Sis Sarmış ufuklarını senin gene inatçı bir duman, beyaz bir karanlık ki, gittikçe artan ağırlığının altında herşey silinmiş gibi, bütün tablolar tozlu bir yoğunlukla örtülü; tozlu ve heybetli bir yoğunluk ki, bakanlar onun derinliğine iyice sokulamaz, korkar! Ama bu derin karanlık örtü sana çok lâyık; lâyık bu örtünüş sana, ey zulümlér sâhası! Ey zulümler sâhası… Evet, ey parlak alan, ey fâcialarla donanan ışıklı ve ihtişamlı sâha! Ey parlaklığın ve ihtişâmın beşiği ve mezarı olan, Doğu’nun öteden beri imrenilen eski kıralıçesi! Ey kanlı sevişmeleri titremeden, tiksinmeden sefahate susamış bağrında yaşatan. Ey Marmara’nın mavi kucaklayışı içinde sanki ölmüş gibi dalgın uyuyan canlı yığın. Ey köhne Bizans, ey koca büyüleyici bunak, ey bin kocadan artakalan dul kız; güzelliğindeki tâzelik büyüsü henüz besbelli, sana bakan gözler hâlâ üstüne titriyor. Dışarıdan, uzaktan açılan gözlere, süzgün iki lâcivert gözünle nekadar canayakın görünüyorsun! Canayakın, hem de en kirli kadınlar gibi; içerinde coşan ağıtların hiç birine aldırış etmeden. Sanki bir hâin el, daha sen şehir olarak kuruluyorken, lânetin zehirli suyunu yapına katmış gibi! Zerrelerinde hep riyakârlığın pislikleri dalgalanır, İçerinde temiz bir zerre aslâ bulamazsın. Hep riyânın çirkefi; hasedin, kârgüdmenin çirkeflikleri; Yalnız işte bu… Ve sanki hep bunlarla yükselinecek. Milyonla barındırdığın insan kılıklarından Parlak ve temiz alınlı kaç adam çıkar?
Örtün, evet ey felâket sahnesi… Örtün artık ey şehir; örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahbesi! Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar; Kaatil kuleler, kal’ali ve zindanlı saraylar. Ey hâtıraların kurşun kaplı kümbetlerini andıran, câmîler; ey bağlanmış birer dev gibi duran mağrur sütunlar ki, geçmişleri geleceklere anlatmıya memurdur; ey dişleri düşmüş, sırıtan sur kafilesi. Ey kubbeler, ey şanlı dilek evleri; ey doğruluğun sözlerini taşıyan minâreler. Ey basık tavanlı medreseler, mahkemecikler; ey servilerin kara gölgelerinde birer yer edinen nice bin sabırlı dilenci gürûhu; “Geçmişlere Rahmet! ” diye yazılı kabir taşları. Ey türbeler, ey herbiri velvele koparan bir hâtıra canlandırdığı halde sessiz ve sadâsız yatan dedeler! Ey tozla çamurun çarpıştığı eski sokaklar; ey her açılan gediği bir vak’a sayıklıyan vîrâneler, ey azılıların uykuya girdikleri yer. Ey kapkara damlariyle ayağa kalkmış birer mâtemi sembole eden harap ve sessiz evler; ey herbiri bir leyleğe yahut bir çaylağa yuva olan kederli ocaklar ki, bütün acılıklariyle somutmuş, ve yıllardır tütmek ne… çoktan unutulmuş! Ey mîdelerin zorlaması zehirinden ötürü her aşâlığı yiyip yutan köhne ağızlar! Ey tabi’atin gürlükleri ve nimetleriyle dolu bir hayata sâhip iken, aç, işsiz ve verimsiz kalıp her nâmeti, bütün gürlükleri, hep kurtuluş sebeplerini gökten dilenen tevekkül zilleti ki.. sahtadir! Ey köpek havlamaları, ey konuşma şerefiyle yükselmiş olan insanda şu nankörlüğe lânet yağdıran feryât! Ey faydasız ağlayışlar, ey zehirli gülüşler; ey eksinlik ve kaderin açık ifadesi, nefretli bakışlar! Ey ancak masalların tanıdığı bir hâtıra: Nâmus; ey adamı ikbâl kıblesine götüren yol: Ayak öpme yolu. Ey silahlı korku ki, öksüz ve dulların ağzındaki her tâlih şikayeti yapageldiğin yıkımlardan ötürüdür! Ey bir adamı korumak ve hürriyete kavuşturmak için yalnız teneffüs hakkı veren kanun masalı! Ey tutulmıyan vaitler, ey sonsuz muhakkak yalan, ey mahkemelerden biteviye kovulan “hak”! Ey en şiddetlikuşkularla duygusu kö¨rleşerek vicdanlara uzatılan gizli kulaklar; ey işitilmek korkusuyle kilitlenmiş ağızlar. Ey nefret edilen, hakîr görülen millî gayret! Ey kılıç ve kalem, ey iki siyasî mahkûm; ey fazilet ve nezâketin payı, ey çoktan unutulan bu çehre! Ey korku ağırlığından iki büklüm gemeye alışmış zengin – fakir herkes, meşhur koca bir millet! Ey eğilmiş esir baş, ki ak-pak, fakat iğrenç; ey tâze kadın, ey onu tâkîbe koşan genç! Ey hicran üzgünü ana, ey küskün karı-koca; ey kimsesiz; âvâre çocuklar… Hele sizler, hele sizler…
Örtün, evet, ey felâket sahnesi… Örtün artık ey şehir; Örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi!
