel Ritchie, Michael Brook gibi tanınmış müzisyenlerle çalıştı. Avrupa ve Amerika’da pek çok albüm yayınlandı. “Ronin”, “Gladyatör” gibi pekçok filmde müzikleriyle yer aldı.

Djivan Gasparyan: Çok küçük yaşlarımda Ermenistan’da sessiz filmler vardı. Bu filmlerin hepsine giderdim. Sinema salonunun ilk sırasında hep müzisyenler, duduk çalanlar otururdu. Filmin hüzünlü yerlerinde hüzünlü melodiler, mutlu anlarında mutlu melodiler üflerlerdi. 0 heyecan bana duduğu sevdirdi. Orada ilk tanıştığım ustalardan biri Markar Markaryan’dı. Sanırım 1943 yılıydı. Bana bir duduk vermesini rica ettim. Şöyle bir boyuma baktı, “senin boyun ne posun ne, sen önce okula git. Anan baban yok mu senin?” dedi. Annem o yıllarda vefat etmişti. Babamsa ordudaydı. Ben tek başımaydım. Baktı ki çok ısrar ediyorum, çıkardı cebinden bir duduk verdi bana.

Ailenizde müzisyen, duduk çalan var mıydı?
Babam iyi şarkı söylerdi ama profesyonel değildi. 1920’de ölen ünlü bir aşık vardır Ermenistan’da, Aşuk Civani derler adına. Babam onun adını koymuş bana.

Ermenistan’daki aşıklık geleneği Anadolu’dakine benzer mi?
Bizde de aynen Anadolu’daki gibi aşıklık geleneği var. 15-20 yıl öncesine kadar bu gelenek sürüyordu. Gezgin aşıklarımız vardı. Aşuk Aşod, Sayat Nova, Havasi, Şahen bunlardan birkaçıydı. “Aşık”ın bizim dilimizdeki karşılığı “kusan”. Yani kendi kompozisyonunu yapan, çalan, söyleyen kimse.

Oradaki aşıklar genelde hangi enstrümanları kullanıyor?
Genelde tar ve kamança kullanılır. Duduk pek görülmez.

Çocukluktan sonra nasıl geliştirdiniz duduk çalmayı?
Markaryan’dan duduğu aldıktan sonra altı ay gece gündüz tek başıma çalıştım. Sonra ustamın yanına gittim, bak dedim, ona biraz çaldım. Şöyle bir baktı bana, sonra sarıldı ve kafamdan öptü. Duduğu elimden aldı, cebine soktu, başka bir duduk çıkarttı, onu verdi. “Senden iyi bir usta çıkacak, bunu hiç bırakma” dedi. Sanırım 10 yaşında filandım. Yıllarca böyle kendi kendime çaldım. Ünlü kompozitör Tatul Altunyan’ın bir grubu vardı. Orkestrası, dans grubu olan, geleneksel müziğimizle ilgili bir yapıydı. Altunyan öldü, ama hâlâ aynı isimle devam ediyor bu çalışmalar. 16 yaşımdayken oraya gittim. Şimdi yapılan çalışmalar hep o günlerin kopyasıdır. O orkestrada 25 sene aralıksız duduk çaldım. Duduk dışında kanun, ud, saz, zurna, şivi, kamança, tar vardı orkestrada.

O kadar genç yaşta duduk çalışınız da epey gelişmişti herhalde…
Ermenistan’da ilk kez duduk çalanlarla ilgili bir yarışma düzenlendi o yıllarda. Duduk çalan herkes katılmıştı yarışmaya. Levon Madoyan adında bir ustamız vardı, bir tek onun eksikliği hissediliyordu. O yarışmada altın madalya kazandım. Altı uluslararası yarışmada duduğumla birincilik ödülü aldım. Duduk, bu yarışmalar sayesinde insanların ilgisini çekti. Dış ülkelere açıldı.

