Prof. Dr.Pietro Canonica

Haziran 30th, 2012

Roma Güzel Sanatlar Akademisi’nin Heykel Bölümünde profesör ve İtalyan Akademisi’nde üye olan Canonica, ülkesinde daha çok atlı heykelleriyle adını duyurmuş değerli bir sanatçıydı. Kurtuluş Savası’ndan galip çıkıp Cumhuriyet’e kavuşan Türk milletinin öyküsünü bir anıtla ölümsüzleştirmek için 1927 yılında başlatılan çalışmalarda akla ilk gelen isimlerden biri Canonica oldu.

Gerçekten de Canonica’nın taslağını amaca uygun bulan İstanbul Belediyesi Anıt Komisyonu, Taksim Cumhuriyet Anıtı’nın siparişini Canonica’ya verdi. Sanatçının İtalya’da tamamladığı tunç figürlü mermer heykel 1928 yılında alandaki yerine yerleştirilmiş ve açılışı yapılmıştır. Bu büyük eserden başka, Ankara Etnoğrafya Müzesi önündeki atlı Atatürk heykeli, Ankara Zafer Alanı’ndaki Atatürk heykeli ve İzmir’deki atlı Atatürk Anıtı, Caningrad’daki atlı II.Aleksandar heykeli, Bağdat’taki atlı Faysal I heykeli ve Columbia’daki Bolivar Anıtı sayılmaya değer.

Josef Albers

Haziran 30th, 2012

1888’de Bottrop’da dünyaya geldi. 1908-1913 yılları arasında Ruhr bölgesinde ilkokul öğretmenliği yaptı. 25 yaşına geldiğinden okulundan izin alarak Berlin Kraliyet Sanat Akademisinde iki yıl okuduktan sonra bitirme sınavlarını verip sanat öğretmenliği için gerekli sertifikayı aldı. 1916’dan başlayarak üç yıl Bottrop’da hocalık yaptıktan sonra 1919’da Münih’e taşında ve burada Franz von Stuck’un resim öğrencisi oldu.

1920’de Weimar’da Bauhaus Tasarım Okuluna yazılarak 32 yaşında okulun en yaşlı öğrencisi oldu. Burada malzemelerini çöplerden sağlayarak ilk defa soyut cam resimlerle deneysel çalışmalara girişti; 1922’de cam atölyesini yeniden organize etti. 1925’te Bauhaus ile Dessau’a taşınan Albers, burada profesörlüğe getirildi. Aynı yıl içinde dokuma sanatları bölümündeki öğrencilerden Anni Fleischaman ile evlendi. 1933’te Black Mountain College’e atanan Albers 16 yıllık hocalığı esnasında pek çok genç sanatçıyı bu okula çekti. 1939’da Amerikan vatandaşlığına geçen Albers ilk kez değişmeyen bir biçimi renklerle çeşitlendirdi

1950’de geçtiği Yale Üniversitesi sanat bölümünde mimarlık ve tasarım bölümlerini yönetti. 1958’de emekli olduktan sonra iki yıl daha konuk profesörlük yaptı. Başyapıtı olan Kareye Saygıyı 1950’den sonra çalıştı. Burada Albers’in renk deneylerinin özü gösterilmekte ve Op-art, kinetik sanat, renklerin yanyana uygulandığı resimlerde ve Yeni Soyut çalışmaların gelişmesi üzerinde önemli bir etken olan algılama teorisine ilişkin düşüncelerini açıkladı. Değişmeyen geometrik bir tramı esas alarak renk etkisinin durum, çevre, ışık sayısı ve yoğunluğu gibi faktörlere bağlılığını gösterdi.

1961 yılında Amsterdam’da Stedelijik Müzesinde ilk retrospektif Albers sergisi açıldı. İki yıl sonra Renklerin Etkileşimi adı altında bilgilerini bir araya toplayan bir tür görmenin okulu olan kuramsal yazısı çıktı. 14 tane şeref doktoru unvanına sahip olan Albers 25 Mart 1976’da Amerika’da öldü.

Prof. Dr.Tankut Öktem

Haziran 30th, 2012

Prof. Dr. Tankut Öktem, 1940 yılında Konya‘da doğdu. 1965 yılında bitirdiği İstanbul Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu (İDTGSYO) Seramik Bölümü‘ne 1966 yılında asistan seçilen Prof. Öktem, 1970 yılında aynı okulun öğretim üyeliğine geçti.

1974-1975 yılları arasında Seramik Bölüm Başkanlığı, 1980-1982 yılları arasında İDTGSYO Müdürlüğü yapan Prof. Öktem, 1983-1985 yılları arasında Tatbiki Güzel Sanatlar’ın Marmara Üniversitesi oluşundan sonra Heykel Bölümü‘nü kurdu ve ilk başkanı oldu.

1986’dan bu yana profesör olarak öğretim üyeliğini sürdüren Tankut Öktem, 1993-1996 yılları arasında Marmara Üniversitesi Seramik-Cam Bölümü Başkanlığını, 1999’a kadar Fakülte Senatörlüğünü ve YÖK Sanat Milli Komitesi Marmara Üniversitesi Temsilciliğini yaptı. Çok sayıda eseri ve ödülü bulunan Prof. Öktem, 1999 yılında “Devlet Sanatçısı” seçildi.

1973 yılına kadar modern heykeller yapan, 1970’li yıllarda figüratif
çalışmalara başlayan ünlü heykeltıraş Öktem, daha sonra çok figürlü
anıtlar
yapmaya yöneldi.

Üsküdar’da 06 Aralık 2007 günü meydana gelen trafik kazasında ünlü heykeltıraş Prof Dr. Tankut Öktem öldü, kızı ve eşi yaralandı.

D-100 karayolu Harem yol ayrımında meydana gelen kazaya bir kamyon neden oldu. Haydarpaşa sapağını kaçıran kamyon, otoyolda durarak geri geri gitmeye kalkışınca, Prof Dr. Tankut Öktem’i taşıyan otomobil, kamyona arkadan çarptı. Kazada, otomobilde bulunan Prof. Dr. Öktem ile aynı araçtaki eşi Semra Öktem ve kızı Pınar Doğan araçta sıkıştı. Olay yerine gelen itfaiye ekiplerince sıkıştığı yerden çıkartılan Prof. Dr. Öktem’in hayatını kaybettiği anlaşıldı.

Yaralanan kızı Doğan ile eşi Semra Öktem ise kaldırıldığı Haydarpaşa Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ndeki ilk müdahalenin ardından Kozyatağı’ndaki Özel Acıbadem Hastanesine sevk edildi. Yaralılardan Semra Öktem’in yoğun bakımda olduğu, kızı Pınar Doğan’ın ise genel sağlık durumunun iyi olduğu öğrenildi.

Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nden yapılan yazılı açıklamada, 07 Aralık Cuma günü Tankut Öktem’in görev yaptığı Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde tören düzenleneceği, 08 Aralık 2007 Cumartesi günü ise Öktem’in cenazesinin Bursa’nın Gemlik ilçesi Küçükkumla Mezarlığı’nda toprağa verileceği belirtildi.

Prof. Dr. Tankut Öktem’in bazı esereriyle yurt dışında ödüller kazandığının belirtildiği açıklamada, Bunlardan Bazıları;

  • 3. Uluslararası 1990 Böblingen Belediye Meydanı Heykel Yarışması Birincilik Ödülü,

  • 1988 Seul Kültür Merkezi Sevgi Anıtı Güney Kore başarı ödülü,

  • 1983 Erdek Atatürk Anıtı ile İkincilik Ödülü,

  • 1974 Gazi Magosa Özgürlük Anıtı ile Birincilik ödülü,

  • 1973 Kırkpınar Anıtı Edirne ile Birincilik Ödülleri” denildi

Anıtlarında Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve Milli Mücadele yıllarını konu edinen Prof. Öktem’in eserleri arasında;

  • Dünyanın en yüksek üçüncü anıtı olan Kuvayi Milliye ve Atatürk Anıtı,

  • Atatürk ve Harbiyeli Anıtı,

  • Çanakkale Şehitliği’nde yer alan Yaralı Asker Anıtı,

  • Amasya Tamimi Anıtı,

  • Zonguldak Maden İşçileri Anıtı,

  • Ankara – Maden İşçileri Anıtı, 

  • Kastamonu Türk Kadınları Anıtı,

  • Balkan Savaşı Anıtı,

  • Magosa Büyük Özgürlük Anıtı,

  • Atatürk-İnönü-Fevzi Çakmak Anıtı,

  • Nazım Hikmet Heykeli,

  • Uşak- Kara Harp Okulu Anıtı,

  • Uğur Mumcu Anıtı,

  • Deniz Kızı Heykeli,

  • Piyade Atatürk Anıtı

  • Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti – Atatürk ve Cumhuriyet Anıtı

  • Seul’de bulunan Sevgi Anıtı
    da bulunuyor.

OTOBÜS BOZULDU, HEYKELTRAŞ OLDU
Türkiye’nin ilk kadın veterineri olan annesinin desteğiyle küçük yaşlarda heykeller yapmaya başlayan Tankut Öktem, Mimarlık Fakültesi’ne yazılmaya giderken otobüsün Güzel Sanatlar Fakültesi önünde bozulması sonucu heykeltraş olmaya karar vermiş.

Prof. Dr. Tankut Öktem, verdiği bir röportajda heykeltıraşlığı nasıl tercih ettiğini şöyle anlatmıştı: “Babam benim sanatçı olarak aç kalacağımı düşünerek her zaman bir meslek sahibi olmam konusunda uyardı. Ama hayat beni yine de güzel sanatlara itti. Mimarlık Fakültesi’ne yazılmaya giderken otobüs bozuldu, şu andaki Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi önünde. O zamanlar, 2 yıllık eğitim veren Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Okulu idi. Okulun kapısında gençleri gördüm ve oranın sanat eğitimi veren bir kurum olduğunu öğrenince, içimden gelen bir hisle gidip oranın sınavlarına girdim ve kazandım. O dönemde okullar kendi sınavını kendisi yapıyordu. Seramikçi olarak eğitim aldım. Ancak çocukluktan itibaren bende var olan ve annem tarafından teşvik edilen heykele olan yeteneğimi, hocam Hakkı Karayiğitoğlu’nun sayesinde geliştirdim. 3. sınıfta dünya genç heykeltıraşlar yarışmasında birincilik aldım.”

