Kürt kökenli olan Ayşe Şasa, 1941 yılında İstanbul’da doğdu. Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’nde okudu, 1960 yılında mezun oldu. Robert Kolej’in İdari Bilimleri Bölümü’ne devam etti(1963-1965). 1963 yılından itibaren senaristlik yaptı. Bu yıllarda kendisini Marksist olarak tanımlıyordu. Kemal Tahir ile güçlü bir dostluk kurdu ve bu dostluğun onun üzerinden derin etkileri oldu. Son Kuşlar, Ah Güzel İstanbul, Utanç ve Gramofon Avrat gibi filmlere imza attı. 1993 yılında sinemayla ilgili Yeşilçam Günlüğü adlı denemeleri yayınlandı. Bu ana kadar başından 2 evlilik geçti. İkinci evliliğini Ünlü Yönetmen Atıf Yılmaz ile yaptı.
Fethullah Gülen ve Hocaefendi okumaları -1 Ahmet Kurucan kaleme aldı.
Yanlış okumadınız; Fethullah Gülen ve Hocaefendi. Genelde bizim örfümüzde herhangi bir şahsa “Hoca; Hocaefendi” nitelemesi iki sebeple verilir; birincisi ve öncelikle dini sahadaki bilgisi ve selahiyeti nedeniyle.
İkincisi de yine ilim ve irfanından dolayı bir saygı ifadesi olarak. Gerçi son bir asırdır gerek temsilcilerinin kifayetsizliğinden, gerekse dine karşı tavır alan kişi ve grupların ideolojik tutumlarıyla amansızca ve sistematik olarak sürdürdüğü düşmanlıktan dolayı neredeyse kavramın içi boşaltılıp itibarı düşük bir hale getirildi. “İtibarsızlaştırma” son asırda dine ve dindara karşı yapılan sistematik bir psikolojik savaş taktiği idi adeta ama bu ameliye bahs-i aher.
Sadede gelirsek; “Hoca” veya “Hocaefendi” gerçekte kelimenin tam anlamıyla alimlere verilen bir sıfattır. Fethullah Gülen, bu vasıfları hakkıyla haiz olduğu için “Hoca” ve “Hocaefendi” onun da sıfatı olmuştur. Fethullah Gülen, zamanla bu vasıfla öylesine bütünleşmiştir ki, “sıfat” ona “isim” olmuş ve bugün Anadolu insanının zihninde “Hocaefendi” dendiği zaman akla gelen Fethullah Gülen olmuştur. Elbette başka hocaefendiler de var.
Halbuki Fethullah Gülen sadece “Hoca”, sadece “Hocaefendi” değildir. Onun entelektüel bir kimliği de var. Çağdaş Batı ve Doğu edebiyatına, siyasi düşünce tarihine, fikir ve felsefe dünyasına yakın âşinalığı var. Dünden bugüne ilim, irfan ve felsefe dünyasını iyi takip eder. Alternatif düşünce üretir, eleştiriler yapar. Kişi, kurum ve olaylar arasında derin analizler, mukayeseler, sür’atle intikaller ve geçişler yapar. Uzun geçmişi düne, dünü bugüne, bugünü de yarınlara ve uzak geleceğe bağlayabilen, ideal ve hatta bir medeniyet projesi üretebilecek seyyal ve kuşatıcı bir zihin dünyası ve kişiliği var. Bu yönüyle entelektüel ve geniş aydın bir kimliği de var.
Diğer taraftan o, yalnızca fikir ve idealleri ile baş başa yaşayan bir entelektüel değildir. Toplumsal pratikte dönüştürücü bir liderlik ve rehberlik profili de var. Özellikle eğitim ve öğretim alanında, küresel düzeyde faaliyet gösteren yüzlerce kurumun öncüsü, yol göstericisi ve rehber hocası olmuştur. Yine toplumsal pratikte dönüştürücü bir aktör olarak çatışan dünyaları barıştırma adına gösterdiği çabalardan hareketle barış gönüllüsü özelliği de vardır. Elbette tüm bunların yanında bir de dünya geneline yayılmış gönüllüler hareketine fikri açıdan mimarlık ve liderlik yapan başka bir özelliği de vardır. Bütün bunlara dayanarak diyebiliriz ki Fethullah Gülen’in “hocaefendi” profili, gelenek ve örfte kullandığımız klasik “hocaefendi” profilini aşmış, daha cami bir profildir. Bu cami şahsı anlamaya çalışırken, çokları bütünden parçaya değil de parçadan bütüne gitmeyi tercih eder ve onun için bu farklı yönlerinden hareketle Gazzali, Mevlânâ ve Nizamu’l-mülk benzetmeleri yapar; kimileri İbni Haldun’u ilave eder; kimileri Seyyid Kutup, Hasanü’l Benna profilinden bakar ama son tahlilde gelinen yer onun cami kimliğidir; işte “Hocaefendi” bunu ifade eder.
