Öyle içimdesin ki. Yanağımda dolaşan rüzgardan daha gerçek dokunuşların. Küçük, ürkek, kesik dokunuşlarınla, belki de her zamankinden daha yanımdasın. Yani öylesine, o kadar bensin ki. Ah nasıl anlatsam. Boşuna bu çabalarım, doğru kelimeleri aramalarım. Ne kitaplar yazıyor, ne de sözlüklerde karşılığı var. Yalnızca hissediyor insan, yaşıyor. Kelimeler eksik, kelimeler yaralı. Kelimeler cılız.
Taşımıyor, anlatmıyor, tanımlamıyor bu duyguyu. Ben de. Çok başka bir şey. Sevginin ortasında, derin acılar hisseder mi insan? Aydınlık gülümsemelerin içine, hüznü yerleştirir mi durup dururken? Gözlerine buğu, diline sitem, yüreğine burukluk, çöreklenir kalır mı asırlarca?
Gelmeyeceğini bildiği mektup için, posta kutusunu hep aynı heyecanla açar mı? Dedim ya, başka bir şey bu. Ne kadar yalnızsam, o kadar seninleyim şu günlerde. Belki de en başta, tutup seni en derinlere koydum diye oldu bunlar. Kimseler ulaşmasın diye, kimselerin bilmediği, bulamayacağı yollara götürdüm seni. En derinlerde tuttum. Bana sakladım. Derine, hep daha derine.
Seni yapayalnız, bir tek bana bıraktım. Paylaşamadım yanlış yaptım. Sana ulaşan yolları kaybettim diye bütün bu şaşkınlıklar. Kendimi oradan oraya vurmam. Sağımda, solumda, ne zaman dikildiğini bilmediğim duvarlara çarpmam, hiç görmediğim çukurlarla boğuşmam. Denizlerin, gürültüyle gelip vurduğu dehlizlerin, acılı duvarları gibiyim.
Duvarlarım yosunlu, duvarlarım kaygan, duvarlarımdan hiç tükenmeyen sular sızıyor. Tutunamıyorum. Renklerim, gün içinde değişiyor. Soluyorum, soğuyorum. Güneş ulaşmıyor içerilerime. Küfleniyorum, yaşlanıyorum. Yalnızlıklar peşimde. Dokunduğum her ıslak duvardan, pis kokulu bir yalnızlık bulaşıyor üstüme. Biliyorum, bütün bunlar, hep benim suçum.
Seni sakladığım yere ulaşamaz oldum. Yollar, gitgide uzadı ve karıştı. Ümidimi ısıtacak, parlatacak, kımıldatacak bir şeylere ihtiyacım var. Ah onun ne olduğunu biliyorum. Sonu sana geliyor her cümlenin. Her şeyin başında içinde ve sonundasın. Bu değişmiyor. Öyle içimdesin ki. Birden aklıma geldi, tuttum sana bir mektup yazdım dün.
Çok mutluydum. Gün içinde neler yaptığımı, nelere kızıp, nelerle mutlu olduğumu, tek tek anlattım. Mevsimlerin ve insanların nasıl karışık ve beklenmedik olduklarını yazdım.
“Yine zamansız yağmurlar” dedim, “Daha önce, hiç bu kadar zayıf değildi güneş ışınları” dedim, “Gerçekten buradaki şarkıları hiç öğrenmeyecek, bilmeyecek, söylemeyecek misin?” dedim. Çok uzun bir mektup oldu. Başından sonuna kadar okudum.
Neler yazmışım diye merakımdan.
Sonra çekmecemden bir zarf çıkarıp, adını yazdım. Büyük harflerle, yalnızca adını. Adresini bilsem gönderir miydim, bilmiyorum. Mektup cebimde. Cebim yüreğime yakın. Yüreğim sende. Sen yüreğime yakın. Öyleyse mektup sende.
Sevmek bu kadar basit mi ? insan bir kuşu severken , İncitmekten çekinir, Ona sevgisini hissettirir Onu besler,büyütür, Bir emek verir Ama senin için sevgi çok farklı Kadın olsun, güzel olsun, benım olsun
Değil mi ? Yazıklar olsun Senın gibi adam olmaz olsun
Seni gördüğüm güne Senı sevdigim güne Evet dedigim güne LANET OLSUN
Ağlasam sesimi duyar mısınız, Mısralarımda; Dokunabilir misiniz, Göz yaşlarıma, ellerinizle?
Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel, Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu Bu derde düşmeden önce.
Bir yer var, biliyorum; Her şeyi söylemek mümkün; Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum; Anlatamıyorum
SEVDAYA MI TUTULDUM
Benim de mi düşüncelerim olacaktı, Ben de mi böyle uykusuz kalacaktım, Sessiz, sedasız mı olacaktım böyle? Çok sevdiğim salatayı bile Aramaz mı olacaktım? Ben böyle mi olacaktım?
YALNIZLIK ŞİİRİ
Bilmezler yalnız yaşamayanlar, Nasıl korku verir sessizlik insana; İnsan nasıl konuşur kendisiyle; Nasıl koşar aynalara, Bir cana hasret, Bilmezler.
İnsan 5 yaşına gelmeden anlıyor; açlığın öldürdüğünü, soğuğun dondurduğunu, ateşin yaktığını… Sevgisizliğin insanın canını acıttığını… Duyguları, nesneleri, kişileri, çevresini tanıyor. Her şey ona çok büyük görünüyor: Ev, masa, anne, baba… 10´una gelmeden oyunla, sayılarla, harflerle tanışıyor. Azgın bir iştahla öğreniyor. Kız ya da erkek olduğunu fark ediyor. Dünyanın evde, okulda kendisine anlatılandan da büyük olduğunun ayırdına varıyor. 15´inde, tam da en çok kendini sevdireceği çağda, sivilcelenen yüzünden, değişen bedeninden utanırken aşkı keşfediyor. Dış dünya kadar iç dünyanın da büyük salonları ve kendisinin bile bilmediği odaları olduğunu, açıldıkça o odalardan devasa bahçelere çıkıldığını hissediyor, büyüleniyor. Şarkıların içinde sevdalar gezdirdiğini, şiirin her türden hasreti dindirdiğini anlıyor. Aşk acısını öğreniyor. Yine de seviyor; ille seviyor, inadına seviyor. 20´sinde putlarını yıkıyor, başkaldırıyor, kanatlanıyor. Her şey ona küçük görünüyor: Ev, masa, anne, baba… “Dünya küçükmüş; büyük olan benim” efelenmeleri başlıyor. Lakin dünya bunu bilmiyor. 25´inde ayaklar biraz yere değiyor. Okul bitiyor, iş telaşı başlıyor. Sınıfta öğrenilenlerin akı, sokaktaki gerçeklerin karasına çarpıp grileşiyor. Yolu hızlı gelenler çabuk yorularak, sevdiğini bulanlarsa kalbinden vurularak evleniyor genelde… 5 yıl önce uzak bir ülke olan “istikbal”, daha yakına geliyor. “Bir denizde yangın çıkarma” hayali erteleniyor. “Dünya zor”laşıyor.30´unda muhasebeye başlıyor insan: “Dünya hâlâ beni tanımadı, üstelik galiba ben de dünyayı tam tanımıyorum” dönemi… Mevcut bilgilerin sorgu yeri… Kuşkunun beyliği…Tehlikeli yaşlar: “Bunun nesine hayran oldum ki ben” pişmanlıkları, “Hakkımı yediler” sızlanmaları, sırta saplanan hançerler, çelmeler, dost kazıkları, ağır ağır olgunlaştırıyor insanı… 35, yolun yarısı… Hiç okul asmadan, evden kaçmadan, bir terasta sevdiğiyle öpüşüp bir çadırda uyanmadan 20´sine gelenler için gecikmiş telafi çağları… Daha önce hiç yüz verilmemiş ana-babaların sözüne yeniden kulak kabartılan yaşlar… Olgunluğun karasuları… 40´ında eski kotlar dar gelmeye, saçlara ak düşmeye, aile büyükleri yaşlanıp ölmeye başladığında bocalıyor insan… Panik, kadınları kuaföre sürüklüyor, erkekleri araba galerilerine; ve ikisini birden yeni sevda hayallerine… Yiten gençliğe, boyalı saçlarla, içe çekilen karınlarla, kırmızı arabalarla çare aranıyor. 45´inde “istikbal” denilen o uzak ülkenin toprağına ayak basıyor insan… Hem ölüm yarınmış gibi, hem hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamasını öğreniyor. Eski dostlar, hatıralar kıymete biniyor. Didişmenin yerini sükûnet, böbürlenmenin yerini nedamet, kinin yerini merhamet alıyor. “Keşke”ler “iyi ki”lerle, hırslar hazlarla yer değiştiriyor. Bu dünyayı silkelemekten, daha iyi bir dünya için kavga vermekten vazgeçmeseniz de, öbür dünya umuduna da kulak kabartıyorsunuz, ara sıra… Genellenemez tabii; bunlar benim yaşlarım. Sonrasını bilmiyorum henüz; öğrendikçe yazarım.