CUMHURİYETİN ÖYKÜLERİNİ AKTARMAK İSTEDİM
“Çevreme karşı sevgi doluyum. En ufak şeylerden bile mutlu olmasını bilirim. Popüler olma peşinde olsaydım, çalışmalarımı burada değil İstanbul’da sürdürürdüm” diyen Öktem, şöyle konuşmuştu: “1973’ten sonra kendime yeni hedefler seçtim. Hiçbir yerde çalışılmamış eserler yapmak ve çok büyük zorluklar, kahramanlıklar sonucunda kurulan Cumhuriyetin öykülerini gelecek nesillere aktarmak istedim. Bu görevi bana kimse vermedi, kendi kendime böyle bir görev üstlendim. Yaptığım her heykeli, bir tanrı buyruğu gibi yapmaya başlarım. Heykeldeki kahramanımı yaparken adeta onu yaşarım. Onların duygularını yaşamaya çalışırım. İfadeye çok önem veren bir sanatçıyım, ama çağdaşım. Modern heykeller yapma mecburiyetinde de hissediyorum kendimi, ama halkımın heykeli daha iyi anlayabilmesi amacıyla hem çağdaş yorumlar ortaya koyuyorum hem de ifadeye güç katarak, kuvvetlendirerek, Cumhuriyet anıtlarını yapıyorum.”

PARA BENİM İÇİN BİRİNCİ PLANDA OLMADI
Dünyada belki de en fazla eser yapan sanatçılardan biri olduğunu ifade eden Öktem, şunları kaydetmişti: “Cumhuriyet tarihinde doğmuş, yaşamış, ölmüş, yaşayan ne kadar heykeltıraş varsa tek başıma onların yaptıkları eserlerin iki mislini yaptığım söyleniyor. Bu kadar eser yapmış bir sanatçı olarak çok zengin biri olmam gerekir, öyle değil. Çünkü benim için para asla birinci planda olmadı. Askerden, okuldan, hastanelerden para almayan bir adamım. Sadece masraflarını, malzemelerini alırım, ama para almam. Binlerce eserimin büyük çoğunluğunu tek kuruş almadan yapmışımdır. Tabii ki para alarak yaptıklarım da var, ama benim için para her zaman ikinci plandadır.”

TÜRBETEPE’YE ANIT YAPMAK İSTİYORDU
Atlasjet uçağının 30 Kasım 2007 günü Isparta’nın Keçiborlu ilçesi yakınlarındaki Türbetepe’de düşmesinin ardından (57 ölü), kaza yerine anıt mezar yapılmasına karar verilmişti. Prof. Dr. Tankut Öktem, “Ben olsam Türbetepe’ye çok uzaktan görülecek bir uçak kanadı diker, ucuna ışık koyar, üzerine de kazada hayatını kaybedenlerin yüzlerini resmederim” demişti.

Öktem, uçağının Isparta’da düştüğü yer olan Türbetepe’ye, kazada ölen 57 kişinin anısı için anıt mezar yapmak istediğini açıklamıştı.

Engin Serdar Şeremet

Haziran 30th, 2012

Serdar Şeremet 1956 yılında İstanbul’da doğdu. 1982 yılında Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu Dekoratif Resim Bölümünden mezun oldu. Çalışmalarını heykelde yoğunlaştıran sanatçı, müziğe olan yakın ilgisini estetik bilgisi ile ustaca birleştirerek iki sanat dalı arasında kurulabilecek ilşkinin özgün örneklerini verdi.

Şeremet’in heykelleri ahşap ve metalle biçimlenirken ruhunuda müzikten alıyor. Yapıtların duruluğu içine sakince akışan bu anlam zenginliği, o yaratıcı yolculuk heyecanını hiç ivme kaybettirmeden sanatsevere taşıyor.

Sanatçının heykel ile bağlantı kurduğu bir alanda kuyum sanatı. Şeremet’in takı-heykelleri türünün en seçkin ürünleri arasında yer alıyor. Takıdaki ustalığını 1987 de bir bildiri ile katıldığı 9 Eylül Üniversitesi tarafından İzmir’de düzenlenen Gümüş sempozyumu ile aynı yıl İstanbul Yıldız Sarayı Silahhane de düzenlenen 1. Uluslararası Mücevher Fuarı’nda sergileyen sanatçı çeşitli dönemlerde atölyesinde ve Akademi İstanbul bünyesinde takı dersleri verdi.

Şeremet çalışmalarını halen İstanbul`da kendi atölyesinde sürdürmektedir.

Sanatçı, Erenus Sanat Galerisi’nde kuyumculuk ve metal işleri kursu vermektedir.

Kişisel Sergilerden Seçmeler   
* 2005 2005 5. Floransa Bienali 
* 2004 Myrina Sanat Galerisi 
* 2002 Dam Sanat Galerisi, Ankara 
* 2001 Dam Sanat Galerisi, Ankara 

Karma Sergilerden Seçmeler   
* 2008 Uluslararası Çağdaş Sanat Sergisi-Dolbahçe Kültür Merkezi, “Erenus Sanat Galerisi”İstanbul 
* 2007 Uluslararası Çağdaş Sanat Sergisi – Beylerbeyi Sarayı- “Erenus Sanat Galerisi” 
* 2007 Polart Galeri, Artİstanbul 2007, İstanbul
* 2007 Pera Sanat Galerisi, Artİstanbul 2007, İstanbul 
* 2007 “Yazlık`07”, Artisan Sanat Galerisi, İstanbul
* 2007 Artisan Sanat Galerisi, İstanbul 
* 2006 Pera Sanat Galerisi, Contemporary İstanbul 
* 2005 Art Forum 2005, Erenus Sanat Galerisi  
* 2005 Art İstanbul 2005, Erenus Sanat Galerisi 
* 2003 Takı ve Obje Sergisi, Ayasofya Müzesi, İstanbul 
* 1987 Takı Sergisi, 9 Eylül Üniversitesi, İzmir

Sevgi Karay

Haziran 30th, 2012

Sevgi Karay, 16 Nisan 1965 tarihinde Almanya’da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Adana’da tamamlayıp 1986-1991 yılları arasında Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Akademisi Heykel Bölümü’nde okudu.

1992 yılında heykeltıraş eşi Hayri Karay ile atölyelerini birleştirdiler. İlk kişisel heykel sergisini Artisan Sanat Galerisi’nde (1993) açtı.

1999-2001 yılları arasında Mimar Sinan Üniversitesi Tiyatro ve Sahne Görüntü Bölümü’nde malzeme dersleri verdi. Bir kız çocuğu (Almila) annesi.

Katıldığı Sergiler
1999 “Bir Heykel, İki Desen” /Artisan Sanat Galerisi,
2001 Aksanat/ Heykeltıraşlar Derneği
2002 Sanat Fuarı/ Heykeltıraşlar Derneği
2004 Aksanat/ Akmerkez
2005 Adatepe Sanat Festivali
2006 Fraktal Geometriler / Dirimart
2007 Fraktal Geometriler 2 / sait Halim Paşa Yalısı
2007 ODTÜ Sanat Festivali
2008 Akıl Sezgi Tekliği / Artisan Sanat Galerisi (2-22 Nisan 2008)

Loft yaşamını öneririm
Sevgi Karay, kendi gibi heykeltıraş olan eşi Hayri Karay’la birlikte 15 yıldır Sanayii Mahallesi’nde yaşıyor. Önceleri sadece atölyeleri oradaymış. Daha sonra atölyenin alt katına bir galeri yapmaya karar vermişler. Sonra o galeri davetler ve partilerle yaşayan bir mekana dönüşmüş. Bir gelen bırakıp gitmek istemiyormuş. “Biz de gitmek istemiyorduk. Önce mutfak ekledik. Derken banyo, yatak ekledik. Ve bir loft çıktı ortaya” diyen Sevgi Karay, duvarsız bir mekanda yaşamanın insanı çok rahatlattığını söylüyor: “Gürültü, trafik, park problemi ve garip komşuluk ilişkileri yok. Köpeklerimiz çok rahat. Biz rahatız. İstediğimiz herhangi bir saatte, gece geç saatlere kadar üst kattaki atölyemizde rahatlıkla çalışabiliyoruz. Daha üretken oluyoruz. Tek bir dezavantajı var. Hiçbirimizin özeli yok. Her şey ortada, her şey birlikte… Ama mutluyuz. Herkese öneririm.”

Yeditepe Üniversitesi ve Les Ottomans’ın kapılarını yaptı
Sevgi Karay’ın sahibi olduğu Karay Dekorasyon’da, demir ağırlıklı mimari ya da dekoratif her türlü obje üretiliyor. Kapılar, kapı kolları, menteşeler, merdivenler, korkuluklar, aydınlatma elemanları, paravan, dolap, tabak, ayna, masa ve sandalyeler… Yeditepe Üniversitesi’nin bütün demir ağırlıklı işlerini onlar yapmış. Les Ottomans Oteli’nin ana giriş kapıları, bahçe korkulukları, merdivenlerinin bir kısmı ve bahçe kapıları da Karay Dekorasyon’a ait. İstanbul ve Bodrum villalarında imzalarını görüyoruz. Yalılara merdivenler, kapılar, bahçe korkulukları yapıyorlar.

Ercan Yaren

Haziran 30th, 2012

1970 Yılında Akhisar’da doğdu. İlk sanat eğitimlerini mezun olduğu öğretmen okullarında aldı. 1995 yılında gittiği Moskova‘da heykelle tanıştı. Moskova Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde aldığı heykel ve komposizyon eğitimlerinden sonra rölyef sanatı ile uğraşmaya başladı. Çalışmalarında toplumsal olayları konu alan bir yol izlemektedir. İlk atölyesini 1998 yılında Akhisar’da açan sanatçı, ilk kişisel sabit heykel sergisi olan “karşılaşmalar”ı  Moskova’da açtı. Bir çok sanatsal projede ve etkinlikte atölye çalışmaları düzenledi.

Daha çok, tarihsel konuları projelendirerek rölyef sanatı ile anlatmayı hedefleyen sanatçı, ” heykel, yapılmaktan çok aranmalıdır” düşüncesinde.

Halen Akhisar’da ki atölyesinde çalışmalarını sürdürmektedir.


Irak: “Kumdan Direnişler” isimli rölyef çalışmalarından örnekler

Ercan Yaren Ercan Yaren

Ercan Yaren

Maria KILIÇLIOĞLU

Haziran 30th, 2012

Heykel çalışmalarında olduğu gibi resim çalışmalarında da kendine özgü bir tarz yaratan Maria Kılıçlıoğlu´nun bu sergide 4 adet T.Ü.Y.B resmi yer alıyor. Sanatçının bu çalışmaları özellikle renk ve desen kullanımı açısından öne çıkıyor.

1958 Sofya doğumlu.  Devlet Güzel Sanatlar Akademisi´nde 1978-1985 yıllarında tekstil eğitimi gördü. 1988´den bu yana resim ve bronz döküm çalışmalarını bir arada yürütmektedir. Ilk kisisel sergisini 1989´da Hobi Sanat Galerisi´nde açan Kılıçlıoğlu, birçok kişisel sergi açtı ve karma sergiye katıldı.. T.C. Sofya Büyükelçiliği´ne, 1993´de yapmış olduğu Atatürk büstüne hediye etti. 1991´den bu yana her yıl İstanbul sanat Fuarı´na katılan sanatçının özel koleksiyonlarda yapıtları yer almaktadır.