Bir ömr-i muhayyel…Hani gülbünler içinde Bir kuşcağızın ömr-i bahârîsî kadar hoş; Bir ömr-i muhayyel…Hani göllerde,yeşil,boş Göllerde,o sâfiyet-i vecd-âver içinde Bir dalgacığın ömrü kadar zaîl ü muğfel Bir ömr-i muhayyel!
Yalnız ikimiz,bir de o:Ma’bûde-i şi’rim; Yalnız ikimiz,bir de onun zıll-ı cenâhı; Hâkîlere bahş eyleyerek hâk-i siyâhı Dûşunda beyaz bir bulutun göklere âzim. Her sahn-ı hakîkatten uzak,herkese mechûl; Bir safvet-i masûmenin âgûş-ı terinde, Bir leyle-i aşkın müteennî seherinde Yalnız ikimiz sayd-ı hayâlât ile meşgul.
Savtındaki eş’ar-ı pür-âhenk ile mâlî, Şİ’rimdeki elhan-ı muhabbetle nagam-saz, Ah istiyorum,göklere âmâde-i pervâz Bir lâne-i âvârede bir ömr-i hayâlî…
Bir ömr-i hayâlî…Hani gülbünler içinde Bir kuşcağızın ömr-i bahârîsî kadar hoş; Bir ömr-i hayâlî…Hani göllerde,yeşil,boş Göllerde,o sâfiyet-i vecd-âver içinde Bir dalgacığın ömrü kadar zaîl ü hâlî Bir ömr-i hayâlî!
Tevfik Fikret Sen Olmasan Şiiri Tevfik Fikret Sen Olmasan Sen Olmasan Şiiri Tevfik Fikret SEN OLMASAN Puan Ver : Sen olmasan… Seni bir lâhza görmesem yâhut, Bilir misin ne olur? Semâ, güneş ebediyyen kapansa, belki vücud Bu leyl-i serd ile bir çâre-i teennüs arar, Ve bulur; Fakat o zulmete mümkün müdür alıştırmak Bütün güneşle, semâlarla beslenen rûhu, Bu rûh-ı mecrûhu?..
Sen olmasan… Seni bulmak hayâli olsa muhâl, Yaşar mıyım dersin? Söner ufûlüne bir lâhza kaail olsa hayâl; Soğur, donar, kırılır senden ayrılınca nazar Ne hazin Gelir hâyât o zaman hem vücûda hem rûha, Yaşar mıyız seni kaybetsek âh ben, kalbim, Bu kalb-i muztaribim?
Sen olmasan… Bu samîmî bir îtirâf işte; Sen olmasan yaşayamam: Seninle rabıtamız hoş bir îtilâf işte; Fakat bu râbıta hâlî mi rûhu ezmekten?… Akşam Gurûba karşı düşündüm sükûn içinde bunu: Fenâ değil sevişip ağlamak, fakat heyhât, Bükâya değse hayat!.. Tevfik Fikret
– Bugün açız yine evlatlarım, diyordu peder Bugün açız yine; lakin yarın, ümid ederim Sular biraz daha sakinleşir… Ne çare, kader
– Hayır, sular ne kadar coşkun olsa ben giderim Diyordu oğlu, yarın sen biraz ninemle otur Zavallıcık yine kaç gündür işte hasta
– Olur Biraz da sen çalış oğlum, biraz da sen çabala Ninen baban, iki miskin, biz artık ölmeliyiz Çocuk düşündü şikayetli bir nazarla: – Ya biz Ya ben nasıl yaşarım siz ölürseniz
Hâlâ Dışarda gürleyerek kükremiş bir ordu gibi Döğerdi sahili binlerce dalgalar asabi
– Yarın sen ağları gün doğmadan hazırlarsın Sakın yedek biraz ip, mantar almadan gitme… Açınca yelkeni hiç bakma, oynasın varsın Kayık çocuk gibidir: Oynuyor mu kaydetme Dokunma keyfine; yalnız tetik bulun, zira Deniz kadın gibidir: Hiç inanmak olmaz ha
Deniz dışarda uzun sayhalarla bir hırçın Kadın gürültüsü neşreyliyordu ortalığa
– Yarın küçük gidecek yalnız, öyle mi, balığa – O gitmek istedi; “Sen evde kal!” diyor… – Ya sakın O gelmeden ben ölüsem
Kadın bu son sözle Düşündü kaldı; balıkçıyla oğlu yan gözle Soluk dudaklarının ihtizaz-ı hasirine Bakıp sükut ediyorlardı, başlarında uçan Kazayı anlatıyorlardı böyle birbirine Dışarda fırtına gittikçe pür-gazab, cuşan Bir ihtilac ile etrafa ra’şeler vererek Uğulduyordu…
– Yarın yavrucak nasıl gidecek
Şafak sökerken o, yalnız, bir eski tekneciğin Düğümlü, ekli, çürük ipleriyle uğraşarak İlerliyordu; deniz aynı şiddetiyle şırak – şırak döğüp eziyor köhne teknenin şişkin Siyah kaburgasını… Ah açlık, ah ümid Kenarda, bir taşın üstünde bir hayal-i sefid Eliyle engini güya işaret eyleyerek Diyordu: “Haydi nasibin o dalgalarda, yürü!”