İnsan bazen hayatta küçükte olsa, Tutunacak bir dal arıyor. Yaşamak için bir umuda, Başını yaslayacak bir omuza, ihtiyaç duyuyor.
İnsan bazen hayatından beziyor, bunalıyor, Kendi ipini kendi çekesi geliyor. Hayata da isyan ediyor, Kendine de,bir sürü sorular soruyor
İnsan bazen kendini ifade edemiyor, Acılara kelimeler kifayetsiz kalıyor. Mutluluk kağıda kolay dökülmüyor, Yazdıkça kelimeler kaleme dolanıyor.
İnsan bazen sevgi arıyor ilgi arıyor, Tam birilerini buldum diyor! Bu hayatta, beni bir kaç kişi anladı; Onlarda yanlış anladı… By: Oğuz Demirci 27-02-2012
Cenap Şehabettin ve Şiirleri Cenap Şahabettin Şiirleri aşk
SENİN İÇİN
Sesin işler gibi bir şuh kanat gamlarıma Seni dinlerken olur kalbim uçan kuşlara eş, Gün batarken sanırım gölgeni bir başka güneş; Sarışınlık getirir gözlerin akşamlarıma
Doğuyor ömrüme bir yirmi sekiz yaş güneşi Bir kuş okşar gibi sen saçlarımı okşarken Koklarım ellerini gülleri koklar gibi ben; Avucundan alırım kış günü bir yaz ateşi
Gönlüme avdet eder her unutulmuş nisan Ne zaman gençliğini yolda hıraman görsem Eskiden pembe dudaklarda dağılmış busem Toplanır leblerime, bir gece dalgın dursan
Seni zambak gibi gördükçe açık pencerede Gül açar bahtımın evvelki hazanlık korusu Genç eder ufkumu hülyalarımın genç kokusu; Sorarım ak saçımın örttüğü yıllar nerde?
Cebhemi varsın o solgun seneler soldursun Yeni yıldız gibi doğdukça güzel her akşam, Gençliğin böyle benimken kocaman, hiç kocamam Ruhum, ölsem bile ben, sen yaşayan ruhumsun
HAKİKAT-I SEVDÂ
Bir şüphe-i hissiyye ile dalgalanır dil; Bir heykel-i gül-rû dikilir kalb üzerinde; İnsan bütün ahzân ü meserrâta muâdil Bir tatlı dönüş hisseder âvâre serinde
Her cevf-i hayâtî, sevilen şeyden ibaret Bir lem’a-i nev, şa’şaasıyla eder ihfâ; Bir berk arkasından ederek ömrü temâşâ Bin müddet için göz kamaşır İşte muhabbet!
Pek boştur o his, lakin o boşlukla dolar dil; Âfâk-ı hayatiyyedeki cevfi o örter; Herkes hep o boşlukta arar bir tutacak yer Pîrâmen-i ömründeki girdâbâ mukâbil
Sevdâya mukabil duyulur rûhta her gâh Bir def-i pey-â-pey ile bir cezb-i pey-â-pey; Bir istiyor insan onu, bir istemiyor, âh Sevmek bile doğmak gibi, ölmek gibi bir şey!
