Facebook katiline ömür boyu hapis Kıskanç koca sosyal paylaşım sitesinde kendisini “bekar” olarak tanıtan karısını öldürdü.
İngiltere’de kıskanç koca, sosyal internet sitesi Facebook’taki medeni durumunu “bekar” olarak değiştirdiği için karısını öldürmek suçundan ömür boyu hapse mahkum edildi.
34 yaşındaki kamyon şoförü Wayne Forrester, karısıyla 15 yıllık beraberliğini bitirmeye karar verdikten sonra evden ayrıldı. Evden ayrıldıktan sonra 4 gün içinde karısı Emma’nın, Facebook’taki profiline “yeni erkeklerle tanışmak istediğini” belirten mesaj yazması ve medeni durumunu “bekar” olarak değiştirmesi üzerine kendini aşağılanmış hisseden koca, karısını bir gece uyurken bıçak ve satırla öldürdü.
Forrester, polise verdiği ifadede, karısının Facebook sayfasında yazdıklarını görünce annesini ve babasını telefonla arayarak kızlarının kendisini “bir aptal gibi gösterdiğini” söylediğini belirtti. Londra’nın güneyindeki Croydon’dan olan Forrester, telefondan sonra evine gittiği karısını yatağında bıçak ve satırla nasıl öldürdüğünü anlattı.
Hakim Brian Barker, Forrester’ın bu eyleminin haklı yanı bulunmadığını belirterek, bunun trajik bir cinayet olduğunu bildirdi. Hakim, kıskanç kocayı, 14 yıldan az olmamak şartıyla ömür boyu hapse mahkum etti.
Ben seni kocaman bir yürekle sevdim. Gözlerim değil, yüreğimdi seni gören. Sen damarlarımdaki kana karışıp, geldin oturdun yüreğime. Bir başka yerde olamazdın zaten. Sen, benim en değerli yerimde, yüreğimde olmalıydın, orada kalmalıydın. Çok aşka ev sahipliği yapan bu yürek, ilk kez bu kadar kolay kabullendi seni. Herhangi bir konuk değildin artık. Bu yüzden ne ağırlama faslı vardı, ne de uğurlama. O yüreğin gerçek sahibiydin.
Şimdi sonbahar, kışa giriyoruz ya… Ben dört mevsim baharı yaşadım seninle. Çiçek çiçek açtın yüreğimde. Gökkuşağı zayıf kaldı, senin renklerin karşısında. Taze bir yaprak gibi yeşildin. Açelya idin pembeliğinle. Üzerine çiğ taneleri düşmüş sarı güldün. Kırmızıydın bir ateş gibi. Ve maviydin… En çok bu renkle anmayı sevdim seni. Denize tutkundum, denizi sensiz, seni de denizsiz düşünemedim.
Seni severken dünyayı da sevdim ben, insanları da… Kendime bile dar gelirken, içinde herkese yer olan bir hayatın sahibiydim artık. En kızgın, en tahammülsüz olduğum anlarda bile, seni düşünmek yetti bana. İçimdeki sevinç yüzüme yansıdı, güldüm. Beni öylesine güldüren senin sevgindi ve ben kaygısız, içten gülüşün ne demek olduğunu, nasıl güzel bir şey olduğunu anladım seninle…
Her şeye rağmen sevdim seni. Güçlüydüm ve aşamayacağım hiçbir zorluk yoktu. Koca bir kente, koca bir ülkeye kafa tutabilirdim. Sen elimden tuttuğunda, patlamaya hazır bir volkan gibi hissederdim kendimi. Menzil sendin ve ben o menzile ulaşmak için önüme çıkan her şeyi yok edebilirdim. Sana ulaşmamı engelleyecek her şeyi eritirdim, kül ederdim. Sana ulaştığımdaysa sakin bir göle dönüşürdüm. Ve o göle bir tek sen girebilirdin.
