Vedat Sakman

Haziran 30th, 2012

1949 yılında Konya’da doğan Sakman, profesyonel müzik yaşamına, müzisyen bir babanın oğlu olarak, İzmir’de lise çağlarında başladı. İlk çaldığı enstrüman davul oldu. Daha sonra gitarla tanıştı. 70’li yılların, bir grup oluşumu içinde şarkılar yapma ruhu, müzik yaşantısında önemli rol oynadı. Grup Doğuş ile 12 yıllık bir beraberliği oldu. Bu dönemde aranjörlük ve armoni eğitimi aldı. Grup Doğuş’tan ayrıldıktan sonra reklam ve film müziklerinin yanı sıra, pop müziği şarkıcılarına şarkılar verip, düzenlemeler yapmaya başladı.

Vedat Sakman ilk solo albümü olan “Müzisyen”i 1989 yılında yaptı. 1990 yılında Zuhal Olcay’ın “Küçük Bir Öykü” albümünün prodüksiyonunu gerçekleştirdi. Albümdeki tüm besteler ve düzenlemeler kendisinin, sözler Mehmet Teoman’ın idi. 1991 yılında yine Zuhal Olcay’ın “İki Çift Laf” albümünün sekiz şarkısının sözlerin yazıp, müziğini ve düzenlemelerini yaptı. Aynı yıl tüm şarkı ve düzenlemeleri kendisine ait olan “Kapılar” adlı ikinci albümünü çıkardı.

1994 yılında üçüncü solo albümünü çıkardı.”Sevgileri Unutmadık” adlı bu albümdeki sekiz şarkının beste ve düzenlemeleri kendisine aitti. 1997 yılında Hümeyra’nın “Beyhude” albümünün müzik direktörlüğü ve aranjörlüğünü yaptı. Hümeyra bu albümde Vedat Sakman’ın iki şarkısını seslendirdi. 1998 yılında Zuhal Olcay’ın “İhanet” ve Leman Sam’ın “İlla” adlı albümlerinin müzik direktörlüğünün ve aranjörlüğünün yanı sıra çoğu şarkıların da söz ve müziğini yazdı. 2002 Nisan ayında “Usulca” isimli solo albümünü çıkardı.

Nuray Hafiftaş

Haziran 30th, 2012

1964 yılında Kars’ta doğan Nuray Hafiftaş, ilkokulu Taksim’de okudu. İstanbul Teknik Üniversitesi Devlet Konservatuar Bölümü’nden mezun olduktan sonra, İstanbul Belediye Konservatuarı İcra Heyetinde 4 yıl kadrolu devlet sanatçısı olarak çalıştı. Aynı yıllarda İstanbul Radyosu’nda da sözleşmeli sanatçı olarak 4 yıl çalıştı. Şimdiye kadar 12 albüm çıkaran sanatçının 100’ü aşkın söz ve bestesi kendisine ait olan eserleri bulunmaktadır. Bunlardan “Ayrılık Nikahı”, “Yalan Dünya” ve “İsyan Ediyorum”u Kibariye, “Hasret” ve “Gurbet “i ise İzzet Yıldızhan okudu.

“Yerli Liz” diye tanınan Hafiftaş, Türk Halk Müziği’ni insanlara sevdiren sanatçılardan bir tanesidir. Müzikal anlamda olsun, kişiliği ile olsun profesyonel müzik hayatına atıldığı günden bu yana çizdiği çizgiden ödün vermeyen Nuray Hafiftaş, Prestij Müzik etiketiyle piyasaya çıkan  “Eyvah Gönül” albümünde İsmail Derker’le çalıştı. Sanatçının, Bilal Ercan’la beraber “Çifte Yürek” adlı halk müziği programı sunuculuğu da çalışmaları arasında bulunmaktadır.

Franz Joseph Haydn

Haziran 30th, 2012

1732 yılının bir nisan günü dünyaya gelen Franz Joseph, o güne kadar hiç duyulmamış olan Haydn ismini bütün dünyaya tanıtarak insanlığı şaşırttı. Neşeli, şakacı, yaramazlıktan  hoşlanan sevimli bir çocuktu. Haydn’ların fakir yuvalarında da neşeye gerçekten büyük ihtiyaç vardı. Avusturya’nın Rohrau  kasabasındaki bu tek katlı köy kulübesinde keder ve ölüm devamlı misafirdi. Haydn’ın babasının ilk eşinden olan oniki çocuğundan altısı daha bebekken ölmüşlerdi. Baba Haydn’ın ikinci evliliğinden olan beş çocuktan da biri olsun yaşamadı. Tabiat, o bitmek tükenmek bilmeyen denemelerinde bir şahaser meydana getirmek için pak çok yarım eseri bozup mahvetmeyi daima göze almıştır.  

Annesiyle babasının Sepperl adını verdikleri Franz Joseph daha küçük yaşta olağanüstü müzik kabiliyetiyle dikkati çekmişti. Müzik öğretmenliği yapan bir akrabasının sayesinde Haydn Rohrau’nun oniki mil kadar ilerisindeki Hainburg Katolik Kilisesinin korosuna girdi. 

Altı yaşındaki yaramaz koro üyesi için “büyük şehir” müzik, yaramazlık ve açlık karışımı bir yerdi.  Çeşitli ilahiler öğrenerek müzik bilgisini ilerletmeye bakıyordu ama koro çalışmaları sırasında önünde duran çocukların perukalarını çekerek onları kızdırmak da en belli başlı eğlencesiydi. Suçüstü yakalandığı zamanlar bir güzel dayak yiyordu. Haydn  kısa bir zaman içinde birbirleriyle geçinmelerine hiç imkan olmayan iki komşuyu bir çatı altında birleştirmeyi başardı. Bu geçimsiz komşular “boş mide” ile  “neşeli, kaygısız bir gönül” dü.  

Bir gün Hainburg caddelerinde yapılacak bir törene hazırlanırken şehir bandosunun davulcusu hastalandı.  Tören günü davulcunun yerini Haydn almıştı. Fakat Haydn öyle ufak tefekti ki davulun altında kayboluyordu. Sonra bu çalgının nasıl çalındığını da hiç bilmiyordu. Fakat bütün bunlar Haydn’ın davulu çalmasını önleyemedi.  Davul fazla ağır ve büyük geldiği için Haydn’dan daha iri ve güçlü kuvvetli bir çocuk davulu taşıyordu. Haydn da elinde tokmaklarıyla yanında yürüyüp davulu çalıyordu. 