Boşuna söylememiş Filozof Diyojen; Başına dikilip Mağrurca, ‘Dile benden,ne dilersen’ diyen Hükümdar Büyük İskender’e; ‘Gölge etme,başka bir şey istemem’ diye..
Keza Peygamberimiz de; Asıl zenginliğin, Mal çokluğunda değil; Gönül tokluğunda olduğunu Boşuna işaret buyurmamıştır.
O nedenle; Daima,bardağın dolu tarafını görmeye çalışalım.
Daima iyimser, Daima Tokgözlü olalım.
Hiçbir zaman; Açgözlü, Doyumsuz Olmayalım.
Yine, yüce Peygambermizin öğütlediği gibi; Yaşlılıktan önce gençliğin, Hastalıktan önce sağlığın, Yoksulluktan önce zenginliğin, Meşguliyetten önce boş vaktin, Ölümden önce hayatın, Kıymetini iyi bilelim..
Hasılı; İyi yönde örnek, Erdemli insan olalım…
Naim Yalnız
Etik Davranış
Güler yüzle bakalım,gördüğümüz insana, Her zaman kazandırır,güler yüz her insana.
İyi toplum olmaksa,en başta hedefimiz, Önce iyi bireyler,olmalıyız hepimiz.
Ben neyim ki toplumda,bir tek damlayım deme, Okyanuslar oluşmuş,damladan tane tane.
Her zaman para değil,mutluluğun kaynağı, Sevgi,saygı,tebessüm; gönlün en güzel bağı.
Bireyler birbirini,daima hoş görmeli, Küçük kırgınlıkları,unutarak sevmeli.
Kalplerinde aşk işaretiyle doğar kimileri… Yeryüzüne gönül indiremez onlar… Hayatı ve insanları anlarlar,hayata ve insanlara merhamet duyarlar,ama hayatın ve onun içindeki insanların yaşadıkları gibi yaşamazlar. Aşk işareti ile doğanlar yaşarken dünyaya talip olmazlar…Bilirler ki ne isteseler,neyi ansalar,ne kazansalar aşkın dışında hiçbir şey avutmaz onları,teselli etmez…Gönüllü sürgündür onlar…Gizliden gizliye hissederler bunu…Sonsuz bir ışıktan kopup gelmişlerdir geldikleri yere…Kopup geldikleri ışığa inançları ne kadar büyükse,içlerinde ki acı da o kadar derindir…Bu acı hatırlatır onlara kopup geldikleri yeri…Bu acı hatırlatır onlara kim olduklarını ve niye varolduklarını… Kalplerinde aşk işaretiyle doğsa da bazı günler yorulur insan karşılıksız sevgilerinden…Yorulur kendisini anlatamamaktan…Sevgilim der,sevgilim der,ama,sevgilim dediği yanında değildir,bilir…Bazı günler insan soluksuz kalır,içindeki sevgili olmasa bile karşısındakine deliler gibi sarılır…O olmadığını bile bile sonsuz bir umutsuzlukla sarılır…İnsan soluksuz kalmaya görsün,sevgili diye bütün yanlışlarına,bütün kaçışlarına,kendine yaptığı ihanetlere sarılır…İnsan bir kere içindeki aşktan umudunu kesmeye görsün,her şey olmak,her yere yetişmek için bu hayat düşer…Her şey olduğunu,her yere yetiştiğini sandığı anda,ortada kendisi yoktur artık…Kaybolmuşluğa çok yakındır…Kopup geldiği ışığa inancı azalmıştır…Daha az acı çekiyordur artık…Ama daha mutsuzdur eskisinden….Daha mutsuzdur,o ışığı acı çekerek özlediği günlerden… Soluksuz kaldığım kendime bile sakladığım günlerden bir gündü…Kaybolmuşluğa yakındım…İçimdeki acı hızla eksiliyordu…Işık soluyordu,soluyordu tıpkı sesim gibi…Soluyordu içimdeki aşk işareti gibi…Öylesine kaybolmuştum ki bulamıyordum artık içimde neyi yitirdiğimi,neyi kirlettiğimi…Öyle uzaklaşmıştım ki kendimden,kendimi bulmak için birine ihtiyacım vardı… Onunla nerede ve nasıl tanıştığımız önemli değil….Gerçekten değil…Kaybolmuş insanlar birbirini çabuk buluyor….Umutsuzluk umutsuzluğu çağırıyor… Konuşmaya susamıştık…Sanki ikimizde