Frank Lloyd Wright

Gerçekleştirdiği 300’ü aşkın yapıyla 20.yüzyılın başında mimarlığın yeni bir görünüme kavuşmasında etkili olan Frank Lloyd Wright, “Organik Mimarlık” adı verilen, doğal biçimlerden yola çıkarak iç ve dış mekanın bütünleşmesini temel alan bir mimarlığın ilkelerini ortaya koymuş, betonarmenin kullanım alanlarını geliştirerek Modern Mimarlık tarihininin en önemli kişiliklerinden biri olarak tarihe geçmiştir. New York’ta tasarladığı Guggenheim Modern Sanat Müzesi mimari gücünü tüm dünyaya kanıtlamıştır.

20. yüzyılın en önemli mimarlarından olan Frank Lloyd Wright, 8 Haziran 1867’de Wisconsin’de dünyaya geldi. Mühendislik eğitimi gören Wright, gençlik yıllarında Conover ve Silsbee gibi tasarımcıların yanında profesyonel deneyim kazanmaya başladı. 1888 yılında, Louis Sullivan ve Dankmar Adler’in yanında çalışmaya başlayarak önemli projelere dahil edilmeye başlandı. Wright, 1892 yılında Şikago’da inşa edilen Charnley House’ın yapımında önemli rol oynadı. Bu çalışma sürecinde Sullivan’dan çok önemli dersler alan Wright, yazar Henri David Thoreau’nun aşırı bireyselciliği ve Thomas Jefferson’ın natüralizmini yakından inceleme fırsatı buldu.

Ruskin’in Arts and Crafts ve Violet le Duc adlı eserlerinden büyük ilham alan Wright, Richardson, Bruce Price ve McKim, Mead & White gibi isimlerden de çok etkilendi. Çalışmalarının başında “Ecole des Beaux Arts”, yani güzel sanatlar tarzına uyum sağlamakta zorluk çeken Wright’ın bu dönemini yansıtan çalışması Milwaukee Kütüphanesi olarak bilinmektedir. Ancak daha sonra tamamen anti-klasik ve anti-Avrupai bir yaklaşımı benimseyerek Amerikan kültürünün bağımsızlığını simgelemeye çalıştı. Bu tarzın ismi ise “Organic Architecture” olarak bilinmektedir.

Kendine Has Çizgiler

1893 yılında Sullivan ve Adler’le çalışmasına son veren Wright, Cecil Corven ile ortaklık kurdu. Bundan üç sene sonra tamamen bağımsız çalışmak üzere Oak Park’da kendi atölyesini kurdu. Ancak 1894’de tasarladığı Winslow House adlı eseri yine de hocası Sullivan’ın etkilerini taşımaktadır. Bu çalışması aynı zamanda kendine özgü stilinin ilk belirtilerini taşıyan tasarım olarak da bilinmektedir.

Asimetrik mimari tasarımı ile horizontal çizgilere verilen ağırlık, Wright’ın yeni çizgisinin ipuçları olarak görülmektedir. 1901 yılında ‘Ladies Home Journal’ adlı yayında açıklanan The Prairie Houses isimli projesini tanıttı. Bağımsız bir aile evi şeklinde, yeşilliklerle çevrili bir ortama yerleştirilen bu ev, Kuzey Amerikan çiftlik evlerinin asaletini ve sadeliğini yansıtmaktaydı. Bu tasarımda mekânı sadece fonksiyonel tasarımlar için kullanan Wright, sembolik ve kullanışsız tasarımlara karşı olduğunun da altını çizmiş oldu.

1902 yılında Highland Park’ta inşa edilen Willitz House’da da asimetrik çizgilerin altını çizdi. Riverside’da inşa edilen Tomek House ve 1904 yılında Buffalo’da inşa edilen Buffalo House’da horizontal pencerelere ağırlık verdi. 1907 ile 1909 yılları arasında, Şikago’da inşa edilen Robie House ise bu serinin sonuncusudur. Bu sıralarda Frank Lloyd Wright’ın ilgisini çeken, 1904 yılında New York-Buffalo’da inşa edilen ve 1949’da yıkılan Larkin Binası terkedilmiş durumdaydı. Bu binayı ofis olarak seçen Wright, kendine özgü stili ile, eski Mısır’ı anımsatacak bir tasarımla hayata döndürdü.

Wright’ın Avrupa’yı Keşfi

Wright, 1909 yılında karısı ve altı çocuğunu bırakarak bayan Cheney ile Avrupa’ya seyahate çıktı. İtalya’da ve Almanya’da sergilere katılan Wright, Ernst Wasmuth’un yayınladığı ve H. P. Berlage’in de yer aldığı bir portfolio ile adını duyurdu ve Avrupa mimarisini önemli derecede etkiledi. Wright’ın çalışmalarından etkilendiği gözlenen isimler, Walter Gropius ve Mies Van Der Rohe gibi modernist tasarım ve düşüncelerin babalarıydı. Amerika’ya dönüşünde sakin bir hayata çekilen Wright, yeni çalışmalar için Wisconsin’e yerleşti. 1913 yılında Midway Gardens adlı restoran ve eğlence yeri olarak tasarladığı bina, Wright’ın yeni teknikler denediği bir yapıttı. Ancak 1929 yılında yıktırıldı. 1914 yılında bayan Cheney’nin ölümünden sonra kendini evinin tasarımına adayan Wright, maddi sıkıntıya girmişti.