Bu kadar uzun girişin sebebi…
Sıfatın isim, ismin müsemma olması bir yana, onun kitaplarını okuma adına bir usul teklif edeceğimiz bu yazıda camiyyetine göre değil, münferid özelliklere göre bir tasnifte bulunacağız. Onun için yazının başlığında bu ayrıma işaretle “Fethullah Gülen Hocaefendi okumaları” yerine, “Fethullah Gülen ve Hocaefendi okumaları” demeyi tercih ettim. Burada ilk yalın haliyle onun bütüncül kimliğine, ikinci haliyle de yani “Hocaefendi” nitelemesi ile de din adamı, alim kimliğine vurgu yapmış olacağız. Ağız alışkanlığı gereği hocaefendi nitelemesini her ismi geçtiğinde kullandığımız için burada alim kimliğini kastettiğim yerlerde geçen “Hocaefendi” vasfını tırnak içinde yazacağım ki yaptığım ayırım okuyucu zihninde netlik kazansın.
Peki böyle bir tasnife gerek var mı? Bence var. Çünkü daha sistematik bir okuma için bunun şart olduğunu düşünüyorum. Buna binaen de aşağıda Hocaefendi’nin kitaplarını kategorize ederken onun din adamlığı ve alim yönünü ön plana çıkartan kitaplarını “Hocaefendi” kitapları, sair alanlardaki kitaplarını da aydın, sivil toplum lideri vb. diye nitelendireceğim. Ama elbette bu tasnif biraz daha derin ve sistematik bir okuma için gerekli. Yoksa daha hazmı kolay okuma biçimleri için illa da bir tasnife gitmeye lüzum görülmeyebilir. Zira Hocaefendi’yi her seviyeden insan okuyor. Onu okuma ve tanıma adına farklı düzeylerde yapılacak okumalar için böyle bir tasnifin şart olduğunu bir kez daha tekrarlıyorum.
Yanlış değerlendirmelere kapı açmaz mı bu? Bence açmaz ve açmamalı. Açmaması için meramımı anlatma adına giriş kısmını bu kadar uzun tuttum.
Öncelikle zorlandığımı ifade etmeliyim. İşin zorluğu şurada; onun “Hocaefendi” özelliğini nazara veren yönü çok daha derin bir çalışmayı hak ediyor. Bilindiği gibi bizde “alim” kimliği, tefsir, fıkıh, kelam, hadis, tasavvuf vb. İslami ilimlerin hemen hepsinde vukufiyeti ifade ediyor. Hocaefendi, doğrudan tüm bu alanlarda eser yazmadıysa da bu arka planla konuşan bir alim. Sohbet, makale ve kitapları, bu zengin arka planla dinlenip okunarak ancak hakkıyla anlaşılabilir. Bazı alanlarla doğrudan ilgili müstakil kitapları var. Bunları değerlendirmek ve tasnif etmek nispeten daha kolay. Ama çeşitli sohbet vesileleri ile dile getirdiği ve birçok yazısında öylesine değerlendirmeleri var ki bunların her birinin ayrı ayrı ele alınması gerekir. Nitekim merhum İbrahim Canan hadis, Suat Yıldırım Kur’an, İsmail Albayrak tefsir, Faruk Beşer fıkıh diyerek bu tür eser ve konuşmalarından yola çıkarak müstakil birer eser kaleme aldılar. Selman Ünlü’nün “Fethullah Gülen’in Eserlerinde Dua” kitabının ve akademik konferanslarda tebliğ konusu olan birçok makalelerin de bu çerçevede zikredilmesi lazım. Kaldı ki bunların yeterli olduğunu söylemek de oldukça zor. İhtimal söz konusu kitapların müelliflerine sorsak bu soruyu; onlar da yazdıklarını yeterli görmeyecek, “kapsayıcı olmadı” diyecek, “sadece bir veçheden muttali olduğumuz kadarıyla bazı yönlerini nazara verdik” türü izahlarda bulunacaklardır. Bir de bunlara yukarıda ifade ettiğimiz gibi Hocaefendi’nin “Fethullah Gülen” olarak kaleme aldığı kitapları ilave edecek olursak, işin zorluğu kendiliğinden ortaya çıkıyor. Mevzum Hocaefendi’yi anlatmak değil; ama F. Gülen ve “Hocaefendi” okumaları için bir usul önereceğimiz yazıda baştan bunların bilinmesi lazımdı bana göre. Yukarıda söyledim; sözü uzatmamın sebebi bu.