dilini,kültürünü bilmediğimiz uzak ülkelerden henüz dönmüş gibiydik bu ülkeye…Oysa böyle bir şey yoktu…Hep buradaydık…Hep o ışığımızdan kaybolduğumuz yerde…O ışığı orada bırakıp bu dünyaya,bu hayata gönül indirdiğimiz,her şey ve her yerde olduğumuzu sandığımız yerde…Hep o soluksuz kaldığımız yerde…Daha vakit var,o ışığa sonra dönerim, dediğimiz bu yerdeydik ikimizde… Belki aynı gece,belki yıllar boyunca konuştuğumuz yerden bana geldik…susuz ve yorgun…Yaşamaya köpekler gibi aç,ama ölüme dünden razı… Bana geldik…Belki içimizdeki acıyı avutur,koptuğumuz ışığı ikna eder,biraz olsun hiç yaşamamış,hiçbir şey bilmiyormuş gibi yapar,içimizden bir ömür çalar,yitirdiğimiz ve anlayamadığımız ne varsa uzakta bırakır,buradan,bu hayattan yolumuza devam ederiz,sanmaya geldik… İçtik,şımardık,ağladık,hayatı özledik,çığlık attık;ardımızda bıraktığımız ve bir kez olsun sahiden dönüp bakmadığımız onca kırıl kalp,onca vazgeçiş,onca erteleyiş,onca unutuş bir gecede bağışlanır sandık… Ama olmadı…Bunu ilk ve son kez sevişirken anladık…Birbirimizin çıplak bedenlerine dokunduğumuzda…Aynı anda,belki de peş peşe,derinden,çok derinden öksüz kalan bir çocuk gibi kesik kesik ağlamaya başladık…Engel olmaya çalışsak da,yine de kahredici bir hoşluğu vardı bu ağlayışın içimizde…Bu hayatta sevgili olarak birlikte gidecek bir yerimiz yoktu…Geçmişimiz bizi geri çağırıyordu…Gidecek bir yerimiz yoktu,ama kaybolmamıştık…Bu yüzden kahredici bir boşluğu vardı göz yaşlarımızın… Sonra sabah oldu…Sonra acı ve özlemin yerini utangaç bir boşluk aldı…Bütün o eksik hazların yerini derin bir suçluluk duygusu aldı… Sonra o gitti,yaramda hiç unutamayacağım bir ürperti bırakarak gitti…Yaram ki,kimse onun kadar beni anlayamaz,yaram ki onun kadar kimse beni sevemez…Gözlerimden çok içimdeki yaramı sevdim ben…Çünkü ondan başka kimse bana beni gösteremedi…Herkese,ama herkese yalan söyledim,ama bir tek o biliyordu hepsini…Bir tek o gördü beni kendimi aldatırken…Onu unutmaya çok çalıştım…Yok saymaya…Hayat diye içine girmediğim akvaryum kalmadı…Her mevsim mutluluk modaydı…O akvaryumların içinde mutluymuşum gibi yaptım…Yaramı unutup herkes ne yapıyorsa onu yapmaya çalıştım…Akvaryumun içinde,herkes gibi camların dışında bir yeri özledim…Bana ait olmayan bir hayatta,hiçbir ortak yanım olmayan insanlarla akvaryumun dışını özledim…Yaramı unutup,neyi özlediklerini bilmeyen insanların özleyişlerini sevdim…Bilmiyorum,belki bunu da kendi yaramı unutmak içim yaptım hep…Anladım ki,nereye gitsem sonunda yarama dönüyorum…Ne yapsam,ne etsem döndüğüm tek yer yine o eski kalbim…Bütün o oyunlardan bana kalan o eski yadigar…Ne kadar sevse de insan,tükenip,yorulduğu bir saat var…Herkesin bencil bir ömrü var…İşte en çok o zaman hatırlarım o eski kalbimi,onca insana kendimden öç alırcasına dağıttığım kalbimi,çok sevdiğim bir yabancı gibi hatırlarım…Mahcup bir özlemle çağırırım onu dağıttığım yerlerden;hayatlardan,yorgun ve bencil sevgilerden… Utanarak…Sanki kendi kalbimi geri çağırmak bir suçmuş gibi çağırırım…Güzellik ve soyluluk saklıdır o kalpte…Kalbimdeki kimsesiz kalmış güzelliğe ve soyluluğa vurgunumdur ben…Onu her arzulayışımda karşıma Tanrı çıkar…Beni böyle eksik,böyle