Sevdim ve hayrandım da… Her halin çekti beni. Duruşunu, uyumanı, gülmeni, kızmanı, şaşkınlığını, saflığını, kurnazlığını, çocukluğunu, olgunluğunu sevdim. Sesini de sevdim suskunluğunu da. Küçük oyunlarını, kaprislerini, sitemlerini, korkularını sevdim. Seni ve o doyumsuz sevdanı, uçarı sevdanı anlatacak kelime bulamadım çoğu zaman. Sığmadın cümlelere ve hiçbir cümle seni yeterince tarif edecek kadar derin olmadı.
Seni severken yorulmadım. Çünkü sen yaşam kaynağıydın. Her gün yenilendim. Seninle çoğaldım, büyüdüm. Eksik kalan neyim varsa tamamladın. Ölmeyecektim çünkü sen ölmezliğin ta kendisiydin.
İstanbul’un Fethi ile ilgili şiirler, İstanbul’un Fethi şiirleri, istanbulun Fethi Şiir,
İstanbul’un Fethi
Aştık geçilmez dağlar üstünden Öyle vakur, öyle heybetli Vardık ot bitmeyen vadilere Ayağımız değdi yeşerdi!
Gönlümüzde büyüklüğü Asya’nın Yıktı köhneliğini orta zamanın Zamanın karanlığı ortasında Şimşek örneği parlayan kılıcımız Nur yağdırdı aydınlık yeni günlere Eskilik, karanlık düşüverince yere, Dağlar, denizler misali, Yol verdi gemilere!
Başkent Ankara şiirleri, Ankara şiiri, Ankarayla ilgili şiir, Ankara için yazılmış şiir
Ankara
Ne istersen var şu Van’da Kürtlerin kurutulmuş gölü Siyasetin projesine düştü, ömür.. Yeşillenir küçük bir kır
İstendi mi göz boyamak Baş üstüne teşkilatım Terörle sokak, ocak, bucak Giremem ki konuya ve edemem seyahat
Ankara’nın başında belalı İstanbul Radyosunu geçmiş tiril tiril televizyon. Gözümde kilo metrelerce uzakta kalmış Varılmayan nasibim, dağlar ardında koca semt.
Ankara’nın Üsküdar’ında dert başta Hayal kurmak istiyorum güzeliyle Bir apel beklerim koca kentten Dünden sorumsuz yarına bir sitem
Birinde ezgisi var Anadolu’nun Çobanların gözdesi denizler Zengin olmak için müstakiller yaraşır ( ) Yetmeyen memlekete ithal et karışır ( )
Birinde ezgisi var Anadolu’nun Birinde müzik var, ötekinde zılgıt Birinde mektup var, diğerinde resim Bir araya gelinse bu düşler anlaşılmaz
Birinde var bir bildiğim O beni takmayan aklı başında Unutmuş, geçmiş ve bitmişle sona eren Ve yalnız başlayan bir sonun hikayesi
Benden bir selam alırsın Ardından her bitimin ucunda özlemler Seni anarım yağan karla Sen olsan şimdi başımda
ANKARA’M
Yolların ırağından sana geldim bak! Yine bir kasım akşamında Ankara’m Savrulan ruhum ile dans ettiler Sarı yaprak, kızıl çam, mavi duman Nedir bu heyecan telâş? Gelişime sürur sesimi yoksa? Mahir zaman eşiğinden seyrettim seni Hatırımı soran akşamda…
Tutunacak dal buldum, dize derman olacak Yorgun yol ortasında azıcık nefeslendim Ilıman nefesinle okşanınca narin ruhum İhrama girer gibi, bir his ile beslendim
Gecenin gizeminde hüznün rengi Yorgun gözlerime aksetti sandım Puslu aynalar bana gülümserken Geçen bahar mevsimine uyandım.
Bir sanat eserini ziyaretmiş bu geliş Dünden vefa beklemek en büyük gaflet imiş
Bir zamanlar, Bırakmıştım sana bir manada Epeyce içi dolu hatıra… İyi bakmışsın emanetim güvende hala İki günlük sürenin keyfini süreyim bırak Yetmez mi ezdirdiğim kendimi onca zamana Minnet borcumu elbet bir gün, Elbet bir gün ödeyeceğim sana…! Asuman Soydan Atasayar
ANKARA’DA İKİ MEVSİM
Önce sert rüzgarlar esti. Yapraklar çınarlara, Kestaneler atlarına küstü. İndiler aşağı,birer ikişer. Kiminin kabuğu dikenli, kiminin patlak. Baktılar! Öbür yapraklar da atladılar. Ağaçlar kaldı çırılçıplak… Geçti yaz.