Kısa bir süre sonra Haydn’ın müziğe olan kabiliyeti Viyana’da St. Stephen Katedralinin Koro şefi Johann Georg Ruetter’in de dikkatini çekti.  Hainburg’a kabiliyetli çocuklar aramak için gelmiş ve bu davul hikayesini duymuştu.  Bu arada Haydn’ın bir de şarkı söyleme kabiliyetini ölçtü. Aldığı sonuç onu şaşırtmıştı. Yalnız sesini titreterek şarkı söyleyememesini garipsemişti. Çocuğa bunun sebebini sordu. Haydn da :  

– “Benim öğretmenimin yapamadığı işi ben nasıl yapabilirim” cevabını verdi. 

Reutter, bu zeki bakışlı, sevimli çocuğu Viyana’ya götürdü, ona ülkenin en büyük kilisesinin korosunda ilahi söyletmek için gerekli çalışmaları yaptırttı.  Bu kilisenin korosunda çalışan çocukların her türlü ihtiyacını kilisede karşılıyordu. Onlar da matematik, din, müzik, yazmak ve okumaktan başka hiç bir şeyle ilgilenmiyorlardı. Ara sıra çocuklar  Viyanalı zenginlerin evlerine konser vermeye gönderiyorlar, burada ev sahibinin cömertliği tutarsa çocuklara mutfakta sofradan arta kalmış yiyecekler veriliyordu. Kilisede ise çocukların ancak açlıktan ölmelerini sağlayacak miktarda yiyecek veriliyordu.  Doğrusunu söylemek gerekirse Avusturya’nın en büyük kilisesinin korosunda çalışan çocuklar  burada sefil ve perişan bir hayat  sürmekteydiler. Haydn, onyedi yaşındayken Reutter ile arasında çıkan bir anlaşmazlık yüzünden koroyu terketti. Kimsesi yoktu, cebinde beş kuruşu da kalmamıştı. Üstelik kış da yaklaşıyordu. Haydn’a başını sokacak bir yer  lazımdı.  Rohrau’ya  dönmeyi düşünmedi değil. Fakat orada da babası günden güne kalabalıklaşan ailesinin ağır yükü altında ezilmekteydi.  Haydn Viyana’da kalıp, açlıktan ölmeyi tercih etti. Fakat iyi tesadüfler onu ölümden korudu . Eski arkadaşlarından tenor Spangler’e rastlamıştı. Bu genç adam da çok fakir olmasına rağmen Haydn’a evinde yatacak yer gösterdi ve biraz para kazanıncaya kadar yiyecek verdi.

Haydn’ın kendini kurtarması zor olmadı. O devirde Viyana bir müzik şehriydi. İş saatleri sona erince halk sokaklarda şarkı söylüyor, geç saatlere kadar dansediyordu. Genç, yaşlı herkes  eline bir çalgı alıp sokak sokak dolaşmayı adet edinmişti. Haydn da eline bir keman alıp caddelerde dolaşmaya başladı. Kalabalık grupların yanına sokulup onlara keman çalıyor, böylece cebine birkaç kuruş giriyordu. Genç kızlar onun  çevik hareketlerine, keman çalışına hayrandılar.  Kış aylarında da keman çalarak, zenginlerin baloları için dans parçaları besteleyerek para kazanıyordu.

Galiba Haydn’ın doğduğu gece uğur getiren yıldızlardan biri gökte parlamış olmalıydı. Bu yıldız, genç adamı daima doğru yola götürüyordu.  Altı yaşındayken onun kabiliyetini keşfeden öğretmenle, karşılaşmıştı, sekiz yaşında Reutter’in himayesine girmişti, onun sayesinde müzik bilgisini artırmıştı. Onyedi yaşında Spangler’le karşılaşmış onun yardımıyla ölümden kurtulmuştu. Yirmi iki yaşında da Viyana’nın ünlü öğretmenlerinden Nicolo Porpora ile tanışmıştı. O güne kadar Haydn ciddi bir müzik eğitimi görmemişti.  Öğretmenlerinin köklü bilgileri olmadığı için Haydn’ı gelişigüzel  yetiştirmişlerdi. Ama şimdi durum tamamen değişiyordu.  Nicolo Porpora ona müzik hakkında bilmediklerinin hepsini öğretebilirdi. Haydn’ın  bu ciddi öğretmene ders ücretini ödemesine imkan yoktu, onun için yanına uşak olarak girmek zorunda kaldı. Haydn, öğretmeninin elbiselerini fırçalıyor, perukasını tarıyor, öfkeli zamanlarında onu yumuşatmaya çalışıyor küfürlerini duymamazlıktan gelip onun müzik bilgisini kapmaya bakıyordu.  

Porpora’nın yardımıyla Haydn kendisine çok faydalı olacak başka bir dost edindi. Avusturyalı asilzade, Baron Karl Joseph von Fürnberg, oda müziğine meraklıydı.  Genç Haydn’ı da besteci ve kemancı olarak yanına aldı.  Haydn Baronun emrinde çalışırken yaylı sazlar için onsekiz kuartet bestelemişti.  Bu müzik çeşidini Haydn yeni keşfetmişti. Daha sonra da kuartetler onun ünlü senfonilerine temel olacaktı. 

Haydn gene uğur yıldızının yardımıyla Baron von Fürberg’den Kont Maximilian Morzin’den sonra da Prens Esterhazy’nin yanında çalışmaya başladı. Bu son görev genç bestecinin meslek hayatını sağlam temeller üzerine kurmasını sağlamıştı.  

1760 yılı, Haydn’ın müzik ve his hayatında bir dönüm noktası oldu. O yıl genç adam hem iyi bir patron, hem de bir iş bulmuştu. Bir süreden beri Viyana’nın ünlü perukacılarından  Johann Peter Keller’in genç ve güzel kızıyla ilgileniyordu.  Fakat Haydn ona evlenme teklifinde bulununca  genç kız manastıra girmeyi kararlaştırdığını söyleyerek bu teklifi geri çevirmişti.  Keller, besteciye büyük kızının onunla evlenmeyi kabul edebileceğini söylemiş, böylece Haydn, sevdiği kızın ablasıyla evlenmek üzere hazırlıklara başlamıştı. Fakat maalesef Keller’in kızı, Hayd’ın  ince ruhunu anlayacak, onun dehasını takdir edecek özelliklere sahip değildir. Bu bakımdan  Haydn’ın evlilik hayatı hiç de mutlu olmadı. Besteci, yıllar yılı anlayışsız bir kadınla hayatını paylaşmak zorunda kaldı. 