yarım,böyle susuz,böyle bir başına O bırakmıştır…Tanrı vardır ve benim bu sonsuz susuzluğum ondandır… Bu susuzluğu hissettiğim andan beridir hayattan korkmamayı öğrendim…Kime dokunsam Tanrı’ya sonsuz bir yakarış;kime dokunsam o büyük kopuşun sancısıydı;kime dokunsam kendimdeki ilk ağrıya dokunuş gibiydi…Kime dokunsam eksik,ve yanlış bir Tanrı’ya dokunmak gibiydi… Tanrı’yı unutmak,içimdeki aşkı unutmak gibidir bazen…Böyle zamanlarda kalkıp giden her şeyin peşine takılırım…Bütün zamanların,bütün trenlerin,bütün vaatlerin ve hızların arkasından giderim…Farklı olmak adına,kendim olmak adına,herkes gibi olmak adına koşarım giden her şeyin ardından…İçimdeki Tanrı’yı,içimdeki aşkı soluksuz,kimsesiz bırakarak koşarak giderim her şeyin ardından…Kendimi hatırlamamak için her anımı,her dakikamı tıka basa bu hayatla doldururum…içimdeki aşkı,içimdeki susuzluğu unutabilmek için bir projeye,bir yaz boz tahtasına dönüştürürüm kendimi…Her yerde ve herkesle olmak için kendimi boşlukta bir yerde yeniden yaratmaya çalışırım…Herkesle ve her yerde olmak için,beni her yere bir an önce yetişmek için,kendime bana ait olmayan bir kalp,bir yüz alıp kimsenin bilmediği,uğramadığı bir boşluğa yerleşirim…Herkes ve her şey olmaz için,beni çağırdıkları her yerde olmak için bu boşlukta yaşadım kimsesiz,bu boşlukta yüzüme çarpan kapılar,bu boşlukta hızlandıkça geciktiğim,bu boşlukta çırpındıkça yitirdiğim her şey bana aşksız geçen yıllarımı hatırlatır…Bana Tanrı’sız ömrümü,yüzümden yoksun geçen anlarımı hatırlatır…Böyle zamanlarda defalarca çiğneyip geçerim kendimi…Verdiğim sözleri,ettiğim yeminleri…Atarım kendimi herkesin ortasına…Gizlerimi atarım hoyrat gözlerin önüne…Önce ben başlarım kendimi yağmalamaya…O güvenmediğim hayatı ve zamanı yanıma alarak gizlediğim ne varsa ortaya dökerek…Öç alırcasına kendimden…Dökerim her şeyi ortaya…Herkesin kendinden kurtulmak için kışkırttığı yurtsuz ve kimsesiz bir gece için… Böylesi gecelerde herkes o eski yarasına haksızlık etmiştir;böylesi gecelerin sabahında herkes ezbere ve çabuk çabuk konuşur ve kimse kimsenin gözlerine korkusuzca bakmaz…Herkes bir an önce,eksik ve yanlış da olsa bir gece önceki ömrüne dönmek ister…Herkes susuz bıraktığı o eski kalbine dönmek ister… Bunları bilince,bunları hissederek yaşayınca kimseye kızamıyor insan…Öfke dönüp dolaşıp geliyor yine içte patlıyor…İçimde patlıyor…Çünkü kime kızıp,kimi lanetlesem en sonunda onu içimde buluyorum…Suçladığım herkeste biraz ben varım…Kimi yargılasam elimde kanı var…Kime bağlansam onda haksızlık ettiğim ömrüm ,susuz bıraktığım Tanrı’m var…Kime koşup sarılsam onda kolları bağlı erdemim var…Başkalarını yargıladıkça kendini tutsak eden,başkalarını küçümsedikçe küçülen sevgim var…Oysa ne yapsam o yurtsuz gecem,susuz bıraktığım aşkım beni hiç unutmaz…Sorar hesabını…Defalarca gidip gelerek ömrümden,kimlerdi,diye sorar o kanayan yüz bana,kimdi bütün gece onda yargıladıkların…İtildiğim ve sığındığım yüzümden tek bir yanıt çıkar,tek bir ses…O ses der ki,bütün gece yargıladıkların aslında sensin…Bilirsin ki o ıssız gecede bunu sana söyleyen senin sesindir…Sahibini ancak bu ıssız gecede bulmuştur…İçinde soluksuz bıraktığın Tanrı’nın