Madem sözü uzattım; bir hususa daha işaret ettikten sonra yazıya gireyim; Hocaefendi’nin sözlü müdevvenatı. Henüz matbaa mürekkebiyle dahi buluşmamış; kâğıda-kaleme dökülmemiş vaaz ve sohbetlerini kastediyorum. Bunlar o kadar büyük bir yekün teşkil ediyor ki; gerçekten kelimenin tam anlamıyla “müdevvenat” olarak nitelendirmeye değer. Çünkü Hocaefendi’nin özellikle İzmir hayatından bu yana -ki başlangıcı 1967’dir- neredeyse hiçbir sözü yere düşmemiştir. Kahve sohbetlerinden 1980 ihtilaline kadar sürdürdüğü resmi vaizlik sürecinde yaptığı vaazları; dar ve geniş, hususi ve umumi çevrede gerçekleşen sorulu cevaplı sohbetleri de “Fethullah Gülen ve Hocaefendi” okumaları bağlamında müstakil olarak ele alınması gereken, tasnif ve keşfedilmeyi, umuma mal edilmeyi bekleyen ayrı bir hazinedir. Belki aynı zaviyeden “Fethullah Gülen ve Hocaefendi dinlemeleri” başlıklı ayrı bir usul teklifinin yapılacağı kaleme almak gerek.
Şimdi gelelim zor bir iş dediğimiz işin en zor kısmına…
Ellerin vardı, sıcak ve masum. Ellerin, hayal gibi, düş gibi… O zaman talihime yardı ellerin. Beyaz bir gecede, iki kuş gibi, Omzuma nasıl da konardı ellerin?..
Hangi rüzgarlarda şimdi kimbilir? O değirmen altı, o zümrüt koru, İlk dörtlü yoncayı bulduğumuz yer, Ya o çapkın çapkın kestanecikler!… Hani bir yerleri çimdiklenir hafifçe, Kanardı ellerin! Mendilimi sarardım üstüne, Avcumda sahici bir hasta gibi İncecik incecik yanardı ellerin!
İnsan, soyununca hissediyor, Gittikçe katılaştığını yerin!.. Tanıdık bir film geçiyordu gozlerimden, Gel gör ki, en güzel yerinde, Ansızın kopardı ellerin!
Sonra, dört yabancı el, Dört yorgun omuz, Mezat kapısında bir kuşluk vakti, Çekince ipini mesafelerin; Ayak uçlarıma yığıldı sonsuz!.. Bir tünel gerindi sefil, kapkara! Bir yokluk hıçkıra hıçkıra güldü! Büyüdü göz çukurları kırık heykellerin! Böyle bilmediğim uzak yollara, Beni bırakmasa ne vardı ellerin!
Romanımız, ne kadar güzel başlamıştı, Ve işte böyle sonu!.. Şimdi, ışıklar sığ, Gölgeler derin… Mor sarmaşıklarla örtük balkonu, Kafur kokusundan, od ağacından, Dört arşın geceye sardı ellerin…
acının rahmine düştü sevdam çoğaldıkça, kan kustu dünya üstüme zehirledim adını hatırlatan her yağmuru …. toprak utandı….. gelmiş geçmiş en büyük yalandı senin söylediğin yalan kendinden şüphe etti, gece ağladı, şarkılar ağladı, şiirler yasta zaman şimdi en sancılı vaktinde….. derin derin işliyor içime…
bütün aynalar, yüzsüzlüğüne kırıldı her parçada, kestiğin söz battı gözlerime kafiyesi kalmadı ağlamanın…. canını acıttım, adını hatırlatan her yağmurun.. tenim çürüdü, elleri titredi gecenin…..
/….susmalardan geçtim, avazım çıktığı kadar koynundayım kelimelerin…./
kaç hali var ki bunu anlatmanın? “sen” hali sırtımda bıçak yarası gibi
O Sen, O Sen, O Sen Sen; suda gölge, Gölgede ışık, Işıkta ateş gibisin… Ve başımda bulut, Bulutta suyum, Gökte yağmurum, Aşk ateşimi söndüren, Serinliğimsin… Ve sen yaşama gerekli her şeyde, Ve yaşanan her yerde; bereket gibisin… Sen kara sevdam, Sen gözyaşım, Sen sevincim, Sen, emsalsiz bir memleket gibisin… Sen açlara tokluk, Sen, kıtlıkları bitiren bolluk, Sen çokluk, Sen sayısızlıksın… Sen; Gönül yaralarına derman, Sevdalara ferman, Sen vazgeçilmezim, Ve sen uyuyamadığım, hep özlediğim, Ve uyumak istediğim en derin uykum… Sen, Aşkım, Dünyam, Rüyam, Yorgunluklarımın bitimi, Varmak istediğim son nokta… Sen; rüyamsın, o en çok görmek istediğim, Sen; hülyamsın, dalmakla bitiremediğim, Sen yaşamımsın, Ve hayatta kalmamın tek nedeni, Kısacası, Aldığım nefes gibisin..