İlk katıldığım uluslararası yarışma Moskova’daydı. İsteyen istediği enstrümanla katılıyordu yarışmaya. Yaylı sazlar, üflemeli sazlar diye gruplar vardı. Sahneye ilk çıktığımda Gomidas’la başladım. Sayat Nova’dan bir parça çaldım. Sonra kendi doğaçlamamı yaptım. Üç aşamalı bir yarışmaydı. Hepsinde ayrı şarkılar çalacaksın. Yirmi dakika vaktin var. Birçok insan duduğu ilk kez duyuyordu. Sahneye çıkarken aklımda hep o vardı: İnsanlar duduğun sesini duyduklarında neler hissedecekler acaba diye düşünüyordum. Sahnede son notaya bastıktan sonra öyle bir kaçışım vardı ki…

Çok heyecanlanmıştım. Utanmıştım. Kimsenin beni anlamadığını düşündüm. Bir oktavlık bir enstrüman vardı elimde. Ezilmiştim. Kuliste “Gasparyan, Gasparyan” diye bağırmaya başladı biri. Ben bir köşeye sinmişim, kimseyi duymuyorum oysa. Jüri başkanı Seyit Rüstemov’un beni çağırdığını söyledi. Azerbaycan Radyosu’nun kompozitörlerinden, Azeri müziğinin ustalarından biriydi Rüstemov. Duduğu anlatmamı istediler benden. Anlattım. Azeri mugamlarından (makamlarından) çargah çalmamı istediler. Gençtim ama kulağımda çargah vardı, hemen çalmaya başladım. Çok yürekten çalıyorsun dediler ve birincilik ödülü verdiler. Bakü’de çalışıp çalışmayacağımı sordular. Ailemle ilgili birkaç nedenden dolayı gidemedim. Eğer gitseydim, çok şey öğrenirdim.

Azeri müziği de o yıllarda çok ileri seviyedeydi,değil mi?
Elbette. Azerbaycan’da çok büyük orkestralar vardı. Oradaki müzisyenlerden çok şey öğrendik, onlarla çok çalıştık. Sara Kadimova, Şevket Hanım, Muhammed Aley gibi pek çok büyük sanatçıları vardı. Onlar Erivan’a gelirdi, biz Bakü’ye giderdik. 1953 yılında Bakü’de 31 konser vermiştik grubumuzla. Hepsinde de dolu salona çalmıştık. Halk seviyordu böyle müzikleri. Halkların dostluğu pekişiyordu böylece.

Peki o yıllarda sadece duduğunuzla hayatınızı kazanabiliyor muydunuz?
Aileme bakabiliyordum. İyi kazanıyordum. İyi de harcıyordum. Bizde duduk çalanlar düğünlerden ve cenazelerden de para kazanır. Genç yaşlarımda düğünlere giderdim. Ama cenazelerde pek çalmadım. Taşkent, Erivan ve Bakü’de pek çok düğünde çaldım. Bir gece çalsam, bir araba alacak para kazanırdım neredeyse. Aslında para için çalmıyordum. Yeni insanlar tanımak için gidiyordum. Bakü’ye gidiyorsam, yanımdaki müzisyenleri oradan buluyordum. Bir konser gibi geçiyordu bütün düğün. 1970 yılından bu yana düğünlerde çalmıyorum. Sadece dostlanmın istekleri olduğunda çalıyorum. O zaman da doğalolarak para almıyorum.

O günlerden bugünlere bakınca Azerbaycan’la Ermenistan arasındaki ilişkiye nasıl bakıyorsunuz?
Çok üzülüyorum. O günlerde yapılan ortak konserlere, albümlere, eğlencelere bakıyorum, çok şaşırıyorum bugünkü duruma. Her iki ülke için de çok acı verici. Bugün bu ülkelerin bulunduğu siyasi, politik durumdan habersiz olan politikacılar var. Bence onların yaptıklarını halk kesinlikle kabul etmiyor. Hatta halkın bunları anlayabildiğini sanmıyorum. Sana her gün biri gelse, “git bu Ermenileri öldür”, “git bu Azerileri öldür” dese, televizyondan, radyodan akşama kadar böyle yayın yapsa, sen bunları dinleyen insanlarda suç arayabilir misin? Çocuklar okula “Azeri öldürün”, “Ermenileri öldürün” diye neden başlasın? Bir milletin topyekün “kötü Ermeniler”, “kötü Azeriler” diye nitelendirilmesi ne kadar yanlış. Böyle hatalar her iki devletin politikacıları tarafından da yapılıyor.