Şimdi Haydn’ın evindeki huzursuzluğu bir kenara bırakıp Esterhazy’nin sarayına dönelim. Haydn buraya geldiği zaman kendini tamamen Prensin emirlerine adamayı kabul etmişti.  Sarayda oturacak, Prensin istediği eserleri besteleyecek, o ne zaman emrederse konser verecek,  yemeklerini de diğer uşak ve hizmetçilerin yanında yiyecekti. Bütün bu fedakarlıklara karşılık olarak da Haydn sessiz, sakin bir çalışma odasına kavuşmuştu. 

Besteci, Esterhazy ailesinin yanında tam otuz yıl kaldı, hayatının en parlak, en verimli devresini burada geçirdi. Hayd, Esterhazy’lerin sarayına yerleştikten bir yıl sonra Prens ölmüş, yerine kardeşi Şahane Nicolas geçmişti. Genç Prens, Haydn’ı kendi sarayına aldı, ücretini artırdı, orkestrasını geliştirmesini sağladı. Orkestra üyeleri daima yanında bulunduğu için Haydn yeni bestelediği eserlerin denemesini hemen yapabiliyordu. Hangi sazların hangi notaları çalmasının  uygun olacağını bulması da kolay oluyordu. Bu şekilde çalışmak, Haydn’ın pek hoşuna gitmişti. Kısa zamanda her bakımdan kusursuz eserler meydana getirebilmesini de orkestra üyelerinin hep beraber olmasına borçluydu. Sosyal durumunun kötülüğünü ise evliliği gibi boyun bükerek kabullenmiş “kaderin bir cilvesi” olarak benimsemişti.  “Bir başkasının kölesi olmak gerçekten çok acı ama” diyordu, “Tanrının isteğine de karşı gelemem.” Zaten Esterhazy  ailesinin fertleri müzikle uğraşan kölelerine daima çok iyi davranımlarıyla  şöhret yapmışlardı. Nicolas Esterhazy, Hayd’na durmadan eser bestelemesini emrediyordu. “Zamanın bacaklarını kırmalısın” diye de nasihatte bulunuyordu.  Prens Nicholas da “bariton” adı verilen bir telli sazı çalmakta ustaydı. Bu saz madeni ve bağırsak tellerin birbirleriyle titreşim yapmalarından meydana gelen tatlı sesler çıkaran bir sazdı.  Haydn bu saz için iki yüze yakın eser bestelemişti. 

Estarhazy, Haydn’ın ücretini artırdıktan başka onun sarayında özel dersler vermesine de ses çıkarmıyordu.  (Öğrencilerinden bir de genç Beethoven’di.)  

Haydn, müziği seviyordu, durumundan memnundu, hepsinden önemlisi o bütün insanları seviyordu. Orkestrasında çalışanlara bir baba gibi davranıyordu. Onlar da besteciye “Baba Haydn” demeyi adet edinmişlerdi. Hayd, basit bir hayat sürüyordu. Boş zamanlarında balık tutuyor, yürüyüş yapıyor, ara sıra da ava çıkıyordu. Akrabalarına, dostlarına sık sık para gönderiyor, karısının kaprislerine gülümseyerek boyun eğiyordu.  Bu arada eser bestelemekten geri kalmıyordu. 

Canlılığına, oynaklığına rağmen Haydn’ın bestelediği eserlerde insanın kalbini acıyla burkan kederli bir hava vardı.  Altın kafeste şarkı söyleyen bir bülbülün yalvarışlarını andırıyordu onun besteleri… Haydn, seyahat etmeyi pek sevdiği halde patronu onun Viyana’ya kadar gitmesine bile izin vermiyordu. Bir keresinde Haydn, Prens’ten Viyana’ya gitmek için izin istemiş, patronu isteğini geri çevirmişti. Haydn bu üzüntüyle eline kağıdı kalemi alıp ünlü “veda senfonisi” ni besteledi.  

Kış mevsimi gelmek üzereydi. Orkestra üyelerinin hepsi evlerini ailelerini özlemişlerdi. Fakat prens inadından vazgeçmiyor, onları sayfiye sarayında bir süre daha hapsetmeye kararlı görünüyordu. Bir akşam da dostlarını konsere davet etti. Konserin son parçası, Haydn’ın yeni bestelediği “Veda Senfonisi” ydi. Dinleyiciler, senfoninin o güne kadar dinledikleri eserlere hiç benzemediğini farkederek şaşırmışlardı. Ama onları eserin sonunda daha büyük bir sürpriz bekliyordu. Eserin birinci bölümü kederli bir hava için sürüp gitti. Nefesli sazlardan çıkan sesler dertli bir insanın acı iç  çekişlerini andırıyordu. Üçüncü bölümde ise sazlar birden coşup öfkeli bir kimsenin çevresindekilere isyan edişini hatırlatan ilgi çekici bir melodiyi çalmaya başlamışlardı. Sonra birden ire sazların hepsi susuverdi ve yine ağır bir parçaya başladılar. 

Bu son parçada işleri biten müzikçiler, sazlarının başındaki mumu söndürüp yavaşça salondan çıkıyorlardı. Sonunda salonda iki kemancıyla Haydn kaldı. Kemancılar da gidince Haydn başını nota sehpasına dayanıp sessizce oturdu, beklemeye koyuldu. Prensin bu jesti nasıl karşılayacağını pek merak ediyordu. Biraz sonra da Prens, senfoninin manasını anladığını, ertesi gün tatile başlayabileceklerini söyledi. 

Haydn’ın Viyana’ya yaptığı ziyaretler, cenneti ziyaret etmekten farksız oluyordu. Güzel yiyecekler, güzel müzik ve iyi dostlar arasında geçen günler ona bir rüya gibi geliyordu. Bazen sarayda yalnızlıktan, kimsesizlikten de bunaldığı olmuyor değildi. Viyana dönüşlerinde sarayın havasını yadırgıyor, bu hayata daha fazla dayanamayacağını sanıyordu, fakat bu da geçiciydi tabii… 

Kısa bir süre içinde Haydn, sarayın sessizliğine de kendini alıştırmaktan güçlük çekmedi. Yeni eserler bestelemek Haydn’ın sıkıntılarını unutmasına yetiyordu. Şakalarını bile müziğin yardımıyla yapmaya kendini alıştırmıştı. İşte mesela konserlerinde dinleyicilerin çoğu zaman uyukladıklarını farketmiş, onları uykudan uyandırabilmek amacıyla “sürpriz senfonisi” ni bestelemişti. Başından  sonuna kadar ağır, uyku verici bir tempoda devam eden senfoninin son  kısmında sazlar müthiş bir gümbürtüyle yeni bir bölüme geçiyorlardı. Bu kısımda en derin uykuya dalmış bir kimsenin bile yerinden sıçramaması imkansızdı. 