sesi,içinde öyle kimsesiz,öyle kanlar içinde bıraktığın sahipsiz yüzünün sesidir…Ne olur sus ve öfkelenme der bu ses bana…Boyun eğ bu sese…Kabullen onu…Bir kez olsun kendi sesinin önünde eğil der…Bir kez olsun kulak ver ona…Kulak ver ona,onun neleri yitirdiğini,neleri sonsuza dek kaybettiğini bir kez olsun anların ağzından duy…Yüzünden akan kanı bir kez olsun öp…Sadece gözyaşı değil onlar…Dokun onlara,dokun kendi kanına,yitirdiğin ve özlemini çektiğin her şeyi kendi kanında bulacaksın…Orada bütün yargıladıkların var…Orada reddettiğin bütün ömrün var…Bu hayattan tiksinip lanetlediğin ne varsa,hepsi kanında saklı…Seni terk edip ihmal edenler,seni bir türlü anlamak istemeyenler,seni yargılayıp dışarıda bırakanlar orada…Orada,seni deliler gibi sevenler ve senin içine bir türlü giremeyenler…Ne olur bir kes olsun onca insana dağıttığın kendini geriye çağır…Ne olur bir kez olsun anla,ömründen daha uzağa gidemezsin…Onca yıl susuz bıraktığın Tanrı’ndan daha uzağa gidemezsin…Ne olur anla,onca yıl kimsesiz bıraktığın yüzünden daha uzağa gidemezsin…Ne olur bir kez olsun anla,yarını yok sayarak hiçbir yere gidemezsin… Yaşamak ne ki,hem kendini,hem sevdiklerini durmaksızın kimsesiz bırakmak değil?..Yaşamak yüzünü onca yemine rağmen ortada bırakmak değil mi?Yaşamak her gittiğin yerde bıraktığın yüzleri kanayarak özlemek değil mi?.. Yaşamak,içindeki o sonsuz ve tesellisiz acının tesellisini bu hayatta aramak değil mi?.. Bu hayatın ne yengisi,ne yenilgisi teselli etti beni…Ne zaman kazandım,ne zaman,artık kurtuldum,desem,daha derin bir boşluk açıldı önüme…Bu hayatın kurallarıyla ne zaman çıksam yola,kazandıkça kaybettim,yükseldikçe alçaldım…Ne aklımdan kurtuldum,ne delirdim… İçimdeki erdem öylesine soluksuz kalmıştı ki,ne zaman aşkın bir güzellik görsem ertelediğim hayatım gelirdi aklıma…İçimdeki erdemi suç ve günahla sınamaya geç başlamıştım çünkü… Çünkü ne zaman yasadışı bir gece yaşasam anlamsızca ve kimsesiz bir ağlayış gelirdi içimden… Ne zaman beni bana hissettiren birine sarılsam;çok uzaktan,çok eski bir duygu bana rağmen,bana inat yanımdan geçip giderdi…Kimi sevsem hiç olmadığı kadar yalnızlaşırdı…Kimi sevsem bütün o yanlış hayatım gizlendiği yerden çıkıp gelirdi…Kimi anlamaya çalışsam hayatımın boşluğu çarpardı yüzüme…Kime elimi uzatsam o unutulmuş ömrümle karşılaşırdım… Kendimi daha fazla ne kadar tüketebilirdim…Kime sarılsam verip de tutamadığım sözler çıkardı karşıma… İnsan her sabah doğan güneşten utanır…İnsan er ya da geç gelen mevsimlerden utanır… İnsan onca yıl susuz bıraktığı Tanrı’sından utanır… İnsan bunca işarete,bunca özleme rağmen bir türlü gidemediği yerden utanır… İnsan yalan bir hayattan onca yıl bir kurtuluş beklediğine utanır…
Dur Yolcu Mehmet Akif Ersoy Mehmet Akif Ersoy Ey Yolcu!… Mehmet Akif Ersoy Ey Yolcu Şiiri
Ey Yolcu
Gitme, ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım: Elemim bir yüreğin kârı değil, paylaşalım: Ne yapıp ye’simi kahreyleyeyim, bilmem ki? Öyle dehşetli muhitimde dönen matem ki!.. Ah! Karşımda vatan namına bir kabristan, Yatıyor şimdi… Nasıl yerlere geçmez insan? Şu mezarlar ki uzanmış gidiyor, ey yolcu, Nereden başladı yükselmeye, bak, nerde ucu!