Düşlerde Güldü Zaman Zaman geçiyordu düşlerden hiçliğine tamamlarken gerçeği kristal küreye vuran ışıktı zaman
Kırık ve renkli
Zaman geçiyordu acıtan gülüşlerden nakşında kuruyan kirpik rimeli nemlenmiş vedalarda bir ipek mendildi zaman
Yırtık ve kirli
Zaman geçiyordu telâşelerden sıkıntılar dökülüyordu heybesinden bir bir kaygılar tenhalıktı büyüyen karanlığında zaman
Dehşet ve kindi Aynıların görüntüsünden geçiyordu zaman haza haz, acıya acıydı kimineyse üzerinden yılları yüklenmiş nehirler geçen bir çakıl taşıydı zaman
Yük ve mihnetti
Zaman geçiyordu sevişmelerden ince ışıklarda kırılan aşkın süzüldüğü camdı zaman camdan süzülen ışığın hangi tarafı kimdi
Sen ve öteki
Bir büyük bütünden geçiyordu zaman silinemez sevgiden doğumun, ölümün ötelerinde güzeli yeşertiyordu içinde varoluşun çiçeği zamanı çoğaltan oydu belki de
Gül ve dikeni
Zaman geçiyordu düşünüşlerden savuruyordu saçlarını evrene bir telinde yıldız, diğerinde güneşti neyi kovalıyordu o koca bilge bilinir mi nasıl yaşardı zaman
Keyif ve zevki
Acılardan geçiyordu zaman, dertlerden kemer gibi dolamıştı beline sargı bezini merhemi dilindeydi derin yaralar gezginiydi zaman
Yorgun ve terli
Derilmez bahçeydi zaman, uçsuz bucaksız bütün kipleri içeren tüm hâlleri de her şey onun içinde büyütüyordu kendini aşıyordu zamanı yalnız
Yokluk ve sevgi
Tamlardan geçiyordu zaman kendini büyütenden hangi varlık tamamlansa, heplense tümü hiçe gönderiyordu yokluğun teğetinde hiçi başka zamana her anıyla kendini bütünlüyordu zaman
Uçuk ve yerli
düşürülen saatlerden geçiyordu zaman tik taksız bukağıdan, zincirden zihnin bilince açılan penceresinde beşikten mezara değildi zaman, daha öteleriydi
Artı ve eksi
Geçilemiyordu yokluk sessizlikler de
Şimdinin sarpında yaşanan ulaşılmazlar köprüsüydü zaman umudun sıratı selleyen uçurumuydu
AŞK Günah olmayacak kadar mahsum Köle olmayacak kadar özgür Ulaşılmayacak kadar derin Unutulmayacak kadar yakın Seninle yaşanacak kadar özeldir
Sen gözlerimde ateş Damarlarımda kansın Bırak bu deli gönlüm Izdıraptan yansın Sahipsiz yüreğimde Tükenmeyen imansın Sevmek en kutsal duygu SEVMEYENLER UTANSIN
Günah olmayacak kadar mahsum Köle olmayacak kadar özgür Ulaşılmayacak kadar derin Unutulmayacak kadar yakın Seninle yaşanacak kadar özeldir
Sen gözlerimde ateş Damarlarımda kansın Bırak bu deli gönlüm Izdıraptan yansın Sahipsiz yüreğimde Tükenmeyen imansın Sevmek en kutsal duygu SEVMEYENLER UTANSIN
Şu Gönlüme Hiç Söz Geçmiyor şiir yol ile ilgili şiirleri hasretle ilgili şiirler özlemli Aşk şiirleri
Ama Yinede Gözlerim
şu gönlüme hiç söz geçmiyor sevme diyorum deli gibi seviyor aklım yollarda gelmeyeceğini biliyor ama yinede gözlerim yollarda yolunu bekliyor
yüreğim buğulu camlarda bir ümit arıyor bilsen ki içimdeki ateş nasılda yanıyor yıllar geçsede sönmeyecek yüreğim biliyor ama yinede gözlerim yollarda yolunu bekliyor
kalp kalbe karşı değil çünkü sensiz atıyor bu atışlar çok derin içimi acıtıyor her acıtışında beni bitiriyor ama yinede gözlerim yollarda yolunu bekliyor
gidişin bitişim oldu yüzüm gülmüyor yapayalnızım resimlerin beni avutuyor konuşamaz oldum şu dilim hep susuyor ama yinede gözlerim yollarda yolunu bekliyor
Tutsam ellerinden ağlarsın. Benek benek büyür karanlığım. Nokta nokta korkutur seni. Tutsam ellerinden; ağlarsın
Toprak kokar avuçlarım , kan kokar. Ben hoyrat gecelerde boy atmış fidan, Boz bulanık sularda yıkanmış , arınmışım. Geceleri çok yakınım yıldızlara, Işığa çıkınca bir karışım.