Bazı çevrelerde Haydn için “senfoninin babasıdır” derler. Bu pek de doğru sayılmaz. 1744 yılında, Haydn daha oniki yaşında bir çocukken Paris’de senfoni besteleyen müzikçiler vardı. Ertesi yıl da Alman bestecileri bu yeni müzik çeşidini benimseyivermişlerdi.  O devirde senfoni üç bölümden meydana geliyordu. Birkaç yıl sonra ise senfoniye dördüncü bir bölümün eklenmesi uygun görüldü. Haydn olgunluk çağına eriştiği zaman Avrupanın büyük şehirlerindeki  besteciler yüzlerce senfoni bestelemişlerdi. Haydn ise bu yeni müzik çeşidini geliştirmek, daha sevilir bir şekle sokmak için  çalışmış ve bunu başarmıştır. Ama Haydn’ın binbir itinayla bestelediği senfoniler bile Mozart, Beethoven gibi bestecilerin senfonilerinin yanında sönük kalır. 

Belki Haydn, senfoninin babası değildi ama Mozart’ın  müziğinin isim babası sayılırdı.  Mozart da çocukluk yıllarında “Baba Haydn”  ın müziğine hayran olmuş, onun izinden yürümek istemişti. Daha sonra Estarhazy’nin sarayındaki konserlerde o da piyano çalmış, ilk bestelerinden bir kısmını Haydn’a ithaf etmiştir. Haydn’a gelince, o da bu genç  hayranını bir evlat gibi seviyor, onu desteklemek istiyordu. Mozart’ın genç yaşta  ve en verimli çağında hayata gözlerini kapayıp fakirler mezarlığına gömülmesine de pek üzülmüştü. Başlangıçta Mozart, Haydn’ın bestelerinin etkisi altında kaldığı halde sonradan Haydn Mozart’ın eserlerinden ilham alarak yeni eserler meydana getirmiştir. 

Haydn, her sabah, işe başlamadan önce Tanrı’ya o gün kendisine kabiliyet bağışlaması için dua  ederdi.  Çalışmaları iyi giderse Tanrının o günkü duayı kabul ettiğine, kötü giderse, Tanrının o günkü duayı kabul etmediğine inanırdı. Tanrının onu işlemiş olduğu günahlardan ötürü cezalandırdığını düşünürdü. Ömrünü Tanrıya ve Prens Estarhazy’ye hizmet ederek geçirmeyi çok istiyordu. Fakat 28 Eylül 1790 tarihinde Prens Estarhazy’nin ölümü üzerine Haydn da saraydaki görevini kaybetti. Bereket ki, prens ona yılda beş yüz dolar tutarında bir para ödenmesini vaziyet etmişti. Haydn, iki kere Londra’ya gitti. Oxford Üniversitesinden fahri doktorluk ünvanını aldı.

Gençlik yıllarında olsa bu başarı onu herhalde çok sevindirirdi ama Haydn’ın artık böyle şeylerden zevk alacağı yaşı geçmişti.  Besteci, altmış altı yaşındayken ünlü ingiliz şaiiri Milton’un “Kaybolan Cennet” isimli şiirinden ilham alarak “Yaratılış” oratoryosunu besteledi. Dünyanın, güneşin, yıldızların oluşunu anlatan bu dev eser Haydn’ın son oratoryosuydu. 

Hayd’ın yetmiş altıncı yaş gününde dostları besteciye güzel bir kutlama töreni hazırlamışlardı.  Artık yürüyemeyecek halde olan besteciyi tekerlekli sandalyesine oturtup “Yaratılış” oratoryosunun özel temsiline götürdüler. Dinleyiciler arasında  Haydn’ın öğrencilerinden Beethoven de vardı. Haydn salona girerken dinleyicilerin hepsi birden ayağa kalktılar, besteciyi çılgınca alkışladılar. Konserin  sonunda gene tekerlekli sandalyesiyle dışarı  çıkarken  Beethoven  Haydn’ın elini öptü. 

Bestecinin uzun, sükün  dolu hayatı artık sona ermek üzereydi. Fakat kader, onu sessiz sedasız ölmesine imkan bırakmayacaktı. “Sürpriz Senfonisi” nin bestecisine sürprizli bir ölüm yakışacaktı mutlaka.

10 Mayıs 1809’da Napolyon’un orduları Viyana kapılarına gelmişti.  Şehir bombalanırken biri Haydn’ın evinin yakınına düştü. Bombardımandan sonra Haydn da yatağa düştü. Üç hafta sonra her şey bitmişti. Besteci, ölüm döşeğinde : “Şu berbat savaş benim de sonumu getirdi” diyerek söyleniyordu…

Erkin Koray

Haziran 30th, 2012

Türk Rock Müziği’nin en büyük isimlerinden olan Erkin Koray, 24 Haziran 1941’de İstanbul’da doğdu. Annesi Vecihe Koray’ın, İstanbul Belediye Konservatuarı’nda Klasik Batı Müziği piyano öğretmeni olmasından dolayı, sanatçı küçük yaşlarda müzikle tanıştı. 5 yaşında annesinden piyano dersleri almaya başladıktan sonra, Alman Lisesi’nde okurken rock müziği ile tanıştı. Aynı zamanda okulda okurken konservatuara da devam etti. Sanatçı, 29 Aralık 1957 yılında, 16 yaşındayken, Galatasaray Lisesi’nde piyanoyla ilk konserini verdi.

Bu konser, Erkin Koray’ın hayatında büyük bir dönüm noktasını teşkil etti. Çünkü bu konser aynı zamanda sanatçının müzik hayatının da başlangıcı idi. İlk konserinden bir ay sonra Koray, 25 Ocak 1958’de Eminönü Halkevi’nde, 20 gün sonra da Almanya ve Avusturya Liselerinde konserler verdi ve artık konserler birbirini takip etmeye başladı. Bu konserlerden sonra gazeteler artık kendisinden “Rock’n’Roll Kralı” diye bahsetmeye başladılar.