Yürür zavallı kırık teknecik, yürür; “Yürümek Nasibin işte bu! Hâlâ gözün kenarda… Yürü!” Yürür, fakat suların böyle kahr-ı hiddetine Nasıl tahammül eder eski, hasta bir tekne?
Deniz ufukta, kadın evde muhtazır… Ölüyor Kenarda üç gecelik bar-ı intizariyle Bütün felaketinin darbe-i hasariyle Tehi, kazazede bir tekne karşısında peder Uzakta bir yeri yumrukla gösterip gülüyor Yüzünde giryeli, muzlim, boğuk şikayetler… Tevfik Fikret
Tevfik Fikret Tarihi Kadim Şiiri Tarihi Kadim Tevfik Fikret Şiiri Tevfik Fikret Tarihi Kadim TARİH’İ KADİM Puan Ver : İşte, der, insanoğlunun geçmiş hayatı bu. Ve başlar bize maval okumaya. Ninniler uydurup uyutur bizi dedelerimizin derin boşluklar içinde, uzun, zifiri karanlık hayatından. Gösterir bize evvel zamanı, tek doğru, en güzel örnek, der. Bakarsın gelecek günlerin farkı yok geçen geceden. Senin tarih dediğin işte budur, alnında altı bin yıllık buruşuklar ve bir o kadar da kuşku. Başı geçmişe bir düşe değer, sürünür ayağı bomboş bir geleceğe, bir deri bir kemik, ayakta zorla durur.
Ben hiç tiksinmem ondan, karşıma alırım onu arada bir, anlat bakalım, derim, şu eskilerden. Bir parça feylesofa benzer o, bir parça sırtlana benzer, berbat suratıyla da bir hortlağa. Yoklar mezarını unutulmuş gecelerin, başlar paslı, boğuk bir sesle bir bir bana anlatmaya, sırasıyle, ne olmuş ne bitmişse: Hep yıkım üstüne yıkım, acı üstüne acı! Ne vakit geçse anlı şanlı bir ordu, çöküverir ağır gölgesi bir bulutun, kanlar yağar dört bir yana. En başta bir kanlı bayrak. Kanlı bir taç gelir arkasından. Sonra araçlar sökün eder kan içinde: Balta, topuz, yay, kılıç, mızrak, mancınık, top, tüfek, sapan. Arada, kanlı komutanlar ve savaş birlikleri. En son alay alay esirler geçer. Yenen bir kişiye yenilen on kişi, çiğneyen haklı, yiğnenen hapı yuttu. Yıkımlara, acılara alkış tut, yüksekten bakanlar önünde eğil, insafla birdir aşşağılık ve namussuzluk, doğruluk lafta, yürekte değil, iyilik ayaklarda, kötülük kucaklarda. Bir gerçek var, tek bir gerçek: Eli kolu bağlayan zincir. Bir tek şey var sözü geçen: yumruk. Hak güçlünün, kötünün yanı. Uzun lafın kısası: Ezmeyen ezilir! Nerde bir şeref var, iğreti. Nerde bir mutluluk var, yama. Bir şeyin ne başına inan ne sonuna. Din şehit ister, gökyüzü kurban. Her yanda durmadan kan akacak, durmadan her yanda kan!
İşte böyle inler, sayıklar o, anlatır insanoğlunun bu belalı ömrü ne yolda, nasıl sürdüğünü. Bakarım iskeletin kanlar köpürür dişlek ağzında. Duyarım sesinin titreyen kuyusunda yankısını korkunç bir iniltinin, ben de başlarım birdenbire titremeye, toprak da tiksintiyle titremiş gibi gelir bana. Savaşın gürültüsü, patırtısı, indir artık indir bu acıklı sahnenin perdesini! Dinsin sonu gelmeyen bu karışıklık! Sen de, gelenekçi iskelet, yazdığın kara yazılara bir son ver, aydınlığa susadık biz, aydınlığa susadık. Uzun karanlıklar içinde uyumak isteyen mi var? Bizden iyi geceler onlara, bizden onlara iyi uykular! Kimsin, ey gölge, kendinden geçmiş, koşuyorsun karanlıklara doğru? Kanla oynamış gibisin, kırmış geçirmişsin insanoğlunu. Sen buna kahramanlık mı dedin? Onun kökü kan ve hayvanlık be? Şehirler çiğne, ordular dağıt, kes, kopar, kır, sürükle, ez, vur, yak ve yık. Yalvarmalara yakarmalara boş ver, gözyaşlarına iniltilere aldırma. Ölümle, acıyla doldur geçtiğin yeri, ne ekin ko, ne ot ko, ne yosun. Sönsün evler, sürünsün insanlar orda burda, kalmasın alt üst olmayan hiçbir yer, mezar taşına dönsün her ocak, damlar çöksün yetimlerin başına. Bu ne alçaklık böyle bu ne namussuzluk! Hey bana bak, başbuğ musun ne? Yerin dibine bat, cakanla gösterişinle! Her başarı bir yıkım bir mezarlık, işte bir yavrucak yatıyor şurda, ey cihangir, onu gör de utan! Devril, bağımsızlığın eskimiş tahtı, devril, nice acılar verdin bütün insanlara, inim inim inlettin bütün insanları. Parçalan, kararmış tac, tuz buz ol, hep senin yüzünden yoksulluğu insanların. Göz yaşından incilerin nerde hani? Nasıl da yosun tutmuşlar, bi görsen! Eski çağlar nasıl kanmış size? Ey kan içen kargalar, bütün karanlıklar sizinle dolu! Artık yeter fikri susturduğunuz, yerini hiç bir şey tutamaz bu dünyada zincirsiz, kelepçesiz yaşamanın. Hadi gidin tarih korusun sizi, -haydutlara en iyi sığınaktır gece-, gidin, yok olun siz de o mezarlıkta. İşte müjdelerin en güzeli, işte en gerçek özgürlük düşümüzdeki gelecek çağlarda: Ne savaş, ne savaşan, ne salgın, ne saltanat, ne yoksulluk, ne ezen, ne ezilen, ne yakınma, ne de zulmün kahrı, ne tapılan, ne tapan, ben benim, sen de sen!