Tutsam ellerinden ağlarsın. Doğduğum köyü bir bilsen. Gece gecemden büyük, Acısı acımdan derin. Tutsam ellerinden, üşür ellerin!
Geldi pınar başına, Bir elinde güğümü. Çattı yay kaşlarını Görünce güldüğümü Bağlamıştı gönlümü Saçlarının düğümü Bilmiyordum bu örgü Acaba bir büğü mü? Sordum:”Nerdedir yerin? Nedir senin değerin? Yedi kral vurulmuş. Ne bu ceylan gözlerin? Hangisine varırsın Bu yedi ünlü erin? Şöyle dedi bakarak Göklere bakarak deri derin: Kralların taçları Beni bağlar büğü mü? Orduları açamaz Gönlümdeki düğümü Saraylar da süremem Dağlarda sürdüğümü Ve… Bin cihana değişmem Şu öksüz TÜRKLÜĞÜMÜ…
Çocuğun gördüğü düştür barış. Ananın gördüğü düştür barış. Ağaçlar altında söylenen sevda sözleridir barış.
Akşam alacasında, gözlerinde ferah bir gülümseyişle döner ya baba elinde yemiş dolu bir sepet; ve serinlesin diye su, pencere önüne konmuş toprak bir testi gibi ter damlalarıyla alnında… barış budur işte.
Evrenin yüzündeki yara izleri kapandığı zaman, ağaçlar dikildiğinde top mermilerinin açtığı çukurlara, yangının eritip tükettiği yüreklerde ilk tomurcukları belirdiği zaman umudun, ölüler rahatça uyuyabildiklerinde, kaygı duymaksızın artık, boşa akmadığını bilerek kanlarının, barış budur işte.
Barış sıcak yemeklerden tüten kokudur akşamda yüreği korkuyla ürpertmediğinde sokaktaki ani fren sesi ve çalınan kapı, arkadaşlar demek olduğunda sadece. Barış, açılan bir pencerden, ne zaman olursa olsun gökyüzünün dolmasıdır içeriye.
Bir tas sıcak süttür barış ve uyanan bir çocuğun gözlerinin önüne tutulan kitaptır. Başaklar uzanıp, ‘ışık! ışık! ‘ diye fısıldarken birbirlerine! Işık taşarken ufkun yalağından. Barış budur işte. Kitaplık yapıldığı zaman hapishaneler geceleyin kapı kapı dolaştığı zaman bir türkü ve dolunay, taptaze yüzünü gösterdiği zaman bir bulutun arkasından cumartesi akşamı berberden pırıl pırıl çıkan bir işçi gibi; barış budur işte.
Geçen her gün yitirilmiş bir gün değil de bir kök olduğu zaman gecede sevincin yapraklarını canlandırmaya. Geçen her gün kazanılmış bir gün olduğu zaman dürüst bir insanın deliksiz uykusunun ardısıra. Ve sonunda hissettiğimiz zaman yeniden zamanın tüm köşe bucağındaki acıları kovmak için ışıktan çizmelerini çektiğini güneşin. Barış budur işte.
Barış ışın demetleridir yaz tarlalarında, iyilik alfabesidir o, dizelerinde şafağın. Herkesin ‘kardeşim’ demesidir birbirine, ‘yarın yeni bir dünya kuracağız’ demesidir; ve kurmamızdır bu dünyayı türkülerle. Barış budur işte.
Ölüm çok az yer tuttuğu gün yüreklerde, mutluluğu gösterdiğinde güven dolu parmağı yolların, şair ve proleter eşitlikle çekebildiği gün içlerine büyük karanfilini alacakaranlığın… barış budur işte.
Barış sımsıkı kenetlenmiş elleridir insanların sıcacık bir ekmektir o, masası üstünde dünyanın. Barış, bir annenin gülümseyişinden başka bir şey değildir.
Ve toprakta derin izler açan sabanların tek bir sözcüktür yazdıkları: Barış. Ve bir tren ilerler geleceğe doğru kayarak benim dizelerimin rayları üzerinden buğdayla ve güllerle yüklü bir tren. Bu tren barıştır işte.
Kardeşler, barış içinde ancak derin derin soluk alır evren. Tüm evren, taşıyarak tüm düşlerini. Kardeşler, uzatın ellerinizi.