1960’ların ilk dönemlerine gelince Koray, “Erkin Koray ve Ritmcileri” isimli grubuyla, kendisinin gitar çalıp söylediği ve rock’n’roll çaldığı bar ve klüp programları yaptı. 1962 yılında ise ilk 45’liği “Bir Eylül Akşamı”/It’s So Long’u yayınladı. Çıkarttığı 45’likten sonra askerliğini 1963 – 1965 yılları arasında Eskişehir Hava Kuvvetleri Caz Orkestrası’nda gitarist – solist olarak yaptı. Askerden döndükten sonra bir süre daha İngilizce çalışmalarına ve klüp programlarına devam eden sanatçı, bu programlarından birinde İstanbul Plak şirketinin yetkilileri ile tanıştı ve 1967 yılında ülkede büyük şöhret olmasını sağlayan “Kızları da Alın Askere” isimli 45’liğini yayınladı.

Saçlarının uzunluğundan dolayı tepkiler de alan sanatçı, 1970’e geldiğinde, “Yeraltı Dörtlüsü” grubunu kurdu. Daha sonra Batı müziğini yerinde tanımak ve incelemek amacıyla, O sırada Beatles’ın da oradan şöhret olduğu, müziğin kalbinin attığı yer sayılan Almanya’nın Hamburg kentindeki Star Club’a gitti. Koray, burada her gün çalan en az üç İngiliz grubunu izledi ve bir çoğuyla da tanıştı. Bu arada Hiccups adlı bir Alman Grubu’yla da sahneye çıktı ve daha sonra o grubun basçısı Bernhard Weber’i yanına alarak Türkiye’ye döndü ve bu olay Türkiye’de Hard Rock döneminin başlangıcı oldu.

Çıkarttığı hit parçalarla o dönem gündemde olan sanatçı, tekrar Avrupa’ya gitti ve Fransa’da Beatles’ın efsanevi ismi John Lennon’la tanıştı. Koray’ın “Yeraltı Dörtlüsü” ile müzik yaparken yararlandıkları en büyük avantaj, batıdaki Pink Floyd, Grateful Dead gibi aynı tarz gruplarından daha doğuda bir ülkede yaşamalarıydı. Dönemin Avrupalı çoğu rock müzisyeninin doğu mistisizmine ve de özellikle Hindistan’a merakı vardı ve bu merakı müziklerine de bol miktarda yansıtabiliyorlardı. Bunun en önemli örneklerinden birisi Beatles’ın önce “Norwegian Wood” adlı 45’liklerinde, daha sonra da “Sgt. Pepper’s Lonely Hearts Club Band” albümlerinin “Within You Without You” parçasında ‘Sitar’ kullanmasıydı. Sitar, kökeni doğudan gelen bir enstrümandı ve bu enstrümanı İngiltere’de Beatles; Türkiye’de ise o dönemlerde Rock Müziği ile oldukça ilgili bir müzisyen olan Orhan Gencebay kullanıyordu.

İstanbul’a tekrar döndükten sonra “Supergroup” ile “Yağmur” isimli 45’liğini çıkardı. Maddi sıkıntılardan dolayı dağılan “Supergroup”un ardından kısa bir süre sonra kurduğu ‘Ter’ adlı grupla “Hor Görme Garibi” isimli 45’liğe imzasını attı. Fakat “Ter” grubu da dağıldıktan sonra ‘Stop!’ isimli bir grup kuran Koray, bu grupla da uzun süre devam edemeden ayrıldı ve grup dağıldı.

Avrupa’da Alice Cooper ve David Bowie renkli yüz makyajlarıyla sahneye çıkmaya başladı ve Erkin Koray’da bu modaya uyarak sahneye renkli yüz makyajlarıyla çıkmaya başladı ve büyük ilgi gördü. Bu çalışmalarından sonra da uzun süreliğine yurtdışına gitti. Koray, yurt dışından döndükten sonra tekrar çalışmalarına devam etti ve bu çalışmalar, Türkiye’nin çok iyi bildiği “Şaşkın”, “Arap Saçı”, “Fesuphanallah” gibi çalışmalardı. Bu dönemde bu tarz çalışmalara ağırlık vermesinin yanında “Krallar”, “Hadi Hadi Oradan” gibi rock çalışmaları, hatta başlı başına rock parçalarından oluşan “Elektronik Türküler’ adında bir tane de LP yaptı. 1977 yılında, son rock grubu olan “Erkin Koray Tutkusu” isimli grubunu kurup, bu grupla aynı adı taşıyan bir rock LP’si çıkarttıktan sonra uzun süreliğine tekrar yurt dışına çıktı. Koray’ın Türkiye’yi terk etmesinin en önemli sebebi, 70’lerin ikinci yarısında Türkiye’de cereyan eden politik gerginlikler ve bu gerginliklerin ülkeyi müzik yapılamayacak hale getirmesiydi.

12 Eylül Askeri Darbesi’nin haberini yurt dışında iken almasından bir yıl sonra,1982 sonbaharında, yurda dönmeye karar verdi. Yurtdışından döndükten sonra uzun bir süre tamamen solo çalışmalar yapan Erkin Koray’ın bu dönemdeki en ünlü çalışması şüphesiz ‘Çöpçüler’dir.

Ludwig Van Beethoven

Haziran 30th, 2012

Beethoven, 1770 yılında Almanya’da (Bonn) doğdu. Alkole karşı olan zaafıyla bilinen Beethoven’in babası Johann da saray müzisyeniydi. İlk piyano derslerini henüz dört yaşındayken babasından aldı. Katı bir insan olan babası çocuğunu çok zorluyor, henüz dört-beş yaşında olan ve parmakları piyanoya yetişemeyen çocuk bazen bu çalışmalar sırasında gözyaşı döküyordu…

İlk müzik eğitimini babasından aldıktan sonra, 1779’da Christian Gottlob Neefe’yle çalışmaya başladı. 1783’te ilk bestesi olan Dressler’in Marşı Üzerine Çeşitlemeler Neefe’nin yardımıyla yayımlandı. 1786’da Viyana’ya yaptığı ziyaretin ardından, annesinin olumu üzerine Bonn’a geri döndü ve Kont Walstein’ın hizmetine girdi. 4 yıl boyunca kontun orkestrasında viyola çaldı.