Ey soyulan iskelet, kimse bilmeyecek o zaman, kimse bilmeyecek senin sayıp döktüklerini, savaş ne, karışıklık ne, zafer ne, anlaşma ne? Belki duyulmadık bir öykü, belki korkunç bir masal. Çok sürmez köhne kitap, fikri gömen sayfaların bugün olmazsa yarın yırtılacak. Ama kim yapacak dersin bu işi? Bu öyle büyük, öyle kocaman bir devrim ki, hangi güç kalkar, ben yaparım der? Yerlerin ve göklerin sahibi mi? Tamam, işte oldu şimdi! Yeri göğü elinde tutan o kibirli, o somurtkan ve dokunulmaz. Bütün bu kavgalar onun yüzünden değil mi? Gökyüzü, sen söyle, yüzyıllarca sel gibi akan su, – şimdi esrik bir ağzın türküsü, kuru sesi zindandaki bir adamın, iç açan bir söz ya da yakan bir söz şimdi, bir geniş “oh!”, bir derin “eyvah!”, bir yakarış, bir övgü, Şimdi tüy gibi bir rüzgar, Şimdi ağzın bir kasırga. Dokunaklı bir yakınma şimdi, sabredemeyen bir başa kakma, bir titreme, bir çan sesi, bir savaş davulunun gümbürtüsü, için için ağlamasi çaresizliğin, kahrın iyilikbilir kişnemesi, bir söylev, apaçık, gürül gürül, Şimdi utangaç ve hasta bir yalvarış, bir rahatlık bir iç sıkıntısı, Şimdi korkunç bir haykırma – bütün bu karman çorman gürültü patırtıyla inleyen boş kubbe, sen söyle! Sen ki her sesi yankılayansın, söyle, bu bir sürü boş çabalama içinde, daha yukarlardaki şu tanrı katına hangi sesin yankısı varabilmiş ki? Hangi dua kabul olmuş bugüne dek? Binlerim seni, göklerin tanrısı, din ulularından dinlerim seni: “Ne benzer var, ne noksanı, canlı ve ölümsüz ve her şeye gücü yeten ve yüce. Odur veren yiyeceği içeceği, düşleri gerçek yapan o, bilen, haberi olan, kahreden ve öç alan, açık, kapalı her şeyi duyan ve anlayan, el uzatan yoksullara ve çaresizlere, her zaman her yerde bulunan ve her yeri gören…” Seni böyle övüp duruyorlar işte. Oysa senin en üstün özelliğin ne, “Ortaksız” oluşun değil mi? Kaç ortağın var şu bataklıkta, bir bak. Topu ölümsüz ve her şeye gücü yeten ve kahreden. Ve topu ortaksız ve tek. Ve topunun buyruğu yasağı ve saltanatı var, ve topunun yukarlarda bir gökyüzü. Bütün ordan gelir yüreğe doğan. Topunun güneşi, ayı, yıldızları var, ve topunun görünmez bir tanrısı. Topunun adanan bir cenneti var, ve topunun bir varlığı, bir yokluğu, ve topunun saygıdeğer bir peygamberi. Ve topunun cennetinde körpecik güzel kızlar yaşar. Ve topunun cehenneminde birer lokmadır insancıklar. Tanrılar ne derse onu yapacak halk, sabırla ve kahırla olacak iki büklüm. Ama tanrılar ne derse onu yapacak.
İnanasım gelmiyor bunların hiçbirine. “Ne bileyim?” diyor kime sorsam. Hepsi bir kuruntu mu bunların yoksa? Belki aldanmak yaşamanın bir gereği. Belki de hepsi de doğrudur, kim bilir, belki ben hiç bir şeyin farkında değilim, karıştırmaktayım “yok” la “var” ı. Kusurum ne? Kuşkuda olmak mı? Kuşku koşmaktır aydınlıklara doğru. İnsan aklıdır eninde sonunda gerçeği bulacak olan. Belki de yok olacağız bir gün topumuz birden. Kimbilir, öbür dünya belki de var. Madem bu beden o ölümsüzün işi, ne diye kıvranır durur bin türlü dert içinde? Hadi diyelim aslımız toprak bizim, sen gel onu kederden bir çamur yap. – her yeri kanla, göz yaşıyla dolu – insaf be, bu kadarı da olur mu? Sen gel hem yoktan var et, sonra da ettiğini boz, kötüle. Hiç bir yaradandan ummam bunu: Yaradan yok eder, ama perişan etmez!