Kılıçlıoğlu geçen sene Hobi Sanat Galerisinde sergilediği Alice Harikalar Ülkesinde heykel sergisini bu sene yurtdışında da taşıyor. (2004)

Gülten Akyan

Haziran 30th, 2012

Sanatçı 22 Kasım 1958 tarihinde İzmir‘de doğdu. İlk,orta ve lise tahsilini İzmir’de tamamladı. Sanatla da bu sırada tanıştı. 1981 yılında Manisa Spor Akademisi’ni bitirdi. İngiltere‘de dil eğitimi aldı. 21 yıllık öğretmenlikten sonra emekli oldu.

Mozaik sanatına olan hayranlığı O’nu bu alana çekti. İtalya’nın Ravenna kentinde mozaik eğitimi aldı. Balıkesir’de çeşitli atölyelerde resim, rölyef ve heykel kurslarına katıldı.

Çekirdek Sanat Atölyesinde Ekrem Kahraman‘dan resim ve samat üzerine dersler aldı. Sanatçının yurtiçi ve yurtdışındaki çeşitli kolleksiyonlarda eserleri bulunmaktadır. Çok sayıda iç ve dış mekan çalışmalarına imza attı.

Sanatçı evli ve bir çocuk annesidir.

KİŞİSEL SERGİLER:
2004 Türker (SUSURLUK/BALIKESİR)
2006 Antandros Sanat Festivali (ALTINOUK/BALIKESİR)
2006 Beşiktaş BLD.Sergi Salonu  (BEŞİKTAŞ/İSTANBUL)
2006 2007 Konak Belediyesi İzmir
2007 Selahattin Akçiçek Eşrefpaşa Kültür Merkezi (BAYRAMYERİ/İZMİR)
2007 Devlet Güzel Sanatlar Galerisi Balıkesir

KARMA SERGİLER:
2003 Kız Meslek Lisesi (BALIKESİR)
2006 Aydın Kitabevi (İSTANBUL)
2006 Neoclassic (İSTANBUL)
2006 ’69 Kadın 69 Yapıt’ Çekirdek Sanat Atölyesi (İSTANBUL)    
2006 Halikarnassos Sanat  Galerisi (BODRUM)
2007 Vincent Van Gogh Yorumlama Sergisi Çekirdek Sanat Atölyesi (İSTANBUL) 2007 Balıkesir Devlet Güzel Sanatlar Galerisi, Şahmaran Sanat Grubu  (BALIKESİR)
2007 Cowparade (İSTANBUL)
2007 4. Uluslararası Mozaik Sempozyumu (GAZİANTEP)
2007 Abra Sanat Galerisi (İSTANBUL)
2007 Sev-Art Sanat Galerisi (İSTANBUL)
2007 İfsak Fotoğraf Sergisi (İSTANBUL)

Orhan Algök

Haziran 30th, 2012

Kırıkkale’de 1955 yılında doğdu. Orta okul ve Lise’yi Kırıkkale’de tamamladıktan sonra 1977 yılında Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Y. Okulu (Şimdiki adıyla Marmara Üniversitesi Güzel sanatlar Fakültesi) Seramik Sanatları Bölümüne girdi.1981 yilnda bu okulu birincilikle bitirdi. Stajını tamamlamak üzere bir süre Fransa’da bulundu. 1983 yılında kendi atölyesini kurdu… Model ve Heykel konusunda yıllarca çalıştı.

YAPTIĞI ÖNEMLİ İŞLERDEN BAZILARI:
– Bahçelievler Şehit Asker Anıtı (Ekim 1997),
– Koraç Kupası Anıtı (Mayıs 1998),
– Şirinevler Atatürk Anıtı (Ekim 1999),
– Hadımköy 1.Faz(1995) ve 2. Faz(1999) tüm Alarko-Alkent 2000 heykelleri,
– U.E.F.A GS Anıtı (Haziran 2000),
– Trabzon Maçka Asker Heykeli (1999) ‘ve Folklorcular Heykeli (2000),
– Ihlamur Dünya Barış Parkı Heykeli(Temmuz 200l),
– Sarı Konaklar Aile ve Sevgi Heykeli (Mayıs 2002),
– Beşiktaş Ihlamur Sevgi Parkı Güvercinler Heykeli (Mayıs 2003),
– B.K.M önüne Kartal Heykeli (Mayıs 2003).

SERGİLER
– Mayıs 98 Opera San.Gal. (Kişisel)
– Ekim 98 Opera San.Gal. (Seramik)
– Aralık 98-İst.San Fuarı Bakraç San Gal.(Tüyap)
– Aralık 99′ Meb.San.Gal.(Kişise)
– Mayıs 00 Ortaköy Kültür. Merk (Karma)
– Mayıs 00 İ.M.K.B Ank.San.Gal.(Kişisel)
– Ekim 00 İst.San.Fuarı Bakraç San.Gal.(Tüyap)
– Şubat 01 Bakraç San.Gal(Karma)
– Mart 01 İst.Kad.Bienali(Vakko)(Kişisel)
– Nisan 01 Vakko İst.San.Gal.(Karma)
– Mayıs 01 Vakko Ank. San.Gal.(Karma)
– Mayıs 01 Alkent(Lake side)(Kişisel)
– Ekim 01 İst.San.Fuarı Bakraç San-Gal.(Tüyap)
– Kasım O1 Ariyel San. Gal.
– Mart 02 Galeri Ayda (Ank) (Kişisel)
– Mayıs 02 Sarı Konaklar (Kişisel)
– Ekim 02 İst.San.Fuarı Bakraç San.Gal.(Lütfü Kırdar)
– Haziran 03 U.A. Bandırma Kuşcenneti K.T.Fes.
– Mart 04 Karsu Tekstil San.Gal.(Kişisel)
– Mayıs 04 iş Bank.İzmir San.Gal.(Kişisel)
– Aralık 04 İst.San.Fuarı Doku San.Gal.(Lütfü Kırdar)
–  Nisan 2005 Ziraat Bank. Tun. San. Galerisi

Hakkı Atamulu

Haziran 30th, 2012

Türkiye’nin ilk heykeltıraşlarından Hakkı Atamulu, Nevşehir’in Derinkuyu ilçesindeki evinde, 94 yaşında yaşama veda etti.

Yaptığı Atatürk heykelleriyle tanınan Atamulu, 1969 yılında Derinkuyu Belediye Başkanı iken ilçedeki Kültür Park’a, kaideden itibaren 13.5 metre yüksekliğinde yontu taştan Atatürk Heykeli yapmıştı.

Heykeltıraş Hakkı Atamulu, Derinkuyu’da, yakını Halis Atamulu ile kaldığı evinde, “yaşlılığa bağlı solunum yetmezliğinden” bu sabah hayatını kaybetti.

Michalengelo Buonarroti

Haziran 30th, 2012

Michalengelo, 1475 yılında İtalya’nın Floransa Kenti’nde doğdu. O da gençliğinde, diğer birçok usta sanatçı gibi, ünlü bir ressamın yanında çıraklık yaptı. Çıraklık döneminde, çizim alanında sağlam bir teknik edinerek, mesleğinin tüm inceliklerini öğrendi. Kişiliğindeki kolaydan kaçış, o zamanki teknikleri olduğu gibi almak yerine, onları yorumlayıp yenilik katmak için uğraşmasını sağladı.

Böylece, ilk olarak insan vücudunun kas ve sinir sistemlerini öğrenmek amacıyla kadavra kesti. Bu incelemesini, insan figürlerinin kendisi için hiçbir gizemli yanı kalmayıncaya kadar devam ettirdi.

O dönem, birçok küçük işe el attı ve ününün ülke çapında yayılması üzerine Papa tarafından bir kilise işi için görevlendirildi. Sistina Kiliseciği olan bu kilisenin, onun sanat kariyerindeki önemi çok büyüktür.

Ustalık alanı, heykeltraşlık olan Michelangelo’ya bu kilisenin boyama işi verildi. Aşırı duygusal olan Michelangelo, kendisine verilen bu görevden pek memnun olmadı. Fakat ‘görev görevdir’ diyerek kabul etti. Alınganlığı devam ederken, bu iş için kendisine yardımcı aramaya girişti. Fakat birden bire kiliseciğin içine kapandı ve yanına hiç kimseyi yanaştırmayarak, dört yıl boyunca tek başına bu kilise tavanını resmetti.

Çalışması sona erdiğinde, sanat dünyasını şaşkına uğratan bu yapıtı, tek bir bedenin gücüyle tamamlamış olması, bugün bile olağanüstü bir başarı olarak görülmüştür. Bu çalışmanın ardından, çok sevdiği heykeltraşlığa geri döndü ve uzun yaşamı boyunca günümüze kadar uzanan birçok eser verdi.

Onun eserlerindeki devinim, sıradan bir dinlenme duruşunda bile görülür. Onun da, sanat yapıtlarından elde etmek istediği buydu; soğuk mermerden, sıcak hareketleri, yaşamı, sükûneti vermek.

Toplumsal yerinin bilincinde olan Michelangelo, kendisini “Heykelci” diye simgeleştirenlere, “Ben Michalengelo Buonarrati’yim ve dükkan ressamı ve heykelci. Papalara hizmet ettiysem de, buna zorunlu bırakıldım” diyerek, alçak gönüllülüğünü ve geçmişte yaptığı bazı işlere sitemkâr tavrını ölene kadar sürdürmüştür.

Pierre Auguste Renoir

Haziran 30th, 2012

Fransa’da Limoges’de doğdu. Aile daha Renoir küçükken Paris’e taşındı. Ondört yaşında bir porselen ressamının çırağı oldu ve 1858’e kadar bu işle uğraştı. Bu yıllarında ışık ve parlak renk konusunda tecrübe kazandı. Onyedi yaşını yelpazeler, avize ve perdeler üzerine büyük ressamların resimlerini geçirdi.

1862’de Ingres’nin bir öğrencisi olan Marc-Gabriel-Charles Gleyer’in stüdyosuna girdi ve orada Monet, Sisley ve Bazzile’den oluşan ve İzlenimciler olarak sanat tarihinde kendilerine önemli bir yer yapacak olan bir küme ressamla kalıcı dostluk kurdu. Ancak daha o sıralar klasiğin “yüce biçem”leriyle alay eden bu sanatçılardan ayrı olarak, Renoir bu ustalara çok önem veriyor, resimlerini dikkatle inceliyordu.