Annesinin ölümünden sonra Beethoven Viyana’ya geri döndü ve hayatının sonuna dek orada yaşadı.1794’e dek Viyana aristokrasisi içindeki müzik aşıklarına saraylarda ve özel toplantılarda çaldı. 1795 yılına kadar halka açılmamıştı. Başlangıçta bir besteci olarak değil, bir piyanist ve öğretmen olarak adını duyurdu ve kısa zamanda üne kavuştu.

1798 yılında Beethoven işitme problemleri yaşamaya başladı. Bu tarihten itibaren 21 yıl boyunca hiç kimseyle iletişim kurmadı. Ancak 1819 yılına gelindiğinde yazarak insanlarla diyalog kurmaya başladı. 21 yıl boyunca çekilen yalnızlık çok derin acılar yaşamasına neden oldu. Beethoven bütün senfonilerini işitme problemi yaşamaya başladıktan sonra bestelemesi de dikkate değer bir olaydır.

Beethoven ömrü boyunca birkaç kadını sevmesine rağmen hiç evlenmemiştir. Bunlar içinde evlenmeye en çok yaklaştığı ve en çok sevdiği Ölümsüz Aşık’tır. Kim olduğu kesin olarak bilinmemekle birlikte bu kadının, Frankfurtlu bir tüccarın karısı olan Antonie Brentano olduğu sanılmaktadır. Sevdiği kişiye kendini bütünüyle veren Beethoven, Diabelli Varyasyonları’nı Ölümsüz Aşkı’na adamıştır.

1826’da kardeşi Karl ile Gneixendorf’ta yaptığı tatilin ardından Viyana’ya dönüşünde, siroz hastalığı iyice ilerlemiş, yataktan kalkamaz olmuştu. 26 Mart 1827’de hava iyice bozmuş, durmadan yağmur yağıyordu. O sırada akan büyük bir şimşekle Beethoven’in odası aydınlandı. Aynı anda, yumruğunu havaya kaldıran Beethoven’in gözleri birkaç saniyeliğine hayata meydan okurcasına açıldı, ve ardından bir daha açılmamak üzere kapandı. Doktorlar bunun Beethoven’in anlamlı bir hareketi değil, sadece ışığa karşı bir tür refleks olduğunu söylemektedirler. Beethoven yaklaşık 30.000 kişinin katıldığı bir cenaze töreninin ardından Wahring mezarlığına defnedildi. 1888’de ise naaşı Viyana Merkez Mezarlığı’na Schubert’in mezarının yanına aktarıldı.

Sadeddin Kaynak

Haziran 30th, 2012

Sâdeddin Kaynak 1895 yılında İstanbul’da doğdu.Babası Fatih Câmii hocalarından Ali Alaeddin Efendi,annesi Havva Hanım’dır.İlk zamanlarında Hâfız Sâdeddin Bey olarak tanınmıştır. Bulunduğu semtte ilk ve orta öğrenimini tamamladıktan sonra ilâhiyat fakültesinden mezun oldu. Balkan Savaşı’nın çıktığı yıllarda (1912),”İlâhiyat Zabiti” olarak askerlik görevini yapmak üzere Diyarbakır’a gönderildi. Bu münasebetle Elazığ, Harput, Malatya, Mardin gibi illerimizi dolaştı.İstanbul’a döndükten sonra çalışmalarını kişisel çabası ile sürdürdü. Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra, o yıllarda adını duyurmuş bir sanatkâr olarak birkaç kez Çankaya Köşkü’ne çağrıldı. Atatürk’ün emri ileKur’an-ı Kerîm’in savaşla ilgili âyetleri üzerine ordu komutanlarına konferans verdi.

1926 yılında plâk doldurmak üzere Berlin’e, çeşitli tarihlerde Viyana, Paris ve Milano’ya gitti. Türkiye’de de plak doldurdu. 1953 yılında Sultanahmed Câmii ikinci imamlığına tayin edilmişti. Beyin kanamasına bağlı olarak 1955’de sol tarafına felç geldi. Son yıllarının Kadıköy Koşuyolu’nda bulunan iki katlı evinde hasta olarak geçirdi. Kaynak 3 Şubat 1961’de öldü.

Fredric Chopin

Haziran 30th, 2012

Fransız isimli bu müzisyen Rus tebaalı bir Polonya’lı idi. Değeri Almanya’da edildikten sonra sanatkar olarak Paris’e yerleşti. Bu durumu ile Chopin devrinin sembolü sayılabilir. Milli sınırların üzerinde olmak 19. yüzyılın eşiğinde zuhur eden yeni tip bir sanatkarın veya dahi virtüozların tipik durumudur. Gerçi enstrümanlarında virtüoz olan müsizyenler eskiden beri vardı. Fakat bu yeni tip, ihtisasını meslek edinerek, mesela yalnız (piyanist) olarak dünya konser salonlarını dolaşan virtüozlardır. Thalberg, Moscheles, Liszt gibi bu ayarda virtüozların yetiştiği çevre, müziksever zenginlerin hususi salon’larıydı. Müziğin saray çevresinden bugünkü aleni konser dünyasına gidişinde önemli bir rolü olan bu salon havasında Chopin de yaşadı. Bu, espri ve zarafetle dolu, muhteşem bir yaşama tarzını aksettiren bir çevreydi. Chopin’in sanatkarlığı o zamanki dünyanın merkezi olan Paris’ten ilham alarak gelişti. Onun her tesire açık harikulade ince ve hassas ruhunda, ihtilal endişelerinin de karıştığı restorasyon devrinin parlaklığı ile vatanındaki durumun sönmeyen acı hatirası birleşiyordu. Balzac, Musset, Meyerbeer, Heine, Liszt ve George Sand gibi şahsiyetlerin yaşadığı o zamanki Paris’te, vücudu kadar ruhu da son derece hasta olan Chopin’in yıldızı parladı ve söndü.

Chopin, Schumann gibi tam manasiyle romantik bir sanatkar, fakat yine yaratılış bakımından bambaşka bir şahsiyetti. Besteciliği bunu en açık şekilde gösterir. Pek az eseri istisna edilirse besteciliği tamamen piyanoya hasretmiştir. Piyanodan teshir edici yeni renk ve tınlama imkanları çıkarmış, ayrıca devrinin henüz ulaşamadığı teshirleri bile keşfetmiştir. Filhakika armonilerinin geniş ve zengin ifade sahası, çok farklı üstünlüğünü, bu melodiler ve onların icrasında beliren ritmlerin özel bir serbestlikle tertiplenişi ve nihayet lirik şiire has bir tatlılıktan gelişerek enerji dolu hamlelere kadar yükselen ifade kudreti gibi vasıflarıyla, Chopin’in Fransız müziğinin ancak çok daha sonra varabildiği özelliklerin ilk hatlarını tespit etmek mümkündür.