Ben şimdi ikinizin de kim olduğunu bilmiyorum. Niye size durup dururken düşmanlık besleyeyim ki? Benim böyle şeylere aklım ermiyor. Bizim yapabileceğimiz en iyi şey sürekli dostluğumuzu pekiştirmektir. Biz bu işi sevgimizle, dostluğumuzla çözeceğiz. Biz biliyoruz ki, Anadolu’daki soykırım yıllarında Ermenileri öldüren Türkler kadar, Ermenileri savunan, ko-ruyan ve onlarla aynı kaderi paylaşan Türkler de var. Bunu inkar edemeyiz. Bu demektir ki, sokaktaki insanın böyle şeylerde suçu olamaz. Halklar birbirine düşman olamaz. Sadece politikalar birbirine düşman olur.

Peki Türkiye’den Ermenistan’a gelen sanatçılar var mıydı o yıllarda? Hatırladığımız kadarıyla Modern Folk Üçlüsü, Beyaz Kelebekler ve Emel Sayın o yıllarda Ermenistan’da konserler vermişti.

O yıllarda bir kadın şarkıcı gelmişti. İsmini hatırlamıyorum ama Türkiye’de çok ünlüydü. Sarı saçlı, güzel bir bayandı. Araksi Gürzadyan adında duduk çalan bir arkadaşım vardı. O da sahneye çıktı. Hicaz bir sanat müziği şarkısını okudu. Türk şarkıcı boynundaki kolyeyi Gürzadyan’a hediye etti. Bu konseri şimdi bile hatırlayanlar vardır. Türk sanat müziğinden pek çok şarkıyı çalar, söylerdik o yıllarda.

Ermeni müziğinde de bizdeki gibi sanat müziği, halk müziği ayrımı var mı?
Şöyle bir ayrım var: Kalitesi tartışılabilir, önemli ustalar çıkarmış iki form var. Birincisi “Estradain” adını verdiğimiz bir caz formu. Yemekli ortamlarda filan çalınan orkestra müziği. Bu müzikten çok büyük ustalar çıkmıştır. Caz orkestraları bir zamanlar çok ünlüydü. Gortçik Harutyunyan, Ardemi Ayvaryan gibi ünlü cazcıların “big band”leri vardı. Konstantin Orbelyan’ın Jazz Armenian orkestrası da çok ünlüydü. Sanırım Türkiye’ye de gelmişti bu orkestra. Eğlenceli müzikler yaparlardı. İkinci olarak “Rabiz” dediğimiz ve sizdeki taverna müziğine denk düşen müzik geleneği vardır.

Tüm bu müziklerin içinde kendinizi geleneksel müzikler yapan bir müzisyen olarak mı görüyorsunuz?
Ben tüm bu müzikler içinde hepsine kendimi yakın hissettim. Gönlüm hep iyi müziklerden yana oldu. İyi ustalara hep yakın durdum. Çünkü onlardan öğreneceğim çok şey vardı. Benim kartvizitimde “halk müziği sanatçısı” yazar. Zaman içinde pek çok farklı müziğe çaldım. Mesela ben çalmadan önce caz orkestralarının içinde duduk çalan yoktu. Avrupa ve Amerika’da pek çok müzisyenle çalıştım.

Sanırız bu müzisyenerden ilk önce Brian Eno’yu tanıdınız…
1956’da ilk kez yurtdışına çıkmıştım. 100-150 kişilik Rus orkestralarıyla tüm dünyayı dolaşmış, duduğumu insanlara tanıştırmıştım. Plaklar kaydetmiştim. Ama asıl ünümü yapmama neden olan ve beni pek çok müzikle tanıştıran kişi 1988 yılında tanıdığım Brian Eno olmuştur. Eno ve Michael Brook o yılda Sovyetler Birliği’ne gelmişlerdi. Eno, Melodia Şirketi’nin müzik kütüphanesindeki plakları dinlerken benim bir plağıma rastlıyor. Çok etkileniyor, Beni Erivan’dan arattırıyor.

Moskova’ya tüm kayıtlarımı gönderdim. Daha sonra İngiltere’ye döndüler. 1990 yılında Eno’dan bir telefon geldi. 15 günlüğüne beni Londra’ya davet ediyordu. Beraber beş konser verdik Londra’da. Kayıtlara girdim. Peter Gabriel “Passion” albümünde şimdi hayatta olmayan büyük duduk ustası Vaçe Hovsepyan’ın bir melodisini sample olarak kullanmıştı. Duduk ilk kez bu albümde duyulmuştu. Amerika Irak’ı bombalarken CNN’de dinlediğimiz müzik işte o ezgilerdi. Peter Gabriel’le tanıştığımızda yeni kayıtlarında benim duduk çalmamı istediğini söyledi. Real World’ün pek çok albümüne duduğumla katıldım. Erivan’da Türk televizyonunu izlerken bir gün benim Gabriel’e çaldığım ezgilerden birini çalan bir grubun dans gösterisini izledim.