Sonbahar nazlandı, Kaldırımdan kaldırıma, Sürüklendi biraz, Çöpçüler çok kızdılar. Sonbaharı süpürüp bidonlara koydular. Kimse görmesin diye. Gece Mamak’a götürdüler, Ben gördüm,bilirim. Orda birileri sağa sola bakar, Kibrit çakıp sonbaharı yakar. Kesin yaktılar… Hem kel hem fodul kaldı Kumrular.
Ve bugün Ankara Bensiz seninle yaşadığı günlerden birini, Sensiz benimle yaşadı. Lapa,lapa kar yağdı. Çatılar duvak,yerler gelinlik giydi. Kartopu oynadık,kardan adam yaptık. Akşam,Bartın kestanesi soyduk…
Sabah sığırcıklar serçeler Daldan dala uçtular ama nafile, Karlar altında kaldı bütün nevale… Penceremizdeki karı oyduk İçine bayat pilav koyduk…
Gözükmüyor sisli dağları Ankara’nın. Mektuplarında yazdığın güzelliği kalmadı, İlkbaharın,yazın… Ve ben o ilkbaharı, O yazı hiç görmedim… Ve şimdi soğuk… Çok üşüyorum canım…
Sis Sarmış ufuklarını senin gene inatçı bir duman, beyaz bir karanlık ki, gittikçe artan ağırlığının altında herşey silinmiş gibi, bütün tablolar tozlu bir yoğunlukla örtülü; tozlu ve heybetli bir yoğunluk ki, bakanlar onun derinliğine iyice sokulamaz, korkar! Ama bu derin karanlık örtü sana çok lâyık; lâyık bu örtünüş sana, ey zulümlér sâhası! Ey zulümler sâhası… Evet, ey parlak alan, ey fâcialarla donanan ışıklı ve ihtişamlı sâha! Ey parlaklığın ve ihtişâmın beşiği ve mezarı olan, Doğu’nun öteden beri imrenilen eski kıralıçesi! Ey kanlı sevişmeleri titremeden, tiksinmeden sefahate susamış bağrında yaşatan. Ey Marmara’nın mavi kucaklayışı içinde sanki ölmüş gibi dalgın uyuyan canlı yığın. Ey köhne Bizans, ey koca büyüleyici bunak, ey bin kocadan artakalan dul kız; güzelliğindeki tâzelik büyüsü henüz besbelli, sana bakan gözler hâlâ üstüne titriyor. Dışarıdan, uzaktan açılan gözlere, süzgün iki lâcivert gözünle nekadar canayakın görünüyorsun! Canayakın, hem de en kirli kadınlar gibi; içerinde coşan ağıtların hiç birine aldırış etmeden. Sanki bir hâin el, daha sen şehir olarak kuruluyorken, lânetin zehirli suyunu yapına katmış gibi! Zerrelerinde hep riyakârlığın pislikleri dalgalanır, İçerinde temiz bir zerre aslâ bulamazsın. Hep riyânın çirkefi; hasedin, kârgüdmenin çirkeflikleri; Yalnız işte bu… Ve sanki hep bunlarla yükselinecek. Milyonla barındırdığın insan kılıklarından Parlak ve temiz alınlı kaç adam çıkar?