En zorlu düşmanın işte, tanrı, boğmak ister seni ulu katında, çok iyi tanırsın sen o yılanı, onun kızgın zehrinden bir vakitler bize bir tadımlık vermiştin hani. Kuşku! En zalim en güçlü düşman. Bunu ya bildin ya koydun kafamıza, ya da bilemedin işin nereye varacağını. “şeytanlık, düzen, sapıklık” denen şey var ya, bugün yerinden yurdundan edecek seni o. Tapınağında ışıklarını söndürüyor, elleriyle parçalıyor heykelini. Sense, iler tutar yerin kalmamış, göçüp gidiyorsun olanca gücünle. Burçlarında yıkılmalar falan hani? Nerde hani gümbürtüsü yıldırımlarının? O kızgın soluğun hani nerde? Ne cehennemlerinde bir kaynama var? Ne büyük acını gören bir göz. Ne de kulaklarda dokunaklı bir çınlama. Oysa bir ufak parçası kopsa insanın, bir sızlanma olur, duyulur bir ağlaşma. Sen Yeryüzü ve Gökyüzü’nle göç gir de, bir inilti bile duyulmasın ortalıkta. Tam tersi, kahkahadan geçilmiyor. Zaten yalana ağlasa ağlasa, bir ikiyüzlüler ağlar, bir de ahmaklar.
Aşık Veysel kara toprak sözleri Kara Toprak Şiiri Aşık Veysel Aşık Veysel Kara Toptak Türküsünün sözleri
KARA TOPRAK
Dost dost diye nicesine sarıldım Benim sadık yarim kara topraktır. beyhude dolandım, boşa yoruldum Benim sadık yarim kara topraktır. Nice güzellere bağlandım kaldım Ne bir vefa gördüm ne fayda buldum Her türlü istediğim topraktan aldım Benim sadık yarim kara topraktır
Koyun verdi, kuzu verdi, süt verdi Yemek verdi, ekmek verdi, et verdi Kazma ile dövmeyince kıt verdi Benim sadık yarim …Dost dost diye nicesine sarıldım Benim sadık yarim kara topraktır. beyhude dolandım, boşa yoruldum Benim sadık yarim kara topraktır. Nice güzellere bağlandım kaldım Ne bir vefa gördüm ne fayda buldum Her türlü istediğim topraktan aldım Benim sadık yarim kara topraktır
Koyun verdi, kuzu verdi, süt verdi Yemek verdi, ekmek verdi, et verdi Kazma ile dövmeyince kıt verdi Benim sadık yarim kara topraktır
Adem´den bu deme neslim getirdi Bana türlü türlü meyve bitirdi Her gün beni tepesinde götürdü Benim sadık yarim kara topraktır.
Karnın yardım kazmayınan, belinen Yüzün yırttım tırnağınan, elinen Yine beni karşıladı gülünen Benim sadık yarim kara topraktır
İşkence yaptıkça bana gülerdi bunda yalan yoktur herkes de gördü Bir çekirdek verdim, dört bostan verdi Benim sadık yarim kara topraktır.
Havaya bakarsam hava alırım Toprağa bakarsam dua alırım Topraktan ayrılsam nerde kalırım Benim sadık yarim kara topraktır.
Bir dileğin varsa iste Allah´tan Almak için uzak gitme topraktan Cömertlik toprağa verilmiş Hak´tan Benim sadık yarim kara topraktır.
Hakikat istersen açık bir nokta Allah kula yakın, kul da Allah´a Hakkın gizli hazinesi toprakta Benim sadık yarim kara topraktır.
Bütün kusurumu toprak gizliyor Melhem çalıp yaralarım düzlüyor Kolun açmış yollarımı gözlüyor Benim sadık yarim kara topraktır.
Her kim ki olursa bu sırra mazhar Dünyaya bırakır ölmez bir eser Gün gelir Veysel´i bağrına basar Benim sadık yarim kara topraktır.