1988’den sonra pek çok müzisyene eşlik ettiniz, sountrack’lere katıldınız. Müziğiniz nasıl gelişti? Neler öğrendiniz?
1988 benim için önemli bir tarih. Şu anda Bağımsız Ermenistan Cumhuriyeti on yaşında. Daha önceleri başka ülkelere gidip gelmemiz, giriş çıkışlarımız zordu. Eno’yla tanışmam ve Ermenistan’ın bağımsızlığı bana büyük avantaj kazandırdı. Dünyanın tüm müziklerini görme, tanıma, çalma fırsatını elde ettim. Öğrendiklerimi, gördüklerimi anlatamam ama belki çalarım… Ruhumun sesini insanlara duyurmaya çalıştım. Bütün gün belki bir parça ekmek yemem ama saatlerce çalmadan duramam. Hayatımda duduk çalmadan geçen günüm yok.

Çocukluğumda, gençliğimde kafamda kurduğum her şeye ulaşmak için elimden geleni yaptım. Hala yapıyorum. Bugün yaptğım tüm kompozisyonlar genç yaşlanmdan bu yana düşündüğüm, üstüne düştüğüm şeylerdir. Bunların bir gün ortaya çıkacağına emindim. Çünkü çok çaba harcadım. 14-15 saat duduk üflediğimi ve daha sonra bayıldığımı dahi hatırlıyorum. Elim kilitlenirdi. Böyle bir sevgim var müziğe karşı. Sanatımı, ustalığımı çok zor elde ettim. Dünyanın her yerinde öğrencilerim var. Şimdi onlara rahatlıkla bu zorluğu aşmaları için gerekli bilgileri verebilecek durumdayım.

Peki Amerika’da duduk çalmak isteyen birine nasıl yardımcı oluyorsunuz? Duduk bulmak kolay mı her yerde?
Ben hangi ülkeye gidersem gideyim, yanımda insanlara hediye etmek için götürdüğüm duduklar vardır. Mesela Türkiye’de Ertan Tekin’e bir duduk hediye ettim. Erivan’da sadece bana çalışan bir duduk ustası var.

Biraz duduktan, duduk ailesinden bahsedebilir misiniz?
Duduğun geçmişi 5. asıra dayanır. İki kardeş çoban bir kamışı kesmişler. Ağzını yapıştırıp deliklerini delmişler. Biri çalmış, diğeri dem sesini çıkarmış. Kafkas ülkelerinde, Türklerde, Arap ülkelerinde çalınıyor bu ve buna benzer çalgılar. Şimdi kanun kimindir? Araplar da çalıyor, Türkler de çalıyor, Ermeniler de çalıyor. Duduğun da hangi millete ait olduğunu söyleyemem. Ama onu Ermenilerin ilk kez dünyaya tanıttıklarını ve kayıtlarında kullandıklarını biliyoruz, bunu söyleyebilirim. 500-600 yıllık duduklara rastlayabilirsiniz Ermenistan’daki müzelerde. Azerilerin balabanı, sizin meyiniz hep aynı sınıftan kardeş çalgılar. Duduk başlangıçta kayısı ağacından yapılmıyordu belki ama, artık kayısıdan alınıyor en güzel sesler. Bas, tenor, alt ve soprano duduğumuz var bugün. Bunların gelişimi için çok çalıştım. Bugün her türlü konserde çalınabilecek bir enstrüman duduk.

Ermeni müziğiyle ilgili en önemli kaynağınız Gomidas sanırız…
Gomidas olmazsa bizde müzik olmaz. Gomidas bin yıl sonra da insanların çalacağı ezgiler üretmiş bir kompozitördür. Hep Kafkas ezgileri için de dolaşmıştır. İlk derleme çalışmalarımızı o yapmıştır. Ermeni olmasına rağmen üniversite tezini Kürt müziği üstüne yapmıştır. Anadolu ve Kafkasya’yı gezmiştir. Halkların kültürlerine büyük saygı ve sevgi duymuş, onları özenle incelemiştir. Halk müziği eserlerini notaya alarak geleceğe kalmasını sağladı. Kendi kompozisyonlarında halk müziğinden ezgileri klasik müziğe uyarladı.