Renoir yoksul bir hayat sürüyordu. Kendisi gibi parasız olan Monet ile birlikte Seine Irmağı (-izlenimciliğin çıkış yeri) kıyısında ressam sehpalarını kurdular. Bu iki ressamın resimleri öyle benzeşiyordu ki kırk yıl sonra bu dönemin resimlerine baktıklarında Monet hangisinin kendisine ait olduğunu çıkaramayacaktı. Aynı fırça darbelerini ve aynı arı renkleri kullanıyorlardı. Renoir Monet’in ışığı kullanma biçiminden etkilenmişti, ancak o Monet gibi doğa resimleri değil insen betimlemeleri çiziyordu.

Sanatçı’nın etkilendiği diğer bir kişi de Delacroix’du. Renoir özellikle onun renklerinden çok etkileniyordu.

Bu çalışmalar sürerken Renoir biriktirdiği bir miktar parayla Güzel Sanatlar Akademisi’nde resim ve anatomi dersleri almaya başladı. Fakat hiçbir zaman akademik bakış açısını beğenmedi. Öte yandan da ona bir ressam olması için sunduğu temel bilgi ve disiplini almaktan geri kalmadı. Bu dönemde Raphael, Titian ve Rubens her zaman beğendiği ve dikkatle incelediği ressamlardı.

Yaşadığı yer tipik bir 18. yüzyıl felsefesinin oluşturduğu kültürel bir ortamı yansıtıyordu. Orta sınıfın yaşamın tadını çıkardığı bir dönem ahlaki yapısı Renoir’in tablolarında da göze çarpıyordu. Özellikle sanatçı gençlik yıllarında, bu ruh durumunun sevincini, mutluluğunu ve gevşekliğini yansıttı tablolarına.

Onun ilk başarısı “Ateşin Çevresinde Geyiğiyle Dans Eden Esmeralda” resmiyledir. 1864’’de bu resim Paris’te Fransa’nın resmi sergi sarayı olan Salon’da sergilendi. Ama Renoir bilinmeyen bir nedenle sergiden sonra bu resmi yoketti. Bu da 1866 sergisinde geri çevrilmesine sebep oldu. Ancak izleyen yıllarda resimleri düzenli olarak kabul edilmeye başlandı.

1870’de bir portre ressamı olarak başarılar elde etmeye başladıysa da bu uzunca bir süre ekonomik bir başarıya dönüşemedi. Tersine sanatçı sık sık resimlerini yemek ve erzağa karşılık değiş tokuş etmek zorunda kalıyordu.

1873’lere gelindiğinde Salon, renkleri kullanma yöntemi yüzünden sanatçının resimlerini yine reddetti. Ertesi yıl Renoir, Monet ve başka sanatçılar bu sergiye almaşık yeni bir sergi düzenlemeye giriştiler. Bir yıl sonra, ilkbaharda Salon’un dışında yeni bir sergi açıldı. İzlenimcilerin ilk sergileri olan bu sergi, onları çok tatmin etmese de karamsarlığa da itmedi. Ancak ertesi yıl sergide izleyiciler bir açıkarttırma sırasında o denli saldırganlaştılar ki sonunda araya polisin girmesi gerekti. Bu saldırganlaşma ne yazık ki resimleri önce kim kapar yüzünden olmamıştı. Tersine, bir eleştirmene göre bu resimlere bakabilmek için insanın “onbeş metre ötede durup gözlerini şaşı yapması” gerekiyordu.

İZLENİMCİLİKTEN AYRILIYOR

Renoir uzlaşmacı bir kişiliğe sahipti. 1878’de yeniden Salon’a başvurduktan sonra kendini İzlenimciler’den uzaklaştırmaya başladı. 1881’de bir tecimcinin resimlerini düzenli olarak satın almaya başlamasıyla parasal kaygılardan büyük ölçüde kurtuldu. Ertesi yıl açık olarak onu korkuttuğunu söylediği devrimci görünüşten uzaklaşmak istediğini söyledi. Bu yıllara geldiğinde Renoir artık kendini ‘İzlenimciliğin götürebileceği denli uzağa gelmiş’ görüyor ve artık bu akımın yalnızca ‘görsel’ olan yanının doyurucu bulmuyordu ve onun”bir çıkmaz-sokak” olduğunu düşünüyordu.

Bu uzaklaşma sadece uzlaşmacı kişilikle de açıklanamazdı. Onun İzlenimcilerden uzaklaşmasının en büyük sebebi İtalya yolculuğuydu. Bu yolculuk sırasında büyük İtalyan yağlı boya ustalarını keşfetti. Bu da İzlenimcilik konusundaki eleştirilerini güçlendirdi. Döndüğünde resimlerinde daha büyük bir birliğe ulaşmak için çaba göstermeye karar verdi.

O sıralar beğendiği ressamlar arasında Courbert, Watteau ve Fragonard vardı, ve onu izlenimcilerden ayıran en büyük tavır da “hala müzedeki büyük ustaların resimlerini incelemenin çok yararlı olacağı düşüncesi”ydi. Zira İzlenimciler geçmişi ve klasik olanı reddetme eğilimindeydiler. İzlenimciler klasik 18. yüzyıl ahlakını yansıtıyorlar iyiye doğru bir gidiş olduğunu savunuyorlardı. Ama Renoir kötülüğün de resme girebileceğini ve yaşananın darlık içinde gerçekleştiğine inanıyordu. Yani karamsar bir tutum içine girmişti. Zamanla “Klasiğin dışında hiçbirşey yoktur” vargısına ulaşan sanatçı ne denli usta olursa olsun bir sanatçının her zaman öğrenebileceği yeni pekçok şey olduğuna inanıyordu.

Bu değişikliği gösteren eser de Şemsiyler adlı tablosudur. Sanatçınını değişimi gösterir Şemsiyeler. Yolculuk esnasında başlamıştı esere ve bitirdiğinde eskiden çok farklı bir tarza ulaştığını farketti. İzlenimciliğe şu sözle karşı çıktı: Bu dönemde zamanının temalarından daha kalıcı temalara yöneldi ve çıplak resimlerine ağırlık verdi. 1880’lerde Renoir’in İzlenimciliğin hafif renklerinden git gide uzaklaştığı görülür. Aynı zamanda bu döneminde yoğun olarak belli belirsiz ortamlarda genç kızların tablolarını yapmaya girişti. Biçemi ustalaşıp yalınlaştıkça mitolojik temalara yöneldi ve yeğlediği kadın tipi daha olgunlaşıp büyüdü.

Renoir, zamanın büyük bestecilerinden sayılan Richard Wagner’e karşı Fransız ustalarını yeğliyordu.

1887’de Yıkananlar olarak bilinen bir dizi çıplak resim çalışmasını tamamladı.

Sanatçı romatizmaya yakalandıktan kısa bir süre sonra 1897’de aile Nice yakınlarındaki Cagnes’e taşındı. İlerlerleyen yıllarda Renoir’nın romatizması onu iyice zayıflattı ve 1903’den başlayarak yaşamını güney Fransa’nın sıcağında sürdürmesi gerekti. 1912’de romatizması o denli ilerlemişti ki artık koltuksuz gezemiyordu. Buna karşın yaşamının son günlerine dek resim yapmayı sürdürmeye kararlıydı. Tarihe kattığı her bir parça güzelliğin kar olduğunu düşünüyordu. Son zamanlarda parmaklarının arasına bir fırça bağlıyor, o şekilde resimleri üzerinde çalışıyordu. Bu dönemde ayrıca heykeltışarlığa da el attı ve kendi gücü yetmediğinden yanında bulundurduğu yardımcılarını yönetiyor, onların ellerini kendi elleri gibi kullanıyordu.

1915’te karısı, I. Dünya Savaşı’nda yaralanan oğullarına bakmaktan yorgun düşerek öldü. Kendisi bundan dört yıl sonra öldü. Ölmeden bir gün önce “Henüz ilerliyorum,” diyordu ve aynı gün Louvre’a son bir kez beğendiği resimleri görmek için gitti. Ertesi gün bir çiçek çalışmasını tamamladı ve “Bugün yeni birşeyler öğrendiğimi düşünüyorum,” dedi.

Zülfikar Fidancı

Haziran 30th, 2012

24 Nisan 1968’de Adıyaman Besni’de doğdu. Mardin’de başladığı ilköğretimine 1976 yılında ikinci sınıfdan itibaren İzmir’de devam ederek ortaöğretim ve liseyi de yine bu şehirde tamamlayan Zülfikar Fidancı 1988 yılında İzmir 9 Eylül Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik bölümünü kazanarak sanat hayatına başladı.

Üniversite yıllarında eğitim alırken aynı zamanda amatör olarak ajanslara, tekstil firmalarına ve piyasaya grafik tasarım çalışmaları, illustrasyonlar ve tekstil baskı tasarımları hazırladı. Çocukluğundan beri bütün hayali çizgi romancı olmaktı. Yine üniversite yıllarında bu hayalini gerçekleştirebilmek adına kendini geliştirebilmek için değerli dostu Atilla Erünlü ile eskizler yaparken, ustası Tarık Erdoğan’dan anatomi ve desen eğitimi aldı. Bu dönemde çok sevdiği hocası tanınmış ressam Prof. Cuma Ocaklı dan büyük destek görmesine rağmen eğitimini tamamlamak için gerekli olan maddi şartların yetersizliği yüzünden piyasaya tekrar grafik tasarım çalışmaları hazırlamaya başladı.

1992 yılı, ciddi şekilde muhalefet ettiği bilgisayarla tanıştığı ve onunla tasarımlar yapmak zorunda kaldığı bir yıl oldu. Bu süreç aynı zamanda mesleki ve kariyer anlamında piyasada tanınmaya başlamasının miladı oluyordu.

1994 yılında bir reprodüksiyon firmasının teklifi üzerine grafik tasarıma ara verip, film çıkış operatörlüğünü meslek olarak seçti. Bu tercih Zülfikar Fidancı’nın hem İzmir’de hem de Türkiye nin birçok yerinde ki ajans ve matbaalar tarafından tanınmasının yolunu açmış oluyordu. Çalıştığı reprodüksiyon servislerinde ofset, serigrafi, tifdruck ve flexo gibi basım tekniklerin de en yüksek kalitede sonuç elde etmek adına pratik çözümler üretti. Çalıştığı firmalarda bilgi ve deneyimlerini paylaşarak birçok operatör yetiştirdi.

1997 yılında meslektaşı Özlem hanım ile evlendiler.

1998 yılında çevresinin ve eşinin baskısı ile yöneticisi olduğu reprodüksiyon firmasından ayrılıp kendi grafik tasarım ofisini kurdu.

1999 yılı mart ayının 27. günü dünya’ya gelen oğlu Batuhan ile tanıştılar.