Örtün, evet ey felâket sahnesi… Örtün artık ey şehir; örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahbesi! Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar; Kaatil kuleler, kal’ali ve zindanlı saraylar. Ey hâtıraların kurşun kaplı kümbetlerini andıran, câmîler; ey bağlanmış birer dev gibi duran mağrur sütunlar ki, geçmişleri geleceklere anlatmıya memurdur; ey dişleri düşmüş, sırıtan sur kafilesi. Ey kubbeler, ey şanlı dilek evleri; ey doğruluğun sözlerini taşıyan minâreler. Ey basık tavanlı medreseler, mahkemecikler; ey servilerin kara gölgelerinde birer yer edinen nice bin sabırlı dilenci gürûhu; “Geçmişlere Rahmet! ” diye yazılı kabir taşları. Ey türbeler, ey herbiri velvele koparan bir hâtıra canlandırdığı halde sessiz ve sadâsız yatan dedeler! Ey tozla çamurun çarpıştığı eski sokaklar; ey her açılan gediği bir vak’a sayıklıyan vîrâneler, ey azılıların uykuya girdikleri yer. Ey kapkara damlariyle ayağa kalkmış birer mâtemi sembole eden harap ve sessiz evler; ey herbiri bir leyleğe yahut bir çaylağa yuva olan kederli ocaklar ki, bütün acılıklariyle somutmuş, ve yıllardır tütmek ne… çoktan unutulmuş! Ey mîdelerin zorlaması zehirinden ötürü her aşâlığı yiyip yutan köhne ağızlar! Ey tabi’atin gürlükleri ve nimetleriyle dolu bir hayata sâhip iken, aç, işsiz ve verimsiz kalıp her nâmeti, bütün gürlükleri, hep kurtuluş sebeplerini gökten dilenen tevekkül zilleti ki.. sahtadir! Ey köpek havlamaları, ey konuşma şerefiyle yükselmiş olan insanda şu nankörlüğe lânet yağdıran feryât! Ey faydasız ağlayışlar, ey zehirli gülüşler; ey eksinlik ve kaderin açık ifadesi, nefretli bakışlar! Ey ancak masalların tanıdığı bir hâtıra: Nâmus; ey adamı ikbâl kıblesine götüren yol: Ayak öpme yolu. Ey silahlı korku ki, öksüz ve dulların ağzındaki her tâlih şikayeti yapageldiğin yıkımlardan ötürüdür! Ey bir adamı korumak ve hürriyete kavuşturmak için yalnız teneffüs hakkı veren kanun masalı! Ey tutulmıyan vaitler, ey sonsuz muhakkak yalan, ey mahkemelerden biteviye kovulan “hak”! Ey en şiddetlikuşkularla duygusu kö¨rleşerek vicdanlara uzatılan gizli kulaklar; ey işitilmek korkusuyle kilitlenmiş ağızlar. Ey nefret edilen, hakîr görülen millî gayret! Ey kılıç ve kalem, ey iki siyasî mahkûm; ey fazilet ve nezâketin payı, ey çoktan unutulan bu çehre! Ey korku ağırlığından iki büklüm gemeye alışmış zengin – fakir herkes, meşhur koca bir millet! Ey eğilmiş esir baş, ki ak-pak, fakat iğrenç; ey tâze kadın, ey onu tâkîbe koşan genç! Ey hicran üzgünü ana, ey küskün karı-koca; ey kimsesiz; âvâre çocuklar… Hele sizler, hele sizler…
Örtün, evet, ey felâket sahnesi… Örtün artık ey şehir; Örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi!
Kurumuş toprağa düşer gözyaşlarım gibi eylül yağmurları…
Yaşanan bir an’dan geriye kalan siyah beyaz bir fotoğraf.
Yaz bitti.
Ayrılıkların yazgısı neden eylül?
Bu eylül bahçesi yağan yağmur serinliğince ıssız, yokluğun kadar.
Nereden bileceksin duvarlarla çevrili sensizliğin adresini, kendine küskün her yalnızlığımın yolunda ne çileler çektiğimi haykırmasam bu eylül yağmurlarına…
Şimdi sana bırakıyorum bu eylül tarihimi; sarıl bana, koca bir düşü barındıran yürek gibi…
Avuçlarında yağmur damlaları ve başucunda yıldızlar; savrulan her yaprak suskunluğu anlatır elbet bir gün sana neden kırgın olduğunu yüreğimin, ayrılıklara…