Ümit yaşar oğuzcan milyon kere ayten şiiri Milyon kere ayten ümit yaşar oğuzcan
MİLYON KERE AYTEN
Ben bir Ayten´dir tutturmuşum Oh ne iyi Ayten´li içkiler içip Sarhoş oluyorum ne güzel Hoşuma gitmiyorsa rengi denizlerin Biraz Ayten sürüyorum güzelleşiyor Şarkılar söylüyorum Şiirler yazıyorum Ayten üstüne Saatim her zaman Ayten´e beş var Ya da Ayten´i beş geçiyor Ne yana baksam gördüğüm o Gözümü yumsam aklımdan Ayten geçiyor Bana sorarsanız mevsimlerden Aytendeyiz Günlerden Aytenert…Ben bir Ayten´dir tutturmuşum Oh ne iyi Ayten´li içkiler içip Sarhoş oluyorum ne güzel Hoşuma gitmiyorsa rengi denizlerin Biraz Ayten sürüyorum güzelleşiyor Şarkılar söylüyorum Şiirler yazıyorum Ayten üstüne Saatim her zaman Ayten´e beş var Ya da Ayten´i beş geçiyor Ne yana baksam gördüğüm o Gözümü yumsam aklımdan Ayten geçiyor Bana sorarsanız mevsimlerden Aytendeyiz Günlerden Aytenertesidir Odur gün gün beni yaşatan Onun kokusu sarmıştır sokakları Onun gözleridir şafakta gördüğüm Akşam kızıllığında onun dudakları Başka kadını övmeyin yanımda gücenirim Ayten´i övecekseniz ne ala, oturabilirsiniz Bir kadehte sizinle içeriz Ayten´li İki laf ederiz Onu siz de seversiniz benim gibi Ama yağma yok Ayten´i size bırakmam Alın tek kat elbisemi size vereyim Cebimde bir on liram var Onu da alın gerekirse Ben Ayten´i düşünürüm, üşümem Üç kere adını tekrarlarım, karnım doyar Parasızlık da bir şey mi Ölüm bile kötü değil Aytensizlik kadar Ona uğramayan gemiler batsın Ondan geçmeyen trenler devrilsin Onu sevmeyen yürek taş kesilsin Kapansın onu görmeyen gözler Onu övmeyen diller kurusun İki kere iki dört elde var Ayten Bundan böyle dünyada Aşkın adı Ayten olsun
Bir Hilal Uğruna Ya Rabb, Ne Güneşler Batıyor Bir Hilal Uğruna/ Çanakkale Şehitleri Şiiri ve Açıklaması Bir Hilal Uğruna Ya Rabb, Ne Güneşler Batıyor Şiiri
Mehmed akif’in çanakkale savaşındaki şehitlere yazdığı şiirde geçen sözdür.şiirin her bir mısrası insanın içini acıtır, neydik ne olduk misali
şüheda gövdesi, bir baksana dağlar taşlar… o, rüku olmasa, dünyada eğilmez başlar,
yaralanmış temiz alnından uzanmış yatıyor; bir hilal uğruna ya rab, ne güneşler batıyor!
ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker! gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer.
ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhid’i… bedr’in aslanları ancak, bu kadar şanlı idi…
sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın? `”gömelim gel seni tarihe!” desem, sığmazsın`.
herc ü merc ettiğin edvara da yetmez o kitab… seni ancak ebediyyetler eder istiab.
“bu, taşındır” diyerek kabe’yi diksem başına; ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
sonra gök kubbeyi alsam da, rida namıyle, kanayan lahdine çeksem bütün ecramıyle;
mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan; yedi kandilli süreyya’yı uzatsam oradan;
sen bu avizenin altında, bürünmüş kanına, uzanırken gece mehtabı getirsem yanına,
türbedarın gibi ta fecre kadar bekletsem; gündüzün fecr ile avizeni lebriz etsem;
tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana… yine bir şey yapabildim diyemem hatırana.
sen ki, son ehl i salibin kırarak savletini, şarkın en sevgili sultanı salahaddin’i,
kılıç arslan gibi iclaline ettin hayran… sen ki islam’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
o demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın; sen ki, ruhunla beraber gezer ecramı adın;
sen ki; asara gömülsen taşacaksın… heyhat, sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihat…
ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber, sana ağuşunu açmış duruyor peygamber.
akarsuya bırakılan mektup hasan hüseyin korkmazgil akarsuya bırakılan mektup sözleri Hasan Hüseyin Korkmazgil Akarsuya Bırakılan Mektup şiiri
Akarsuya Bırakılan Mektup
incecikti gül dalıydı dokunsam kırılacaktı dokunmadım kurudu gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç ağaçlar bükmesinler n’olursun boyunlarını neden akşam oluyorum tren kalkınca kırlangıçlar birdenbire çekip gidince mendiller sallanınca neden tıkanıyorum öyle çok acımasız ki öyle birdenbire ki az önceki çiçekler nasıl da diken diken gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç
o sularda çimdik, bitti; köprüleri geçtik, bitti o elmanın tadı orda, o kuş çoktan öttü, bitti artık çocuk değiliz, susarak da bir şeyler diyebiliriz günler devlet alacağı, yıllar bir kadehcik buzlu rakı oyunlar oyuncaksı, oyuncaklar eski şarkı kavaklara oklu yürek çizip duran o çakı nerde şimdi nerde şimdi, nerde o kan sarhoşluğu gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç
Kurtuluş Savaşı Destanı Şiiri Kurtuluş Savaşı Destanı Kurtuluş Savaşı Destanı şiir
Kurtuluş Savaşı Destanı