Türk müziğiyle Ermeni müziği arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şunu söylemek isterim ki, Ermeni müziğinin her yapılan işini sevmiyorum. Kafamda illa ki Ermeni müziği yapmalıyım diye bir şey yok. Ermeni müziğinden yola çıktım ama şimdi dünya müziği yapıyorum. Bana en yakın gelen müzik ise Ermeni-Türk müziği bileşimidir. İkisi de kulaklarımda yer edinmiş müziklerdir. Öyle şarkılarımız var ki, sizin mi yoksa bizim mi ayırt etmek mümkün değil. Bu şarkılar için senin mi yoksa benim mi tartışmasını yapmanın bir anlamı yok. Halklarımız da, şarkılarımız da kardeştir. Yurtdışına çıktığımda da diğer halkların müziklerine böyle bakıyorum. Hepsinden bir şeyler almaya çalışıyorum.

Bunca yıl sonra Türkiye’ye gelince neler hissettiniz?
Gelirken bir korkum, çekingenliğim vardı, bunu kabul etmeliyim. Çünkü yıllar önce de gelmek istemiştim ve gelememiştim. Ama o yıllarda emin değildim, Türkiye mi istememişti, yoksa Rusya mı istememişti? Sadece KGB bana “Türkiye’ye giremezsin” demişti. Şimdi ne olacağını merak ediyordum. Havalimanına girer girmez tüm korkularım gitti. Görüştüğüm her insan beni öyle bir şımarttı ki, şu düşüncem bir kez daha kanıtlandı: Dünyada kötü millet yoktur.

Türkiye’de pek çok ünlü Ermeni müzisyen yetişti. Udi Hrant bunlardan biri. Ayrıca Osmanlı’dan bu yana enstrüman yapımcılarının büyük çoğunluğu Ermeni…
Udi Hrant bir zamanlar Erivan’a gelmişti. Çok güzel bir konserini izlemiştim, iyi hatırlıyorum. Hatta beraber çalmak istemiştim ama bir türlü görüşemedik. Ermeni pek çok enstrüman ustasının olduğu doğrudur. Erivan’da mesela tek bir klarnet ustası vardır. Tek kollu bir köylüdür. Şahane klarinetleri vardır. Bir yanda klarinet fabrikası, diğer yanda tek koluyla şahane klarinetler yapan bir usta… Çık işin içinden…

Sedefli bir tar yaparlardı bir zamanlar, çalmaya kıyamazdın. Karşısına oturur, onunla sohbet ederdin. Ne yazık ki şimdi hiç usta kalmadı Ermenistan’da. Gençler de bu işe gönül vermiyor. Büyük çoğunluğu yurtdışına kaçtı. Her bir kuş bir yerden bir yere göç edeceği zaman kendi sürüsüyle gitmeli. Karga güvercin sürüsüyle uçar mı? Karga karga sürüsüyle uçar. Onlar tek başlarına gittiler ve aradıkları sürüyü bulamadılar. Tutunamadılar, hayal kırıklığına uğradılar. Keşke orada da bir arada olsalardı. Ben Amerika’ya 34 defa gittim. Orada kalıp çok iyi şartlarda yaşayabilirim. Dünyanın pek çok yerinde böyle yaşayabilirim. Rusya’ya gidebilirim. Size ilginç bir şey diyeyim, Stalin sonrasında Rusya’da ünlenen ilk yabancı benim. Ama dönüp dolaşıp Erivan’daki evime geliyorum.

Erivan’daki günlük yaşamınız nasıl?
Erivan’da herkes beni tanır. Pazara, çarşıya çıkarım. Evin alışverişini ben yaparım. Önce şöyle bir turlarım, nerede ne var bakarım. Sonra alışverişimi yaparım. Karşılaştığım herkes sevgi, saygı sunar. “Maestro, maestro!” diye çağırırlar. Para almazlar. O insanların içinde de müzisyenler vardır. Bu sevgi parayla satın alınmaz. Para insanların yolunu açar ama yerin dibine de sokar. İki ucu var yani.

“Gaspar” ne demek?
Gaspar, Muş’un eski adıdır. Atalarım Muş’tan geliyor.

Tags:

Leave a Reply