“Seninle yaşamak için geldim bu yalnız dünyaya. Senin kollarında yaşlanmak, ruhunda kaybolmak yıllarca” Böyle başladı ruhumun öyküsü… Ne zaman gördüm seni? Ne zaman baktın bana? işte o gün bu gündür anladım. Nasıl da gülümsermiş. Nasıl da “sen de bizdensin…” dermiş. Nasıl da dertleri unuttururmuş meğer hayat. Bir gün bana sevgiyi anlatsalar anlamazdım. Hatta inanmazdım. Olmayacak kadar uzaktı bana çünkü. Tutunamayacağım kadar uzak. Büyüyemeyen bir gönül ve onun ardına saklanan aşk. İçim öylesine kapalıydı, bilmeceydi. Birbirlerine bu kadar yakın ama bir o kadar kopuk olabilir mi? Gönülle aşk… Kopuktu benim işte. Düğüm kaldırmaz bir kopukluk. Yama yapılmaz bir açıklık. Sevdasızlık her yanımdaydı. Kaçışlar esas oğlandı. Umut uvertür olarak bile sahne almıyordu. Hayat ise derin bir uykuda, gözlerini kaybetmiş gibiydi, beni mi görecekti? Ancak ne olduysa oldu, sen çıkageldin. Poyrazı mı yoksa lodosu mu aldın ardına? Olsa olsa ada poyrazıdır ardındaki Zira bu kadar şiddetli bir giriş yapamazdın hayatıma. Acımasız pike. İlk önceleri umursamadım. Geldiği gibi gider melankolime sığındım hemen. Bir korku, anlaşılmaz bir kaçış, beni böyle düşünmeye sürüklüyordu. Yoksa, sevip, doyasıya sevilmeyi hangi insan istemez. Ben bu korkularla haşır neşir olurken sen boş durmuyor adeta ruhumun temellerini atıyormuşsun. Anlayamadım. Çıkagelmenin ardında, nereden geldiği belli olmayan, o derin fakat ruhumu ehlileştiren bakışlarını kilitledin gözlerimin umursamaz köşelerine. Hatta inanmaz kuytularına. Ya kalbime verdiğin geçici olmayan hasar? Tabela bile asmadın “Verdiğim geçici olmayan hasar için affet” diye. Her gece kalp sızlamalarıyla koyuyorum başımı yastığa. Sonra da göz kapaklarımla amansız bir mücadeleye tutuşuyorum. Onlar diyor ki; “kapanmayacağım”, Bense; “kapanın artık” demekten helak oluyorum. Nefesim beni terk etmiş, seni solur olmuş zaten. Nefessizim. Bedenim hareketsiz. Dokunmalarını beklercesine mahzun. Dilim susmuş, adından başka bir kelime yokmuşçasına. O çok şikayetçi olduğum hayat ise bıyık altından gülümsüyor, sevimli olma çabaları içinde. Şimdilerde bana “ben sana söylemiştim” demelerde. “Bendensin” derken ciddiymiş hani. Gerçekten de ondan oldum artık. Böyle şeylerden sürekli şikayet eden ben artık edemez durumlardayım. Elim ayağım kesilmiş, beni terk etmişler sanki. Beynim kalbimin oyununa gelmiş ve uzun süreli beraberlik yaşamaya başlamışlar adeta. Sen böyle süzüldün ruhuma işte. Ne bir haber ne de bir uyarı. Fütursuzca geldin, sana has tavrınla. Korkak hatta kaçışlara kapılmış ruhumu alt üst ettin. Olsun. Olsun ki seni yaşıyor, Olsun ki bedenime söz geçiremiyor ruhum. Geldin ve dedin ki; “Seninle yaşamak için geldim bu yalnız dünyaya. Senin kollarında yaşlanmak, ruhunda kaybolmak yıllarca” Tüm korkaklığıma ve kaçmalarıma karşın; Nasıl yaşamam seninle? Nasıl yaşlanmam? Nasıl kaybolmam ruhunda? Söyle nasıl..
müzikle ilgili şiirler, müzik şiirleri, müzik konulu şiirler, müzik şiiri
Sihirli Notalar
Müzik neşe verir insana, Hiç gülmeyenin yüzü güler, Notaları duyunca, Sanki sihirli bir melodi.
Nasıl olur da, Herkesi mutlu etmeyi başarır, Bunun sırrı notalarda, Notaların herbirinin ayrı bir güzelliği eşsiz bir güzzelliği vardır.