Japonya’daki Sıkıntılı Dönem

1915-1922 seneleri arasında Tokyo’da Imperial Otel’in inşasını üstlenen Wright, Antonin Raymond ve mühendis Paul Mueller ile birlikte depreme dayanıklı bir binanın inşasına imza atmıştır. Japonya’da altı sene geçiren Wright, aynı zamanda kendi iç dünyasındaki bunalımlı yıllarını da burada yaşadı. Bu sürecin sonucunda Wright’ın mimari çizgisinde önemli değişiklikler gözlendi. 1917-1920 yılları arasında çalıştığı Los Angeles’da bulunan Barnsdall House’da Maya medeniyetinin etkileri olduğu gözleniyor. Ayrıca binanın avlusunda, Wright’ın mimarisinde ilk defa rastlanan çizgiler de dikkat çekici.

Yine Kaliforniya’da bulunan Milliard House veya La Miniatura olarak da bilinen eseri Wright’ın yeni icadı olan ‘Textile üniteleri’ tekniğinin sergilendiği ilk örnektir. 1928 yılında Arizona çölünde inşa ettiği Ocatillo Çöl Kampı, çölün içine dalmak için tasarladığı geçici bir yapıt olarak bilinmektedir.

Frank Lloyd Wright’ın başarısının doruğa ulaştığı bir eser olan Kaufmann House’da organik mimari ile kübist mimarinin sentezi gözlenmekte. Bir şelalenin üzerindeki bu ev, kayalar üzerine oturtulmuş. Bu ev, Wright’ın ideal ev kavramını da yansıtmakta. Zira doğayla iç içe olan bu ev, ideal hayat tarzını tarif etmekte. Ancak bu yapıttan sonra imza attığı işler şehir yaşamının ortasında olmuştur.

1936 yılında bir kimyevi madde fabrikasının çalışmasına başlayan Wright, binalarının dışarıyla bağlantısı olmayan ilginç mimari tasarımlara imzasını attı. 1937 yılında Arizona’nın Scottsdale şehrinde kendi evini inşa eden Wright, artifisyel doğayla bu yapıtı süsledi. Enteresan bir mimarisi olan bu yapıta önceden tasarlamış olduğu Ocatillo çöl eviyle zaten hazırlıklıydı.

Fantastik Eserler

1925 yılında Maryland’da bir Planeteryum binası için bir nevi bilim kurgu mimarisi tasarlayan Wright, spiral şeklini uygulamıştı. 1943 yılında New York’da inşa edilen Solomon R. Guggenheim müzesinde bu spiralleri geliştirip bir galeri tasarladı. Müzeyi ziyaret edenler merdivenle en üst kata çıkıp spiralin etrafından yürüyerek aşağıya ineceklerdi. Bu binanın yapımı tam bir olay oldu. New York’da St. Marks Tower, National Insurance Company’nin Chicago’daki binası ve Pensilvanya’daki Beth Shalom Sinagogu’na da imzasını attı.

1956 yılında atom enerjisinin başarısıyla heyecanlanan Wright, Chicago’nun Illinois kentinde yapılmasını öngördüğü 528 katlı, 130.000 kişinin yaşayabileceği bir gökdelen projesinde, atom enerjisi ile işleyen asansörler ve merdivenler tasarladı. 60 yıllık bir iş hayatı olan Frank Lloyd Wright, çok çeşitli tasarımlar ve fikirlere imza attı. Kendi kendini hiç durmadan yenilemeyi başaran Wright, bunu bireyin çevresiyle ilişkisini devamlı gözden geçirip kendini güncelleştirmesi gerekir diyerek açıklıyordu.

Wright’ın Yarattığı Etki

Wright’ın bireysel çalışma tarzından dolayı çevresinde yetiştirdiği öğrencileri olmasa da, bir sürü akıma büyük etkisi oldu; Expresyonizm’den Rasyonalizm’e, Amsterdam Okulu’ndan De Stijl’e çeşitli mimari akımlara ilham verdi. Çok sayıda yapıt tasarlamış olan Wright’ın bir çok konferansa da katılmış olması, dünya çapında tanınıp referans verilmesinin en önemli nedenidir. Bunun yanı sıra, eserlerinin çoğunu yayınlamış olması ve fikirlerini çeşitli kitaplarda beyan etmiş olması Wright’ın, dünyanın tüm otoriteleri tarafından gelmiş geçmiş en önemli mimarlar arasına girebilmesinde büyük önem taşımıştır.

Frank Lloyd Wright 9 Nisan 1959’da, 92 yaşında Arizona’da hayata gözlerini yumdu.

Tags:

Leave a Reply