Altmışındaydı Asiye Teyze, Kocasını kaybedeli yıllar olmuştu. Oğlu Çanakkale savaşında şehitti, Torunu daha on beşinde, Bıyıkları yeni terlemiş Yahya Şimdi sırtını vermiştir Kocatepe’ye. Böyle durmak olmaz, dedi Yurt toprağı giderken elden. Çekti kara öküzü kağnıya, Yükledi ne varsa yiyecek içecek evde. Düştü yola öğle sıcağında. Gündüzleri çöl sıcağı Geceleri Sibirya soğuğu olurdu Buralar bu mevsimde. Ama dinler mi Asiye Teyze. Yürü der kara öküze Kocasından kalan tek yadigârdır kendisine. Yürü der de! Yaşlanmıştır artık kendisi gibi kara öküz de Yürü der Asiye Teyze. İnat ve inanç dolu içindeki ateşle Yürü bre kara öküz yürü be! Kağnının her yeri yıkık dökük, Tekerleri patlak üstelik. Bu kara öküz bu kağnıyı taşıyamaz Emir Dağının yokuşu, bu halde aşılmaz. Etrafına bakınır Asiye Teyze çaresiz, Yardım edecek kimseler bulunmaz. Ne yapsam der Asiye Teyze, Ne yapsam da aşsam şu Emir Dağını, İletsem şunları Kocatepe’ye. Sonra çıkarmaya başlar üzerinde ne varsa Yırtık pırtık fistanını, yazmasını, göyneğini Ama utanır mahremiyeti ortadadır. Ya beni böyle bir gören olsa ne yaparım, der. Namus denilen şey nedir? Diye sorar kendi kendine. Altmışında bir kadının mahremi mi? Şuracıkta ölsem beni böyle çıplak, Yıkayıp kefensiz koyacaklar toprağa. Çıplaklığımdan utanamayacağım belki; Ama bu yurt toprağı alacak mı beni koynuna? Vurmayacak mı yüzüme, Ezilirken düşman ayağı altında? Utanmayacak mıyım o zaman? İşte namus; vatan işgal altındaysa Atmaktır düşmanı yurttan, deyip Doldurur kağnının tekerine Tüm elbiselerini. Ve geçer karşısına kara öküzün Asıl der asıl kağnıyı Asıl da aşalım yıkılası Emir Dağını. Güneş kızgın demir gibi vurur, Asiye Teyzenin saf beyaz tenine. Bir yandan dikenler dolar, Taşlar keser miadı dolmuş ayaklarını. Diğer yandan keskin bir kılıç olur güneş, Parça parça yarar her yanını. Aldırır mı Asiye Teyze hiç, Yürü der gurban olduğum Yürü tek yadigârım! Ve çaresiz Emir Dağı yıkılır, Asiye Teyze’nin kanlı ayakları altında. Aşılmıştır Emir Dağı aşılmasına da Karanlık çökmüş gece yarısı olmuş Buza keser şimdi yarılan her yer. Gözlerinden yaşlar gelir, Daha kirpiklerinde donar. Sıcağa dayanan soğuğa da dayanır, der. Yürü der kara öküze Yürü Yahya’mın olduğu Ulu Mustafa Kemal’in olduğu Afyon’a! Yürü gün doğumuyla düşelim Kocatepe’ye! Ve yürür kara öküzün yanında Asiye Teyze. Kanlar akarken bedeninden Donan yerlerini kurtuluş ateşiyle dağlar, Yürüdüğü yollar bir kahramana tanıktır. Kocatepe’deki tüfek seslerine, Çanakkale Türküsü karışır. Ve Yahya Tanır bu sesi, Babası şehit olduktan sonra Nenesi her gün söylerdi: “Çanakkale içinde vurdular beni Kimimiz nişanlı………………….” Ses gittikçe kayboluyordu Bir şahin gibi fırladı yerinden Yahya, Sanki bir adımda vardı kağnının yanına. Bir yana yığılmış kalmış kara öküz, Asiye Teyzenin beyaz teni mosmor, Üzerinde kıpkırmızı kan lekeleri, Düşmüş öbür tarafa dirençsiz. Yahya’nın verdiği suyu içmez, Oğul der “Bu su cephedeki kahramanların Bu su bağımsızlığa susamış yiğit evlatların” Götür der beni “Sarı Saçlı Mavi Gözlü Dev’e” Örter üstünü Asiye Teyzenin Yahya, Çeker kağnıyı Kocatepe’ye…
Mehmet Akif Ersoy şiirleri Mehmet Akif Ersoyun yazdığı şiirler
Mehmet Akif Ersoy Çanakkale Şehitlerine Şiiri Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi? En kesif orduların yükleniyor dördü beşi. Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk: Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk. Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin; Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin. Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam, Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam. Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer; O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer… Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor, Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor! Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker! Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer. Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın…Heyhât, Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât… Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber, Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber.
Mehmet Akif Ersoy Şiirleri – Birlik Şiiri Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz. Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz; Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa, Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa, Değil mi cephemizin sinesinde iman bir; Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir; Değil mi ortada bir sine çarpıyor, yılmaz, Cihan yıkılsa emin ol bu cephe sarsılmaz!
Mehmet Akif Ersoy Şiirleri – Âhiret Yolu Şiiri Sokakta sâde bir ‘âmîn!’ sadâsıdır gidiyor: Mahalle halkı birikmiş, imam duâ ediyor. Basık bir ev; kapının iç yanında bir tâbût, Başında çınlayan âvâzı dinliyor, mebhût; Denildi: ‘fâtiha!’; âmîni kestiler bu sefer, Göğüsler inledi, derken, açık duran eller, Hazîn alınları bir kerre okşayıp indi; Deminki zemzemeler bir zaman için dindi…
Mehmet Akif Ersoy Şiirleri – Uyan Şiiri Baksana kim boynu bükük ağlayan. Hakkı hayatındır senin ey müslüman, Kurtar artık o biçareyi Allah için. Artık ölüm uykularından uyan.
Bunca zamandır uyudun kanmadın, Çekmediğin çile kalmadı, uslanmadın. Çiğnediler yurdunu baştan başa. Sen yine bir kerre kımıldanmadın.