Şarkılarda Saklısın
Hatıraları şarkılarda, En güzel şarkıları sende buluyorum
Büyük metropollerde yitik aşkımı arıyorum Benliğime terk edilmiş vicdanımda Kara gecelerde
Düşlerime düşte gel nolursun Rüyalarıma renk ver Beste beste çal kulaklarımda Derin derin sız şiirlerime Bir şarkı gibi dolan dilime
Biliyorsun, Anılarım nağmelerde gizli Saklıyorum, Sessiz ağıtlarımı Umutlarımı, hayallerimi Ve seni Saklıyorum seni Eşlik ettiğim şarkılarda,
Kapatıyorum günahkâr ellerimle gözlerimi Dalıyorum uçsuz mu uçsuz dünyama Çıkmak istemiyorum bu kuytu âlemden Sarıyor çehremi Yalnızlık, Gulyabanilere bayram Metruk, unutulmuş dünyamda
Alışmışım gerçi terk edilmeye Mahkûmum yıllar oldu ki yalnızlığa Düş bahçemin banklarında beklerim seni Uğrar mısın bilmem ki
Gidiyorum bir bilinmez sahile Sıcak rüzgârlar kavuruyor tenimi Yanıyorum alev alev
Mazi, müstakbel tülleniyor gözümde Hatırlamıyorum hiçbir şey ömre dair, Bir sigara dumanı gibi, Zeval olmuş, masal olmuş Hayal olmuş ömrü hayatım
Şarkılarda gizlerim seni Nağmelerde, mısralarda Şiirlerde, türkülerde Ağıt yakıyor uzlet bana Ben uzlete Bir şarkı ol nolursun düş dilime Kazısın mahpuslar mısralarını başucuna Ben sana mahkûmum bilirsin Sinem de şarkının adı gizli
Erzurum şiir Erzurum ile ilgili şiirler, Erzurum hakkında şiir
Erzurum Gülüm
Düşenin dostu olmaz diyorlar Vallahi yalan inanma gülüm Bu şehirde yüzlerce insan düşüyor Her düşen bedene el uzanıyor Burası nere mi! Erzurum gülüm
Dışarda yürürken çok üşüyorsun Bir dosta rastlayınca ısınıyorsun Yüreğindeki sevgiyi hissediyorsun Burası nere mi! Erzurum gülüm
Yazı serin kışı ağır geçiyor Baharın yüzünü çok az görüyor Bu şehirde sıcak insanlar yaşıyor Burası nere mi! Erzurum gülüm
Dim dik ayakta durur asla yıkılmaz Yalanla dolanla hiç işi olmaz Yardımı Allah’tan ister kula yalvarmaz Burası nere mi! Erzurum gülüm
Azla yetinir isyan etmez şükreder Semaya açılır nasırlı eller Misafirperverdir bütün yürekler Burası nere mi! Erzurum gülüm.
Zernişan Aydoğan
Ab-ı Hayat Erzurum
Hani diyorum ya toprağım İşte alnımda duruyor izi, İnsan onsuz olamaz diyorum ya Ayrılıkta vurur ya, Ta şurama bir sızı İşte o sızıdır ERZURUM Mevlam korusun onu ve bizi
İşte canlar, Vatanımda vatanım Canımda canım Benim adamlık yanım Güzel şehrim,balım ERZURUM
Rabbim yükseğe koymuş onu Görünmezmiş başı ve sonu Dadaşlık derin bir mevzuu Haktır,hakikattir yolu
Ne verirsen alırsın Bire beş bire on Sen görmezsin,göremezsin Ulvidir,ilimdir o Kaynayan yürek Söyleyen dilimdir o Gah şair Gah alimdir o Özel şehrim,kanım ERZURUM
Beyazını yüreğinden almış Yüceliği Palan’a kalmış Yağan her tanede düşünür Nice sevdalara dalarmış
Susarsın,susanırsın Konuşamaz,kurursun ya Kavuşursan dilin açılır Kana kana içersin ya Ab-ı hayattır ERZURUM
Hani diyorum ya toprağım İşte alnımda duruyor izi, İnsan onsuz olamaz diyorum ya Ayrılıkta vurur ya, Ta şurama bir sızı İşte o sızıdır ERZURUM Mevlam korusun onu ve bizi
Sana olmaz hiç bir kusurum Sensin neşem,sensin huzurum Sana,sana ben kurban olurum Vatanım, Toprağım, Canım…kanım ERZURUM
Selim Adım
Ah Erzurum
Yaylaların şahı mı geldin, Ak göğsünde ne bu al kan, Erzurum? Acı çığlıklarla bağrımı deldin, Kaderine yandı bu can, Erzurum!
Abdürrahman Gazi durağı yaylam, Ezelden kahraman yatağı yaylam, Şerafli tarihler otağı yaylam, Alın yazın şeref ve şan, Erzurum.
Havada, suyunda bir başka hal var, Canlara can katar sendeki bahar. Zorlu dedelerim koynunda yatar, Tatlı canım sana kurban Erzurum!…
Gece vakti duyuldu da feryadın, Tortum gibi çağladı kalbe yadın: Dualarla göğe yükseldi adın, Yandım sana, yandım candan, Erzurum!…
Nedir bir yürekten ürpermelerin ? Bu iç çekişlerin ne, derin derin?.. Neden çırpıntısı tutmuş bu yerin? Neden böyle korkunç bu an, Erzurum?