2002 yılına kadar yurtiçi ve yurtdışında yüzlerce kurumsal tasarıma imza atan grafik sanatçısı o yılın Nisan ayında askere gitti. Antakya ‘da Jandarma Eğitim Alayın da Kısa dönem olarak yaptığı askerlik görevini “Hayatımın en zor ama bir o kadar da zevkli dönemiydi” cümlesi ile tarif eden Zülfikar Fidancı askerlik dönüşü ara verdiği mesleğine bambaşka bir kapıdan giriş yaptı. Kariyerinin en önemli ikinci kararını vermek için aylarca devam eden bir çalışma sürecine girdi. Yurtiçi ve dışında birçok şirket ve markanın kurumsal ve ambalaj çalışmalarını hazırladığı meslek hayatında belki de 34 yıldır yaşadığı İzmir’de artık Ege’li olmanın verdiği bir duygu ile zeytinyağı konusunda tarihsel süreç, nitelik ve üretim üzerine araştırmalar yapmaya başladı.

2003 yılında ambalaj tasarımı konusunda branşlaşma kararı alan Zülfikar Fidancı bu tarihten itibaren özellikle zeytinyağı ürünü için kavramsal ambalaj tasarımları hazırlamaya başladı. Farklı tasarım anlayışı ile kısa sürede zeytinyağı üreticisi ve ihracatçısı firmaların dikkatini çeken sanatçı hem yurt içine hem de yurt dışına çok sayıda tasarım verdi. Bu sırada grafik tasarım ve matbaa sektörü için yayınlanan dergilerde makaleler yazarken, üniversite ve sanat okullarında söyleşileriyle bilgi ve tecrübelerini yeni nesil tasarımcılarla paylaştı. Eski hocası Prof. Gören Bulut’un daveti üzerine İzmir Yaşar Üniversitesi Grafik Bölümünde öğretim görevlisi olarak ders verdi.

1998 yılından bu yana Türkiye’de ve Dünyanın birçok ülkesinde 200 kadarı zeytinyağı ürününe hazırlanmış 600’den fazla ambalaj tasarımı market raflarında alıcısı ile buluşuyor. Sanatçının ambalaj tasarımı dahil hayata geçmiş 2000’den fazla grafik tasarım çalışması var.

Zülfikar Fidancı

Bugün zeytinyağını özel yaşamından meslek hayatına tutkuyla bağlayan sanatçı, bu sıradışı bütünleşmeyi şu şekilde ifade ediyor:

“Zeytinyağı benim için düşündüğümde kendimi kaybettiğim, tasarımını yaparken de kendimi bulduğum bir yaşam biçimidir. Bu ürüne tasarım yapmak benim için Anadolu uygarlıklarında ve mitolojide zaman yolculuğu yapmaktır, Olimpos’da Athena’yı ve tufandan sonra Nuh’a zeytin dalı getiren güvercini karşılamaktır.”

Çevresi ve meslektaşları tarafından ciddi iş disiplini ile tanınan Zülfikar Fidancı bugün bir yandan aşık olduğu zeytinyağı için yeni projeler üretirken, diğer yandan da mesaisinin bir kısmında genç melektaşlarının gönderdiği çalışmalarını değerlendiriyor, onların en iyiyi üretme çabasına destek vermeye çalışıyor.

Sanatçı meslek hayatı boyunca edindiği en önemli prensibi şöyle açıklıyor ;

“Benim için insanların ne yaptığının pek bir önemi yok, önemli olan ne yapmadıklarıdır. Ben de mesaimin büyük bir kısmını insanların ne yapmadıklarını araştırarak harcıyorum ki benim farklı olanı üretebilme çabamda ki en değerli sırrı bu prensip oluşturuyor. İnsanlar sıradan işler üreterek bunları satmak için olağan dışı bir çaba sarfediyorlar. Oysa daha çok araştırıp, daha az çalışarak farklı işler üretebilirler. Bu durumda onlar iş aramazlar, iş onları bulur.”

Zülfikar Fidancı’nın tamamı yurtdışındaki ambalaj sektörü ile ilgili çeşitli forum, fuar ve organizasyonlardan aldığı 7’si zeytinyağı ürün ambalajı olmak üzere 8 adet ödülü bulunuyor. Sanatçı bu ödüller için ” Hiçbirinin nereden ve kim tarafından verildiğini dahi hatırlamıyorum. Bence ödüller insanı gururlandıran ancak rehavete ve şımarıklığa sürükleyen iltifatlardır. Bu durum üreten bir insan için tehlikeli bir sondur.” şeklinde bir yorumla ödülleri önemsiz bulduğunu ifade ediyor.
(2009 yılında yapılmış bir röportajdan derlenmiştir)

Zeynep Tokuş

Haziran 30th, 2012

 1977, Ankara’da doğdu. Liseyi Özel İzmir Çakabey Koleji’nde okudu. Ankara Özel Stilistlik Okulu Bilkent Üniversitesi Grafik Tasarım Bölümünden mezun oldu. 1998 Star TV Güzellik Yarışması’nda birinci oldu. Yarışmadan önce Capital Radio’da dj’lik yaptı. 1999 yılında Deli Yürek adlı dizide Zeynep rolünü canlandırarak oyunculuğa adım attı. 2007 yılında katıldığı Buzda Dans adlı yarışmada birincilik elde etti.

 2000-2003 Yılları arasında  işadamı Bülent Helvacı, 2005-2009 Yılları arasında Jinekolog Alp Nuhoğlu ile evli kaldı. İlk evliliğinden oğlu Alp,  ikinci evliliğinden de oğlu Ali dünyaya geldi.

2001 Yılı Ankara Film Festivali’nde “Yazgı” filmi ile “En İyi Kadın Oyuncu” ödülünü  aldı. 2009 Yılında  ‘Umut’ isimli sinema filminde başrol oynayan Tokuş, filmdeki bütün kostümlerin tasarımlarına da imza attı.

Filmografisi
Deli Yürek (1999), Vizontele (2001), Yazgı (2001), Vizontele Tuuba (2003), Esir Şehrin İnsanları (2003), Hırçın Menekşe (2003), Bedel (2003), Çocuklar Duymasın (2004), Beyaz Melek (2007), Kardelen (2008),  Ayrılık (2009), Umut (2009) 

 

Semih Kaplan

Haziran 30th, 2012

1976 yılında İstanbul’ da  doğdu.

1998 yılında Anadolu  Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Seramik Bölümü’nden mezun oldu. 2003 yılında Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Seramik Yüksek Lisans Programını tamamladı.

Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde Resim Sanatta Yeterlilik Programına devam eden Semih Kaplan halen Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Bölümü’nde Öğretim Görevlisi olarak görevini sürdürmektedir.

ÖDÜLLERİ:

1997  Çanakkale Seramik Tasarım yarışması, Birincilik Ödülü
1998  59. Devlet Resim Heykel Sergisi Seramik Yarışması, Başarı Ödülü
1998  İzmir Rotary 5. Altın Testi Seramik Yarışması.Mansiyon
2003  Muammer Çakı Seramik Yarışması Çini Dalı Başarı Ödülü
2003 Talens Resim Yarışması Suluboya Kategorisi,Üçüncülük Ödülü
2004 65. Devlet Resim Heykel Sergisi Özgünbaskı Yarışması,Başarı Ödülü

Savaş Camgöz

Haziran 30th, 2012

1971 yılında Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Resim Bölümü’nü bitiren Camgöz, 1977 yılında, Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü’nde ressam olarak çalışmaya başladı. Başressam olarak görevini sürdürürken, 1982 yılında Ankara Devlet Opera ve Balesi’nden ayrılarak Almanya’nın Bonn Tiyatrosu’nda ressam olarak çalışmaya başladı. 1985 yılına kadar Avrupa’nın pek çok ülkesinde araştırmalar yaptı ve aynı yıl Devlet Opera ve Balesi’ne döndü.

1987 yılında Sanat Teknik Müdürlüğü yapan Camgöz, 1985 yılından bu yana ‘Giselle’, ‘La Traviata’, ‘Maskeli Balo’,’La Boheme’, ‘Korsan’, ‘Yarasa’, ‘Windsor’un Şen Kadınları’, ‘Prens Igor’, ‘Don Giovanni’, ‘Lohengrin’, ‘Carmina Burana’, ‘Othello’ gibi pek çok opera va balenin dekor ve kostüm tasarımlarının yanı sıra ‘Ağrı Dağı Efsanesi’, ‘Ali Baba ve Kırk Haramiler’ ve ‘Dudaktan Kalbe’ gibi Türk operalarının da tasarımlarını gerçekleştirdi.

Antalya Aspendos Opera ve Bale Festivali’nin ilk yılından bu yana sahne tasarımını gerçekleştiren sanatçı, resim çalışmalarını sekiz kişisel sergide topladı.

Camgöz, 1994 yılında ‘Prens Igor’ ve ‘Lohengrin’ operalarındaki sahne tasarımıyla TOBAV tarafından verilen ‘En Başarılı Dekoratör Ödülü’nü aldı.

1995 yılında, Kültür Bakanlığı tarafından düzenlenen Kültür ve Sanat Ödülleri’nde ‘En Başarılı Dekor Tasarım Ödülü’ne layık görüldü.

1998 yılında, yine TOBAV tarafından verilen ‘En Başarılı Dekor Ödülü’nü alan Savaş Camgöz, 1996 yılından bu yana Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü’nde Başdekoratör olarak görev yapmaktadır.

Sevan Bıçakçı

Haziran 30th, 2012

   Samatya’da doğdu.Mücevher işinde çıraklığa 1982 yılında, 12 yaşındayken kuyumcuların ve imalathanelerin bulunduğu Çuhacıhan’da başladı. Ustası Hausep Çatak idi. Kendini “hayallerini yapan sadekar”olarak tanımlayan Bıçakçı, bir kuyumcu dükkanında bulunmayan kol düğmesi, saç tokası, halhal, pazıbent, şal pini, ceket pini gibi ilginç ürünler tasarlıyor. Bıçakcı’nın mücevherleri Amerika’dan İngiltere’ye, Fransa’dan Maldiv Adaları’na kadar dünyanın pek çok ülkesinde önemli butik kuyumcularda satılıyor.
   Bıçakçı’nın bugüne kadar üzerinde çalıştığı sekiz koleksiyonu bulunuyor. Bu koleksiyonlar altın ve gümüşten oluşuyor. Çalışmalarını gümüş ve altının aşkla birbirini tamamlaması olarak tanımayan Bıçakçı’nın her koleksiyonu kendi içerisinde evrim geçiriyor ve her tasarımın yalnızca bir örneği bulunuyor. Tasarımlarının iç ve dış yüzeylerine güzel sözler de ekleyen, Padişah portreli yüzüklerle hayallerini gerçeğe dönüştüren Bıçakçı’nın koleksiyonları arasında “Dinlerin Kardeşliği”, “Büyülü Taşlar”, “Sadabat Koleksiyonu”, “Theodorius ve Justinianus”,”Nur-u Osmaniye” bulunuyor.  
   Vogue, Elle, Sunday Times gibi birçok yabancı dergide tasarımlarından bahsediliyor.
   Las Vegas’ta düzenlenen Couture Mücevher Konferansı’na katılan tasarımcı Sevan Bıçakçı, “Sultanahmet’te Yağmur” isimli yüzüğüyle Türkiye’ye birincilikle döndü.