Sağlık Şiirleri Sağlık Haftası Şiirleri Kısa Sağlıkla ilgili Şiirler
Sağlığımızı Koruyalım
Koru sağlığını bütün dertlerden Hastalıktan ölüm görmüş gibi kaç Al besini temiz yiyeceklerden. Vücut bol besine, geneşe muhtaç.
Gez temiz havada,iç temiz suyu, temizlik en güzel arkadaş olsun Zamanı gelince rahat et uyu Her zaman gürbüz ol benzinkan dolsun
Gül oyna,neşeli yaşa her zaman Neşe besinidir ruhun hayatta. Eleme, kederi hiç verme aman Dima neşeli ol.dertleri at da
Sağlıklı Yaşam
Tanrı hiç bir organını Eksik yaratmasın canlının, Yaratmasın insanoğlunu eksik, Çünkü neresi ağrırsa canı ordadır Ciğerinde, yüreğinde. Dişi ağrıdığında canı ağızındadır, Kafası ağrıyorsa beyindedir. Körlük çok kötüdür, çok…… Sağırlık, dilsizlik ondan iyi mi? Hele hele felç, yatalak, mongol. Hastalanmasın insan, Çürümesin tek bir organı Düşmesin hastanelere yolu Yinede yokluğu aranmasın doktorların. Ílaçlar, haplar, igneler iyi değildir, Vücut kendi eksiğini kendi gidersin. Kanser, Aids ugramasın kapımıza, Anam…, şuram ağrıyor demesin çocuklar. Bebeler acı içerisinde kıvranmasın gün boyu Derisi çizilmesin, tırnağı kırılmasın Eksik doğmasın insan Ömür boyu, yitirmesin en küçük organını, Ne gözlük takmak zorunda kalsın Nede topal deyneğiyle yürüsün. Dünyadaki tüm insanlar, Sağlam doğsun Sağlıklı yaşasın.
SAĞLIK ÖĞÜDÜ
Seviyorsan canını, Vücuduna iyi bak. Kuvvetlendir kanını, İstersen çok yaşamak.
Vakitli yat, erken kalk, Çok dikkat et zamana. Ne güzeldir çalışmak, Dinçlik verir insana.
Sen yaşartsan bu vatan, Ancak yaşar, yükselir. Bunu bil, böyle inan, Varlık sağlıktan gelir.
Vehbi Cem AŞKIN
VÜCUDUMUZ
Üç bölümdür vücudumuz, Baş, gövde kollar – bacaklar. Hepsini tutalım temiz İşleyip çalışacaklar.
Burun koku, dil tat duyar Hepsinin bir görevi var. Beşinci duyumuz deri Dokunmağa vardır yeri,
Sağ, sol arka ve önümüz Vücutta var dört yönümüz Kulak işitir, göz görür, El iş yapar, ayak yürür.
Vücuda iyi bakalım, Temiz mendil kullanalım. Temiz hava temiz suyu, Unutmayalım uykuyu,
Güneş sağlığın temeli. İyi gıdalar yemeli. Makine gibidir vücut, İyi koru çok temiz tut.