Bu romantik sanatkar, devrin ve geleceğin birbirine karışan esrarlı ışığı altında, milletleri birbirinden ayoran sınırların üstündedir. Buna rağmen derin bir hisle öz yurduna daima bağlı kalmıştır. Kendisinden önce konser salonlarında görülen Mazurka ve Polonezleri folklöe nevinden çıkarak şümullü bir sanat seviyesine yükselten odur. Bununla birlikte, prelüd ve noktürnleri (lirik bir ilhamdan doğan tasvirler) şeklinde vasıflandırılabilir. Buluş ve yapılış bakımından son derece zengin olan etüdleri bile bütün teknik güçlüklerine rağmen asıl etüd kalıbından çıkmış, irticalen çalmanın verdiği ilhamdan yine şümullü bir seviyeye yükseltilmiş harikalardır. Ancak kısa süren parçalarda değil, gelişme alanı ırticalen çaldığı anların yaratıcı kudreti yer yer hissedilir. Bunun için münhasıran piyano tesirlerine bağlı kalmayan liedleri ikinci planda kalmakta, her iki piyano konçertosunu da diğer eserleri arasında ayrı bir durum arzetmektedir.

Hastalık, vatan hasreti ve daimi özleyişlerin gölgesinde geçen hayatı, romana benzeyen yazılarda, sahte bir (şairliğin) konusu olmaktan kurtulamamıştır. Gerçekte, istidadı küçük yaşta beliren ve genç yaşta olgunlaşan bu sanatkar da çalışma yolunu tutmak zorunda kaldı. Beethoven’in öldüğü sene Joseph Elsner’in öğrencisi olarak Varşova’da umumi dikkat ve ilgiyi üzerine çekti. Viyana’da kaldıktan sonra (Temmuz İhtilali) sırasında Paris’e geldi. Orada piyanist olarak şöhret yaptı ve adı Avrupanın her tarafına yayıldı. Besteciliği de orada gelişti ve yükseldi. Bir yıl ölüm derecesinde hastalık çektikten sonra Paris’te öldü. Daha önce ölüm korkusu ile Majorka adasına çekilmişti.

Chopin’in yeni bir (fikri aristokrasisi)nin temsilcisi olarak gören Schumann genç besteciyi sonsuz takdir ifade eden şu sözlerle alenen selamlıyordu: (Şapkalarınızı çıkarın baylar, bir dahi geliyor. Şair olmak için kocaman ciltler doldurmak gerekmez; bir iki şiirle bu ünvana layık olabilirsin. Chopin de böyle şiirler yazmıştır).

İgor Stravinsky

Haziran 30th, 2012

Tam adı İgor Fyodoroviç Stravinski olan Rus asıllı besteci Stravinsky, 17 Haziran 1882’de, Rusya’da dünyaya geldi. Kiev ve Petersburg operalarında ünlenmiş yetenekli bas şarkıcı Fyodor İgnatiyeviç Stravinski’nin dört oğlundan üçüncüsü olan Stravinsky, küçük yaşta müziği sevmiş; babasının evdeki provalarını dinlemiş; dokuz yaşında piyano, ardından da armoni ve kontrpuan derslerine başlamıştır. Ama müziğe yatkınlığına karşın, ailesinin müziği meslek seçmesine izin vermemesi üzerine ceza hukuku ve hukuk felsefesi öğrenimi için Petersburg Üniversitesine’ne gönderildi. Üniversiteyi Rimski-Korsakof’un oğluyla birlikte okudu, bu arada müzik ilgisi kompozisyona yöneldi. 1902 yazında

Rimski-Korsakof ile tanıştı. Ertesi yıl Rimski-Korsakof’tan özel ders almaya başladı ve üç yıl kadar (1903-06) ders almayı sürdürdü. Rimski-Korsakof’la sürekli tartıştığı kompozisyonları, gene onun aracılığıyla Petersburg’da özel ya da halka açık konserlerde seslendirildi. Mi-bemol majör Senfoni’nin (1905-07) yanı sıra, Rimski-Korsakof’un kızına düğün armağanı olarak yazdığı “Feyervek” de (1908; Havai Fişekler) bu tür konserlerde çalındı. Bu son yapıt seslendirilmeden hemen önce ölen ustasının anısına yazdığı cenaze ağıtı (1908) ise Petersburg’da çalındı, ama müziği günümüze ulaşmadı. 1905’te üniversiteden mezun olan Stravinsky, 1906’da kuzeni Yekaterina Nossenko’yla evlendi. 1907’de oğulları Theodore, ertesi yıl da kızları Ludmilla doğdu.

6 Şubat 1909’da Petersburg’da Stravinsky’nin “Peyerverk” ve “Scherzo Fantastique” (1907-08) adlı orkestra parçasını dinleyen emprezaryo Sergey Diaghilev, ondan Rus Balesi’nin 1909 sezonu için çeşitli bale müziklerinin orkestra düzenlemesini yapmasını istedi. 1910 sezonu içinde yeni bir bale müziği ısmarladı. Böylece ortaya çıkan “Jar-ptitsa”nın (L’Oiseau de feu; Ateş Kuşu) 25 Haziran 1910’da Paris Operası’ndaki büyük başarısı üzerine Stravinsky, piyano ve orkestra için yazmaya başladığı “Konzertstück”ü (Konser Parçası) Diaghilev’in de ısrarıyla baleye uyarladı; “Petruşka” adlı bu yapıtı Rus Balesi 1911-1913 arasında tamamladığı “Lesacre du printemps” (Vesna suyaşçennaya; Bahar Ayini) adlı bu çalışmasının dinamik müziği 29 Mayıs 1913’te Paris’in Champs Elysees Tiyatrosu’ndaki ilk gösteride büyük bir skandala yol açtı.