Özden Pektaş Turgut

Haziran 30th, 2012

1978 yılında Giresun – Espiye’de doğdu. 1996’da Ankara Milli Piyango Anadolu Lisesi’nden, 2001’de Eskişehir Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Bölümü‘nden mezun oldu. 2003 yılına kadar çeşitli ajans ve kurumlarda grafik tasarımcı olarak çalıştı. 2003 – 2005 yılları arasında Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Bölümü’nde araştırma görevlisi olarak çalıştı.

2004 yılında “Banner Reklamların Grafik Tasarım Açısından İncelenmesi” konulu tezi ile H. Ü. Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Bölümü’nde yüksek lisansını tamamladı. 2005 yılından bu yana H. Ü. Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Bölümü’nde Sanatta Yeterlik öğrencisidir. Halen Gazi Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde okutman olarak görev yapmaktadır.

Ankara Exlibris Derneği üyesidir.

Fatih Mika

Haziran 30th, 2012

Fatih Mika 1956 yılında İstanbul’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini İstanbul’da tamamladı. Daha sonra İ.Ü.Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’ndeki eğitimini yarıda bırakarak Yugoslavya’ya gitti, Sarayevo Güzel Sanatlar Akademisi Grafik (Gravür) Bölümü’nden mezun oldu. İhtisasını da aynı Akademi’de Dževad Hozo Atölyesi’nde tamamladı. Fatih Mika çalışmalarını 1989 yılından bu yana Roma’da sürdürmektedir.

KİŞİSEL SERGİLERİ

1989: Belgrad Üniversitesi Kültür Merkezi Sanat Galerisi, Belgrad, Yugoslavya
1989: Rizah Štetić Sanat Galerisi, Brćko, Yugoslavya
1989: Leonardo Sanat Galerisi, Sarayevo, Yugoslavya
1990: Dom Mladih Sanat Galerisi, Sarayevo, Yugoslavya
1991: Café Notegen, Roma, İtalya
1992: Trifalco Sanat Galerisi, Roma, İtalya
1993: Alkent Actuel Art , İstanbul
1994: Ekol Sanat Galerisi, İstanbul
1996: Vakko Sanat Galerisi, Ankara
1996: Vakko Sanat Galerisi, İstanbul
1997:  Sait Faik’i Anma Günü, Kalpazankaya, İstanbul
1997: MEB Sanat Galerisi, İstanbul
1998: Upter House, Roma, İtalya
1999:  Avezzano Belediyesi Sanat Galerisi, Avezzano, İtalya
2000:  Galleria Dei Soldati, Roma, İtalya
2000:  Galerija Mak, Sarayevo, Bosna Hersek
2001:  Aksanat Cep Galerisi, İstanbul
2001:  Ielasi Sanat Galerisi, Ischia, Napoli, İtalya
2002: Tolga Eti Sanat Evi, İstanbul
2002: 12. İstanbul  Sanat Fuarı, İstanbul
2003: Nemi Belediyesi, Nemi, Roma, İtalya
2003: 13. İstanbul  Sanat Fuarı, İstanbul
2003: İstanbul Menkul Kıymetler Borsası Sanat Galerisi, İstanbul
2004: 17. Hotel & Restaurant Equipments Fair, İstanbul
2004: “Lale Adına, Osmanlı Dünyası”, Chiostro di San Giovanni, Orvieto, İtalya
2004: Palazzo Gamberini – T.C. Roma Büyükelçiliği – Roma, İtalya
2004: Yaşar Eğitim ve Kültür Vakfı Çeşme Altın Yunus Sanat Galerisi, İzmir
2004: Neo Art Gallery, Roma, İtalya
2005: “Carlo Goldoni” İtalyan Kültür Merkezi, İzmir
2005: Rose e Tulipani……..Santa Lucia, Fonte Nuova, Roma, İtalya
2006 Guttenberg Müzesi (Gravürleri müze koleksiyonunda)

ÖNEMLİ  KARMA  SERGİLERİ

1986:  – 3. Öğrenci Gravürleri Bienali, Belgrad, Yugoslavya
1988:  – 4. Öğrenci Gravürleri Bienali, Belgrad, Yugoslavya
-Sarayevo Güzel Sanatlar Akademisi İhtisas Öğrencileri sergisi, Sarayevo, Bosna Hersek            
1989:  – 5. Uluslararası Baskı Bienali, Varna, Bulgaristan
– 18. Uluslararası Grafik Sanatları Bienali, Ljubljiana, Slovenya
– 1. Yugoslavya Minyatür Sanatlar Bienali, Gornji Milonovac, Yugoslavya
– Petit Format de Papier ´89, Couvin, Belçika
1990:  – Intergrafik ´90, Internationale Triennale Engagierter Grafik in der DDR, Berlin, Almanya
– “Il Segno nel Labirinto”, Iraklion, Girit, Yunanistan
– 2° Salon International De La Gravure, Nantes, Fransa
1991:  – Uluslararası Grafik Sanatlar Trienali, Krakov, Polonya
– “Intergrafia ´91”, Uluslararasi Gravür Sergisi, Katovize, Polonya
– 6. Uluslararası Baskı Bienali, Varna, Bulgaristan
– “Il Segno nel Labirinto”, Selanik, Yunanistan
– 6. Uluslararası Küçük Boyutlu Baskı Sergisi, Frederikstad, Norveç
– “Presenze- Artisti Stranieri Oggi in Italia”, Perugia, İtalya
1992:  – 10. Uluslararası Grafik Trienali, Frederikstad, Norveç
– Dotze Mini Print International De Cadaqués, İspanya
– 17. International Independante Exhibition of Prints , Kanagawa, Japonya
– “La Morte Di un Ipocondriaco”, Trifalco Sanat Galerisi, Roma, İtalya
1993: – 12. Premio Internazionale Biella Per La Incisione , Biella, İtalya
– 20. Uluslararası Grafik Sanatları Bienali, Ljubljiana, Slovenya
– “Dall Arte Il Domani Del Mondo”, Banca D´Italia Kültür Merkezi Sergi Salonu, Roma,   İtalya
– Birinci Uluslararası Baskı Bienali, Maastricht, Hollanda
– The 1. Mini Print Slovenia, Maribor, Slovenya
           – 1. Mısır Uluslararası Baskı Trienali , Giza,  Mısır
– 7. Uluslararası Baskı Bienali, Varna, Bulgaristan
1994:  – 4. İstanbul Sanat Fuarı, Galeri Ekol, İstanbul
           – 13. Biennal D´Eivissa, Ibiza, İspanya
1995:  – 11. Uluslararası Grafik Trienali, Fredrikstad, Norveç
           – 21. Uluslararası Grafik Sanatları Bienali, Ljubljiana, Slovenya
– 1. Uluslararası Grafik Sanatları Bienali, Sofya, Bulgaristan
– 18. International Independante Exhibition of Prints , Kanagawa, Japonya
– “Eco e Narciso”, Galleria Trifalco, Roma, İtalya
– “Dall Arte Il Domani Del Mondo”, Banca D´Italia Kültür Merkezi Sergi Salonu, Roma, İtalya
– 5. İstanbul Sanat Fuarı, Galleria Carolina Monti, İstanbul
1996:  – 13. Premio Internazionale Biella Per La Incisione , Biella, İtalya
– 14. Biennal D´Eivissa, Ibiza, İspanya
– 8. Uluslararası Küçük Boyutlu Baskı Sergisi, Frederikstad, Norveç
– 6. İstanbul Sanat Fuarı, Minyatür Sanat Galerisi, İstanbul
1997:  – 2. Uluslararası Grafik Sanatları Bienali, Bitola, Makedonya
– 19. International Independante Exhibition of Prints , Kanagawa, Japonya
– International Exibition of Graphics and Posters “4th  Block”, Harku, Ukrayna
1999:  – 3. Mısır Uluslararası Baskı Trienali , Giza,  Mısır
           – “Cieli e Cupole”, Galleria Lazzari, Roma, İtalya
2000:  – Lilla Europa 2000, 1. Küçük  Boyutlu Resim ve Baskı Bienali, Hallsberg & Örebro,   
            İsveç
           – 30 x 30 x 30: “l’anomalia dell’impossibile”, Il Quadrato di Omega, Roma, İtalya
           – 10ème exposition internationale <Petit format de papier>, Viroinval, Belçika
– 27. Premio Sulmona, Rassegna Internazionale d’Arte Contemporanea,   
Sulmona, İtalya
2001:  – 2a Rassegna internazionale dell’incisione di piccolo formato, Cremona, İtalya
– III Festival De Gravura, Élvora, Élvora, Portekiz
– International Festival of Graphic Art 2001, Hallsberg & Örebro, İsveç
2002:  – Lilla Europa 2002, 2° Biennale of smallscale painting and printmaking,
              Hallsberg & Örebro, İsveç
– DYO 30. Resim Yarışması, İstanbul-İzmir-Bursa-Ankara-Antalya
– 11ème exposition internationale <Petit format de papier>, Viroinval, Belçika
2003:  – 4. Mısır Uluslararası Baskı Trienali , Giza,  Mısır
2004:   – The International Print Triennial Dalarnas Museum, Falun, İsveç
– “Obiettivo Pax”  Museo Storico della Fanteria, Roma, İtalya
–  Kleopatra – Da Michelangelo all´Arte Contemporanea, Baku, Azerbeycan
 – 12ème exposition internationale <Petit format de papier>, Nismes, Belçika
             – IV. Festival De Gravura Évora, Évora, Portekiz
             – 14. İstanbul  Sanat Fuarı, ARGAM ile birlikte, İstanbul
             – 3° Biennal Internacional D´Art Grafic 2004 “Aqua”, Francavilla Al Mare, İtalya
             – 3° Biennal Internacional D´Art Grafic 2004 “Aqua”, Sant Carles De La Ràpita, İspanya
– Lilla Europa 2004, 3. Küçük  Ölçek Resim ve Baskı Bienali, Hallsberg & Örebro, İsveç
2005:    –  Primaverile Romana 2005, Con Il Gianicolo Centro D´Arte Galleria D´Arte 

Mika´nın İtalya´daki son sergisinden sonra Arianna di Genova tarafından yazılmış eleştiri:

Fatih Mika, Istanbul´da şekerli baliklar

Masal yaratıları, cennet kusları ya da Boğazicinden siçrayan baliklar, dekoratif bir oyun icinde Hokusai´in ahsap baskilarini animsatiyorlar.