Ninni değil dinlediğin velvele, Kükreyerek akmada müstakbele. Bir ebedi sel ki zamandır adı, Haydi katıl sen de o coşkun sele.
Karşı durulmaz cereyan sine-çak… Varsa duranlar olur elbet helak. Dalgaların anmadan seyrini, Göz göre girdâba nedir inhimak?
Mehmet Akif Ersoy Şiirleri – Atiyi Karanlık Görerek Azmi Bırakmak Şiiri Evler tünek olmuş, ötüyor bir sürü baykuş… Sesler de: ‘Vatan tehlikedeymiş… Batıyormuş! ‘ Lâkin, hani, milyonları örten şu yığından, Tek kol da yapışsam demiyor bir taraftan! Sâhipsiz olan memleketin batması haktır; Sen sâhip olursan bu vatan batmayacaktır…
Mehmet Akif Ersoy Şiirleri – Ayrılık Hissi Nasıl Girdi Sizin Beyninize? Şiiri Arnavutlukla, Araplıkla bu millet yürümez.. Son siyasetse bu! Hiç böyle siyaset yürümez! Sizi bir aile efradı yaratmış Yaradan; Kaldırın ayrılık esbabını artık aradan. Siz bu davada iken yoksa, iyazen-billah, Ecnebiler olacak sahibi mülkün nagah…
Mehmet Akif Ersoy Şiirleri – Bülbül Şiiri Ne heybettir ki: vahdet-gâhı dînin devrilip, taş taş, Sürünsün şimdi milyonlarca me’vâsız kalan dindaş! Yıkılmış hânmânlar yerde işkenceyle kıvransın; Serilmiş gövdeler, binlerce, yüz binlerce doğransın! Dolaşsın, sonra, İslâm’ın harem-gâhında nâ-mahrem… Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem!
Mehmet Akif Ersoy Şiirleri – Gitme Ey Yolcu Şiiri Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım Elemim bir yüreğin karı değil, paylaşalım Ne yapıp ye’simi kahreyleyeyim, bilmem ki? Öyle dehşetli muhitimde dönen matemki! Ah! Karşımda vatan namına bir kabristan yatıyor şimdi Nasıl yerlere geçmez insan Şu mezarlar ki uzanmış gidiyor, ey yolcu Nereden başladı yükselmeye, bak, nerede ucu…
Mehmet Akif Ersoy Şiirleri – Gönülle Başbaşa Şiiri Dudakları bir dal ateş, mercan gibi Bakışları masum bir heyecan gibi Yürürken titriyen o narin endamı Pembe bir gül açmış taze fidan gibi Fark edemiyorum gözle gördüğümü Saçlarında bağlı aşkın kör düğümü Bir tatlı rüya mı, bir canlı büyü mü? Elim dokunuyor, fakat yalan gibi…
Mehmet Akif Ersoy Şiirleri – Sultan Yalısı Şiiri Cosar avizeler atrık köpürür kandiller Bu ışık çağlıyanından bütün afak inler Yalının cephesi baştan başa nur Nim açık pencereler reng ü ziyadan mahmur
Al, yeşil mavi fenerlerle donanmış kıyılar Serv-i siminler atılmış suya titrer par par Dalgalardan seken üç çifte kayıklar sökerek Süzülür sahile şahin gibi; yüzlerce kürek
Bir taraftan bu akın yükseledursun Bir taraftan, dökülür öndeki saflar saraya Rıhtımın taşları, zümrüt gibi İran halısı Suda bitmiş çimen, üstünde de Sultan yalısı
Mehmet Akif Ersoy Şiirleri – Süleymaniye Kürsüsünden Şiiri Bir de İstanbul’a geldim ki: bütün çarşı, pazar Naradan çalkanıyor, öyle ya… Hürriyet var!
Galeyan geldi mi, mantık savuşurmuş… doğru: Vardı aklından o gün her kimi gördümse zoru.
Kimse farkında değil, anlaşılan, yaptığının; Kafalar tütsülü hülya ile, gözler kızgın;
Sanki zincirdekiler hep boşanır zincirden, Yıkıvermiş de tımarhaneyi çıkmış birden!
Zurnalar şehr ahalisini takmış peşine; Yedisinden tutarak ta dayanın yetmişine!
Eli bayraklı alaylar yürüyor dört keçeli, En ağır başlısının bir zili eksik, belli!
Ötüyor her taşın üstünde birer dilli düdük. Dinliyor kaplamış etrafını yüzlerce hödük!
Kim ne söylerse, hemen el vurup alkışlayacak -Yaşasın -Kim yaşasın? -Ömrü olan. Şak! Şak! Şak!
Ne devairde hükümet, ne ahalide bir iş! Ne sanayi, ne maarif, ne alış var, ne veriş.
Mehmet Akif Ersoy Şiirleri – Zulmü Alkışlayamam Şiiri Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem; Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem. Biri ecdadıma saldırdımı,hatta boğarım!… -Boğamazsın ki! -Hiçolmazsa yanımdan kovarım. Üçbuçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam; Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam. Doğduğumdan beridir, aşığım istiklale; Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale! Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum! Kanayan bir yara gördümmü yanar ta ciğerim, Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim! Adam aldırmada geç git, diyemem aldırırım. Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım! Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu… İrticanın şu sizin lehçede ma’nası bu mu?