Allı gelin duvağına düşürmüş, Körpe kuzu yolunu mu şaşırmış?… Kederi, kayguyu baştan aşırmış, Baştan başa olmuş hicran, Erzurum,
Kanamamış rüyalara genç kızlar, Ana bağrı sızım sızım sızılar… Dadaşıma kefen oldu bu yıl kar… Ah, güzel Erzurum! Vatan Erzurum!…
Halide Nusret Zorlutuna
Ben Erzurumluyum
Hayatta kaygısız yaşarım senim Süt rengi ovalar yaylalar benim İlham verir bana palandökenim Ben Erzurumluyum Erzurumluyum
Baba yadigârı posu belimde Altımda yağız at cirit elimde Serhat türküleri coşar dilimde Ben Erzurumluyum Erzurumluyum
Yiğitlik dendi mi yücelir başım Erzurum dendi mi diner gözyaşım Ey sağdıcım kirvem yiğit dadaşım Ben Erzurumluyum Erzurumluyum
Ceddim tarihleşmiş Oğuz soyunda Çok kılıç salladık sinir boyunda Dökülmüş kanımız var tuna suyunda Ben Erzurumluyum Erzurumluyum
Çavgin sular gibi akarım duru Marifetnameden aldım desturu İmanın ihlâsın gönlümde nuru Ben Erzurumluyum Erzurumluyum
Diyelim ki, mesai saati bitti ve siz de akşam 18:30 civarında, alışılmadık derecede zorlu bir iş gününün ardından (tabii ki tek başınıza) arabanıza binip evin yolunu tuttunuz. Çok yorgunsunuz ve canınız da fena halde sıkkın.
MÜTHİŞ GERGİN VE SİNİRLİ BİR HALDESİNİZ…
Birdenbire göğsünüzde, kolunuza ve çenenize doğru yayılmaya başlayan korkunç bir ağrı hissediyorsunuz. En yakın hastaneye sadece on dakikalık mesafedesiniz ama hastaneye ulaşmayı başarıp başaramayacağınızdan bile emin değilsiniz.
NE YAPACAKSINIZ??? İLK YARDIM KURSLARINA KATILACAK KADAR AKLI BAŞINDA BİRİYDİNİZ AMA KURSTAKİ EĞİTMEN, SİZİN BAŞINIZA BİR ŞEY GELDİĞİNDE NE YAPACAĞINIZI ÖĞRETMEDİ!!!
YALNIZ BAŞINIZAYKEN KALP KRİZİ GEÇİRİRSENİZ NASIL HAYATTA KALIRSINIZ? PEK ÇOK İNSAN KALP KRİZİ GEÇİRDİĞİ SIRADA TEK BAŞINA OLUYOR; ETRAFTA YARDIM EDECEK KİMSE BULUNMUYOR. KALP ATIŞLARI DÜZENSİZLEŞEN VE KENDİSİNİ BAYILACAKMIŞ GİBİ HİSSEDEN BİRİNİN BİLİNCİNİ YİTİRMEDEN ÖNCE YALNIZCA 10 SANİYE KADAR ZAMANI VARDIR. BU DURUMDA NE YAPMANIZ GEREKİR?
CEVAP: PANİĞE KAPILMADAN ÜST ÜSTE KUVVETLİCE ÖKSÜRMEYE BAŞLAYIN. ÖKSÜRMEDEN ÖNCE HER SEFERİNDE DERİN BİR NEFES ALIN; ÖKSÜRÜKLERİNİZ GÜÇLÜ OLSUN, DERİNDEN GELSİN VE UZUN SÜRSÜN, TIPKI GÖĞSÜNÜZDE BİRİKMİŞ BALGAMI ATMAYA ÇALIŞIR GİBİ ÖKSÜRÜN. HER İKİ SANİYEDE BİR DERİN NEFES ALIP ÖKSÜRÜN VE BUNU YA YARDIM GELENE DEK YA DA KALP ATIŞLARINIZ TEKRAR NORMALE DÖNENE DEK SÜREKLİ YAPIN.
• DERİN NEFES ALMAK CİĞERLERİ OKSİJENLE DOLDURUR. • ÖKSÜRMEK KALBE TAZYİK YAPAR VE KAN DOLAŞIMINI RAHATLATIR. • KALBE UYGULANAN BU TAZYİK, KALBİN NORMAL RİTMİNE DÖNMESİNİ KOLAYLAŞTIRIR. • BÜTÜN BUNLAR SİZE, BİLİNCİNİZİ KAYBETMEDEN ÖNCE HASTANEYE YETİŞECEK ZAMANI TANIR.