Istanbul´lu gravur sanatçisi Fatih Mika´nin bu gravurleri ( Istanbul Menkul Kiymetler Borsasi Sanat Galerisi´ndeki sergisi) iki defa bakilmayi hakkediyorlar. Biri kullanilan malzeme araciligi ile içine aydinlik bir sekilde girerek.(Kumlamanin lekeci etkisi, seker-baski teknigi ile islenerek daha da hareketlendiren yuzeyler). Digeri ise fantastik oykuler arasinda gezen, hayal kuran, antik mitleri çagristiran buyuleyici kisileri ve gerçekustu renkleri.

Turkiye dogumlu Fatih Mika´nin çok yonlu biçimlenisi onu Sarajevo´ya unlu grafik ve gravur okuluna ogrenim gormeye goturdu, daha sonra da Italya´ya ailesi ile yasamaya, Mika sonucu kestirmeden once teknik ile mudahaleyi seciyor. Boylece asitler formlari degistiriyorlar, sivilar alani “kemiriyorlar”, kirmizilar, toprak renkleri, maviler yeni sinirlar yaratiyorlar.Anlatimci tablo kalibini kaziyarak yerine siirsel bir ormani çiòeklendirmeye birakiyorlar. Daha onceki donemlerin otçulari (Otlar I, 2003 fotgrafta), Hizli simsek gibi kelime (kemik)ayiklayan Eugenio Montale´nin anisina “Murekkep Baligi Kemikleri” (……………………) Boylece onun martilari Haliç´e dogru havalanabilirler yada sadece bir iz olmak için kus olan ile iliskilerini kaybederek konumlarini degistirerek, ic dinamizmleri olan gravur goruntuleri ve yasam.

(Arianna di Genova)

Yıldız Cıbıroğlu´nun Art Life dergisinde yayınlanan FATİH MİKA’DAN GRAVÜR SERGİSİ: AYRINTILAR isimli yazısından…

Fatih Mika’nın 2000 yılında asitoyma, kumlama ve darbeleme tekniğiyle yaptığı Arabesk adlı gravür cesur bir düzenleme ve dikkat çekici bir yapıt. İki öküz, iki tekerlek ve çerçeveli iki kadın imgesiyle önde silik bir erkek imgesi. Arabanın kendisi yok. Onun yerine tablonun karesi var. Picasso’nun bu tablosu (Avignon’lu genç kızlar) çerçevesiyle birlikte arabanın kasasının yerine geçmiş. Arabanın kasası nasıl yük taşıyorsa bu tablonun dörtgeni de iki kadının imgesini taşıyor. Picasso “Barcelona’nın Avignon sokağındaki bir genelevde satılan –belki Kuzey Afrikalı- kadınlarla”  ilgili anılarından ortaya çıkardığı Avignonlu genç kızlar’ı 1907’de bitirmiş. Picasso’nun ölümsüz kıldığı o beş kızdan ikisi  tam doksan üç yıl sonra bir geziye gider gibi, Fatih Mika’nın gravüründe iki öküzün çektiği tuhaf bir arabada yer alıyorlar. Picasso’nun resminde olduklarından daha farklı biçimde etkileyiciler. Kübizmden uzaklaşmışlar, ama o resme çağrışımları (sanatçı bunu bilinçle istemiş) sürüyor. Sanatın dönüştürücü gücü burada çok hoş bir biçimde karşımıza çıkarken, bir sanat yapıtından sonrakine akışkanlık sağlanmış.
Resmin gölgeli ve gizemli havası içinde belirgin ve gerçekçi olanlar bu iki fahişe. Işık kollarının ve göğüslerinin üstünde. Bedenleri kasap vitrininde asılı et gibi. Yabancılaşmış, büyümüş gözler etin içinden dışarıya dimdik ve sert bakıyor. Gövdeleri kurbanın gövdesi, ama bakışları celladın. Göğüslerini daha çok göstermek, ortaya çıkarmak için, kollarını satışa koşullanmış bir ruhla kaldırmışlar. Yine de cinsellik yok. Bu resim artık Picasso’nun Avignonlu Genç Kızlar’ından başka bir şey; Fatih Mika Picasso’yu da içine almış, özümsemiş ve yeniden yaratmış onu. Bu gravürü yaparken bir minyatürden de yararlanan Fatih Mika’nın etkileyici bir eseri.
Onu anlamaya çalışmayı sürdürelim: Bu kadınlar nereye götürülüyorlar? Fatih Mika onların köylerine dönmelerini istediği için mi onları Avignon sokağından alıp buraya taşıdı? Avignonlu iki fahişenin resmini öküzleri yeden adam hangi köy odasına asacak? Bu onun düşü mü? Kentte bir genelevde yattığı kadınların düşünü köyüne mi taşıyor? Yaşamı zenginleşecek mi o düşlerle? Yoksa birden köyüne dönüş yolunda gerçekle yüz yüze geldi de yüreği mi sızladı bu kadınlara? Eli neden soru sorar gibi, içi neden karışık, şaşkın, huzursuz?
Bir çift öküz ve araba ilkelliği mi imliyor, yoksa uygarlığın ilk adımında fahişeliğin olduğunu mu? Bu kadınların bir zamanlar saf köy kızları olduğunu hatırlayan var mı? Kadınlarla birlikte öküzler de yükü çeken ve aşağılanan sınıfları mı temsil ediyorlar?
Sanatın da, insanın da satılan bir nesne olduğunu mu ifade ediyor Fatih Mika? Onların satılmasından rahatsız mı, ihanet ettiğini mi düşünüyor? Bir çerçinin öküz arabasına yükleyip satış için köy köy gezdirdiği nesneler gibi mi fahişelerin ya da tabloların piyasaya, talebe bağlı kaderi? Sanat eserlerinin satılmaya yazgılı olması, onları bilinmeyen bir kadere teslim etmek ve saflıklarının –daha yaratmaya başlarken- bozulmasına  sebep olmak mı?
Fatih Mika’nın gravürlerinde zeminin genellikle gölgeli, serpiştirilmiş lekelerle kaplı olması ve dış dünyaya ait hiçbir ögeyi barındırmaması, barındırsa bile artık değişime uğramış olması, sanatçının içsel bir durumu ifade ettiği, dış dünyayla arasına mesafe koyduğu düşüncesini güçlendirmektedir. 
Sanatçılar onun yapıtlarında akmaya devam ederler. 2005’te eski gravür ustasını betimler F. Mika: Aliye Berger’in anısına. Bu betiminde ipiltilerin içinden yaratıcı bir ruhla dolu güçlü bakışlarını gravüre bakanın yüreğine saplamaktadır Aliye Berger.
Şair ve şiiri –İlhan Berk adlı gravürde (1996) ise şairin iki dizesi okunuyor: “Adlandırmak Ölümdür.” “Adlandırınca her şey sıkıcı olur.” Mika’nın gravürlerindeki yukarda kısaca değindiğim psikolojik etkili gölgeler, zemini tanımlamak yerine onu ipil ipil beneklerle, alacalarla bulandırıp parçalamalar; karalamalar, silik gölgeler, bazen silüetle yetinmeler İlhan Berk’in şiirindeki bu dizeyle açıklanabilir. “Adlandırma ölümdür.” Fatih Mika da tanımlamaz, yoruma bırakır imgelerini.
Ağın ortasına düşmüş balığın bakışlarında da aynı şaşkınlık ve korku var. Bir kadının  göğüsleri arasındaki ‘erkek ilkeyi’ de temsil ediyor olabilir balık. Pedro Almodovar’ın yönettiği Konuş Onunla filmindeki erkek kahramanın kadın gövdesini korkuyla karışık duygular içinde keşfe çıktığı rüya sahnesini ve Joseph Campbell’in Kahramanın Sonsuz Yolculuğu adlı kitabını hatırlayalım. Ağ ortak imgelemde kadınlarla ilişkilendirildi. Çünkü ilk ağı onlar ördü ve ilk ağları büyü/ tuzak  amacıyla kullandılar. En eski Anadolu tanrıçalarının  betimlerinde ağ onların gövdelerinin bir parçasıdır. Fatih Mika’nın resminde balık ağa düşmüş ve ağın ortasını çukurlaştırarak ‘V’ biçimiyla birlikte balığın aşamayacağı iki tepe formunu da oluşturmuş. Çok çağrışımlı bir resim. Erkeğin karşı cinsten korkusunu da, dağ gibi sorunlar arasında sıkışmış bunalan insanı da getiriyor akla.
Çağımız bilgi çağı mı, yoksa korku çağı mı? Bilgiyi kimler kullanıyor? Kullanmayanlar yalnızca hayvanlar mı? Gereksiz bilgiler çöplüğünü bilgi sananlar da yok mu? Mika’nın gravürlerinde korku ve ürkü duygularını içerenler daha çok hayvanlar, cansız varlıklar. Onlar yeryüzündeki sessiz kalan, sesini duyuramayan, duyulmak istenmeyen yığınları mı ifade ediyorlar? Fatih Mika suyun içindeki sessiz dünyada yaşayan balıklar, kuşlar üzerinden onları mı yansıtıyor gravürüne? Sait Faik’e Saygı dizisinden İskorpit, Kırlangıç balığı, Sinarit Baba, Son Kuşlar adlı resimlerde  –korku, kuşku, kaygı, ürkü başta olmak üzere- yoğun duygulanımları okuyabiliyoruz. Neden bu balıklar zırhları, kabukları andıran ve batıcı okları çağrıştıran sert parçalar taşıyorlar gövdeleri  üzerinde? Tehdit ve tehlike mi var? Ürkmüş gözlerle bakıyor onlar da Avignonlu Genç Kızlar gibi. Son Kuşlar adlı gravürdeki kuş neden yerin üstünde olacağına yerin altında? Sanki bir savaşta yeraltı sığınağına gizlenmiş, yakınlarını yitirip yapyalnız kalmış insanlar gibi hüzünlü ve yaslı. Üstündeki toprak yığınından uzanan dikenler yardım isteyen, “Kurtarın kurtarın” diyen kurumuş eller mi? Doğa ve insan birbirine sızmış, acıyı birlikte duyuyorlar.
Kedi Minoo’nun, Kız Kulesi önündeki martının yoğun duygulu bakışları hayvanseverler için ayrı anlamlar da taşıyabilir. Martı I adlı gravürde (2003) sisler içindeki Kız Kulesi bile penceresiz duvardan korunakla çevrilmiş, (belki çevre kirlenmesine ilişkin) tehlikelere karşı dış dünyaya kapanmış, artık o bir deniz fenerinden öte, siren düdüğünün ne zaman çalacağını tetikte bekleyen canlı bir varlığın imgesine dönüşmüştür.
Castello Aragonese (1995) adlı gravür aynı adlı kaleyi gösteriyor. Ada ve kale kaçmak, korunmak için mi? Kasvetli görünüyor ve “hayaletlerin dolaştığı tekin olmayan” bir yere benziyorlar. Önde geçmişten insan eliyle yapılmış nakışlı işaretler taşıyan kayalıklar, artık hayatın bittiğini imliyor gibi. Adanın üstünde pamuk gibi beyaz, uçucu ve dağınık bulut yığını, granit sertliğinde dokunmuş adaya, kaleye, kayalara tezat oluşturuyor. Sanki eski günlere ağlayan, anne biçimli koruyucu ruhu adanın, rahatlatıcı bir etki yapıyor. Çekici ve gizemli bir yanı var gravürün. Bu ada için Fatih Mika’dan şu bilgiyi aldım:  “Castello Aragonose, İschia Adası’nda bir kale. Osmanlılara karşı kendilerini savunmak için yapılmış. Karımın baba tarafından ataları üç yüz elli yıl öncesinde bu adada yaşamışlar.”  Fatih Mika Roma’da çalıştığı için İtalya’dan görüntüler giriyor yapıtlarına. San Pietro’nun kara silüeti üzerinde Ay kuruntulu kıskanç bir âşık gibi mektuplar yazıyor parça parça bulutlara, San Pietro’ya gönderiyor.  Dua I ve Manolya II adlı gravürlerde konular farklı ama hareket ve devinim birbiriyle  tamamlanıyor. Manolya II (2003) adlı gravürde iki manolya bir iç ışığıyla aydınlanıyor ve  ışıkla pervane gibi birbiriyle ilişkililer. Dervişlere benzeyen bir kendinden geçiş içinde dönüyorlar sanki. Dua I (2005) adlı gravürde dervişler ve Arap harfli yazılar da aynı raksı sürdürüyorlar.
Yengeç (2001): İlk kez korkmuş, ürkmüş değil de; korkutucu, ürkütücü bir hayvan imgesiyle karşı karşıyayız. iki yana açtığı peleriniyle dehşet saçan bir heyula gibi; silahlanmış, zırhlanmış, üstümüze geliyor. Savaş makinasının yengeç biçimine girmiş görüntüsü bu. Kendine güvenli ve tehdit eden ağır ağır yürüyüşüyle çerçevenin dışına çıkacağa ve ne pahasına olursa olsun üzerimize gelmeye devam edeceğe benziyor. Arkası dalgalı bir kan deniziyle mi kaplı, ateş ve duman mı? Bulanık, kirli ve kötü amaçlar için bütün yeryüzünü kaplayan tek gücün kâbuslarla dolu bir rüyadaki izdüşümü bu yengeç. Dünyayı mahveden güç. Tek güç “Benim” diyor dünya sahnesinde, kanla ateşle boyadığı kızıl renkli fonun önünde “Yalnız Ben” diyor. (Gerçekten böyle mi? Yengeç neyi temsil ediyor?)
Fakat bu ürkütücü, ciddi duruşunun altında gülünç yanını da çağrıştırıyor duruşuyla. Yengeç gösteriyi, komiklik yapmayı seven, oyuncu ve sıradışı bir hayvandır. Adı aslında ‘yangeç’tir Eski Türkçede. Seyircisi olsun ister, herkes dümdüz giderken o çapraz yürür. Fatih Mika onun bu özelliğini küçücük bir ayrıntıyla duruşuna yansıtmış: sağ yandaki bacakları soldakilerden daha yukarda. Gravürdeki yengeci bu nedenle dünyayı mahvetmeye soyunan “çılgın süperleri oynayan bir oyuncu” olarak da görebiliriz. Sahnede, menevişli kadife perdenin önünde kendisi gülmeyen ama güldüren tüm gerçek oyuncular adına (Charlie Chaplin’in Diktatör’deki oyunculuğunu çağrıştırıcasına) bulunuyor Yengeç. 1956’da İstanbul’da doğan Fatih Mika gravürlerinde içteki derin anlamı sezdirirken insan ve hayvanda korkunun estetiğini de gerçekleştiriyor. Eğretilemeyi, şiiri katıyor yapıtına. İlgi çekmek için yapılan içi boş garipliklerden uzak; sağlam ve sade bir biçimde, zorlamadan, dengeyi bozmadan yapıyor bunları. Onun gravür tekniğine getirdiği yenilikler ise bir başka yazı konusudur.

Adli Ayter

Haziran 30th, 2012

1938’de Sarıkamış’ta doğdu. İlk-orta tahsilini orada tamamlayıp İstanbul’da Vefa Lisesi ve Gazetecilik Yüksek Okulu’nu bitirdi. Ardından Paris’e giderek iki yıl Alliance Francaise’de lisan eğitimi gördü.

Onun en büyük özelliği Türk Halk Oyunları, Kafkas Halk Dansları ve Azeri Musikisi sahasında ülkemizin itibarlı ve sayılı uzmanlarından biri olmasıdır.

AYTER, yurt dışında bir çok ülkede oynadığı halk oyunları ve sunduğu sanat toplulukları ile ülkemizi temsil etmiş, Fransa – Dijon Uluslararası Halk Dansları Olimpiyatından 1975 – 1977 – 1982 yıllarında 3 kez Dünya Birinciliğini (Altın Madalya) ülkemize kazandırmıştır.

Kendi yetiştirdiği Kars-Kafkas Halk Dansları Folklor Sanat Topluluğu ile 1989’da devlet görevi ile ülkemizi Dijon Olimpiyatında temsil ederek Dünya İkinciliğini (Gümüş Madalya) Türkiye’mize getirmiştir.

ADLİ AYTER yaptığı müspet çalışmalarıyla Türk Halk Sanatının, çağdaş Dünya Sanatı düzeyine ulaşmasındaki büyük katkılarından dolayı 1985’te T.B.M.M. Başkanlığınca Altın Şild ile ödüllendirildi.

Türk Halk Bilimi üzerine yaptığı çalışmalar, ülkemize getirdiği birincilikler, ve  sanatının 40. yılını onurlandırmak amacıyla Kültür Bakanlığı tarafından 1999 yılında adına bir jübile gecesi düzenlendi.

1952 yılından beri Kars-Kafkas Halk Danslareı ve Halk müzikleri üzerine yoğun çalışmalar yapan AYTER, “Folklor ve Turizm” adında aylık bir dergi yayınlayarak (1974) Kafkas Tarihi, Azeri Musikisi, Azerbaycan Halk Edebiyatı, Kafkas Halk Danslarının Koreografisi, Türk Halk Bilimi, Etnografik El Sanatları gibi pek çok konuda makaleler ve eleştiriler yazdı.

Devlet Opera ve Balesinin kurucusu Miss Ninette de Valois tarafından Devlet Balesi’ne misafir sanatçı olarak davet edilen AYTER, Uyuyan Güzel balesinnde iki sezon boyunca başarı ile oynadı. Dirijör Niyazi Tagizade’nin takdirlerine mazhar oldu.

1955 yılından itibaren günümüze kadar muhtelif kurum ve kuruluşlarda halk bilimi öğretmenliği yaparak yüzlerce öğrenci yetiştirmenin gururunu taşımaktadır. Hava Harp Okulu’nda on yıl (1972-1982) amatörce ders verdi.

T.M.T.F. (Türk Milli Talebe Federasyonu), Şimali Kafkas Kültür Derneği, Azerbaycan Gençlik Derneği, Türk Folklor Kurumu, Türk Turizm Folklor Derneği, Şamil Eğitim ve Kültür Vakfı, İ.T.Ü. Devlet Konservatuarı gibi kuruluşlarda halk bilimi çalışmalarını sürdürerek kültürümüzün yaygınlaşmasında büyük çaba gösterdi.

Kültür Bakanı Sn. Mesut Yılmaz’a sunduğu raporlarla Devlet Halk Dansları’nın İstanbul’da da kurulmasına karar aldırdı. 1987.

Kültür Bakanlığı’nın düzenlediği sempozyumlarda bildirileri neşredildi. 1967-1968 “Arşın Mal Alan” Azeri Operetinde bir yıl oynayarak “Sultan Bey” rolüyle İstanbul seyircisini adeta büyüledi. Taksim Marmara Oteli salonlarınd atertiplediği Kafkas Balosu hafızalardan silinmedi.

Topkapı Sarayı Müzesine kayıtlı takı koleksiyonunu sergileyip tv’de yaptığı sanat röportajları ile ilgi topladı.

17. Uluslararası İstanbul Festivali’ne davet edilen AYTER, Kars-Kaflas Halk Dansları Topluluğu ile Atatürk Kültür Merkezi’nde dört konser verdi. Azerbaycan Devlet Filarmonia Orkestrası eşliğinde 45 dansçıdan oluşan dev sanatçı kadrosunu İstanbullulara takdim etti. 1989.

AYTER, Goes – Marboug – Bary – Venezia – Trieste – Strassbourg – Politiers – Confolens – Nanterre – La Rochelle – Bordeaux – Felletin – Montoire – Har’ı Bülbül / Bakü – altı kez Dijon ve 17. İstanbul Festivallerinde halk danslarımızı büyük bir ustalıkla sergilemiştir.

Azerbaycan – Bakü Koreografi Mektebinde 45 gün kurs yapan AYTER, Kültür Naziri Polat Bülbüloğlu tarafından bröve ile taltif edilmiştir.

Folklor dünyamızın tartışmasız en büyük ustalarından olan ve enerjisini en estetik biçimde sergileyen AYTER, büyük usta Haşim Sotay tarafından yetiştirilmiştir. Daha sonra Ali Malik Nahabaş, Mehmet Atalık, Musa Ramazan, Elburus Gaytaoğlu, Tahxo İzrailof, Nino Ramişvili, Fridon Sulaberidze, İosif Mataev gibi büyük ustalardan ders almıştır. 1989 – 1994 yılları arasında İ.T.Ü. Devlet Konservatuarında öğretim görevlisi olarak hizmet vermiştir.

40 yıldan uzun süre Kapalıçarşı’da sadekar ustası olarak da kuyumculuk sektörüne hizmet etmiştir. 1996 yılında Kuyumculuk Meslek Bilgisi ve Mücevherat Sanatı adlı sektörde yayımlanmış ilk eseri kaleme almıştır. Kitabı halen ders kitabı olarak Kuyumculuk Meslek Okullarında ve özel takı tasarımı kurslarında okutulmaktadır.
 
AYTER doğuştan olağanüstü bir yeteneği, hayal ve sezgi gücü olan ve bunu eğitim, bilgi, görgü birikimi ile bütünleştiren, Türk Halk Danslarına boyut kazandıran bir ekoldür.

Bitmek bilmeyen enerjisi, atılımcılığıyla, sevgi hoşgörüsüyle toleranslı bir insandır. Azimli ve kararlı tavrı ile ömrünü Türk Halkbilimi’ne hasretmiştir. Halk Sanatı onun yaşama tarzıdır. Onun 24 saat sanatla yaşayan bir kişiliği vardır.