1908-1909 yıllarında başladığı, Hans Christian Andersen’in “Bülbül” masalına dayanan kısa operası ise, 1913’te sahneleneceği Moskova Özgür Tiyatrosu’nun dağılması üzerine Diaghilev tarafından uyarlanarak Rus Balesi’nin 1914 yaz programına alındı. Stravinsky o yaz başladığı “Les Hoces” (Svadebka; Düğünler) adlı bale kantatını Rus köylü temaları ve töreleri üzerine kurmaya karar verdi. Savaşın araya girmesiyle ancak 1917’de tamamlayabildiği kompozisyonun orkestra düzenlemesini 1923’e değin bitiremedi. Rus Balesi’yle ilişkileri yüzünden 1910-14 arasında Rusya’da fazla kalamamıştı. Savaş yıllarını ise tümüyle İsviçre’de geçirdi. Ailesinin vereme yatkınlığı da İsviçre iklimini çekici kılıyordu. İkinci oğlu Soulima 1910’da Lozan’da, ikinci kızı Milena 1914’te Leysin’de doğdu. “Bahar Ayini”nin bazı bölümleriyle Solovey de (Bülbül) İsviçre’de yazıldı.

Savaş ilerledikçe Stravinsky yalnızca Rusya’dan değil, Rus Balesi’nden ve merkezi Berlin’de bulunan müzik yayımcısından da koptu. Savaş sırasında yazdığı kompozisyonların birçoğu için Cenevre’de bir yayımcı buldu. İsviçreli romancı Ferdinand Ramuz’la birlikte gezginci küçük bir tiyatro için, “okunacak oynanacak ve dans edilecek” eğlendirici “L Histoire du soldat”yı (Askerin Öyküsü) yazdı.

Savaş bitince Fransa’ya yerleşerek yaklaşık 20 yıl (1920-39) çeşitli Fransız kentlerinde oturdu. Bu yıllar da müziğinde de köklü bir değişikliğe giderek önceki üslubunu belirleyen Rus öğeleri yerine yeni-klasik anlatımı benimsedi. Ama yepyeni bir tarzda yazabilmek için büyük çaba göstermek zorunda kaldı ve ancak “örnekleme, deneme ve birleştirme” yılları dediği uzun çalışmaların ardından, önceki büyük yapıtlarıyla boy ölçüşebilecek “Oedipus Rex” (1927; Kral Oedipus) ve “Lasymphonie de Psaumes” (1930; Mezmurlar Senfonisi) gibi yeni yapıtlar verdi.

Savaştan hemen sonra Stravinsky, Rus Balesi’yle yeniden, ama bu kez çok daha gevşek bağ kurdu. Diaghilev’in isteği üzerine 1920’de Giovanni Battista Pergolesi’nin müziğine dayanan “Pulcinella” (1920) bale düzenlenmesini yaptı. Bu topluluk için yazdığı son bale “Apollon Musagete” (1928; Musaların Başı Apollon) oldu. Ertesi yıl Diaghilev öldü ve topluluk dağıldı.

Rusya’daki mülklerini yitiren Stravinsky, gelir sağlamak için yan uğraş olarak piyanistliğe ve orkestra şefliğine yöneldi. Piyano ve nefesli çalgılar için konçerto (1923-24), piyano için Sonat ((1924), piyano için La Majör Serenat (1925), piyano ve orkestra için Capriccio (1929), iki solo piyano için Konçerto (1935) gibi bazı yapıtlarını da solocu olarak kendisi için yazdı. Daha çok Avrupa’da turneye çıktıysa da üç kez Kuzey Amerika’ya (1925, 1935 ve 1937) bir kez de Güney Amerika’ya (1936) gitti. Bu arada bale müziği yazmayı da sürdürdü. Rus dansçı Ida Rubinstein’ın 1920’lerin sonunda oluşturduğu topluluk için iki bale müziği yazdı. Bunlardan “Le Baiser de la Fee”yi (1928; Perinin Öpüşü) Çaykovski’nin piyano ve vokal müziğinden seçmeler üzerine kurdu. “Persephone”daysa (1934) Andre Gide’in bir şiirini temel aldı. Ardından, yeni kurulan Amerikan Bale Topluluğu için “The Card Party”yi (1937; İskambil Partisi) yazdı.

1938’de büyük kızı veremden ölen Stravinsky, 1939’da da karısını ve annesini kaybetti. II. Dünya Savaşı başlayınca Harvard Üniversitesi’nin çağrısını kabul ederek 1939-40 öğretim yılında müzik konferansları vermek üzere ABD’ye gitti. 1940’ta yıllardır tanıdığı oyuncu Vera de Bosset’yle evlendi. Hollywood’da bir ev satın alarak çeyrek yüzyıldan fazla karısıyla orada yaşadı.

Savaş yıllarında “Do Majör Senfoni” (1938-40)ve “Üç Bölümlü Senfoni” (1942-45) adlı iki önemli senfonik yapıt besteledi. 1920’de yazdığı “Nefesli Çalgılar Senfonileri”nde kullandığı Rusya dönemine özgü müzik ögelerinin yerine, “Do majör Senfoni”de yeni klasik ilkelerin senfoni formunda bir özetini verdi. “Üç Bölümlü Senfoni”deyse konçerto ve senfoninin temel özelliklerini başarıyla birleştirdi. 1948-51 arasında “The Rake’s Progress” (Ahlaksızın İlerlemesi) adlı yeni-klasik operası üzenrinde çalıştı. Librettosunu W. H. Auden ile Chester Kalman’ın yazdığı bu operayı bitirince, 1939’dan beri ilk kez Avrupa’ya dönerek yapıtının Venedik’teki Teatro la Fenice’deki ilk sahnelenişini yönetti.

“The Rake’s Progress”i yazarken asistan olarak Hollywood’daki evine çağırdığı genç ABD’li müzikçi Robert Craft’ın serial müziğe yakınlığı, Stravinsky’nin artık kendisine dar gelen yeni-klasik tarzı aşmasına yardımcı oldu. O sıralar henüz pek tanımadığı Anton von Webern’in, Arnold Schoenberg’in ve Alban Berg’in müziğini dikkatle inceleyen Stravinsky, başlangıçta tonal müzik çatısı içinde bazı çekingen serial müzik denemeleri yaptı. Daha büyük ölçekli yapıtlar olan “Canticum Sacrum” (1955; Kutsal Kantik) ve “Agon” (1953-57) balesinde modal ve tonal bir müzikle başladıktan sonra tümüyle serial bir yapıya geçiyor ve sonunda başlangıçtaki modal ve tonal müziğe dönüyordu.

Tümüyle serial kompozisyonlarından ilki olan “Thereni”yi (1958; Threnoslar), Rusya ve yeni-klasik dönemlerinin başyapıtları kadar önem taşıyan “Movements” (1959), “Variations” (1964; Çeşitlemeler) ve “Requiem Canticles” (1966; Requiem Kantikleri) izledi. Bu tarihten sonra sağlığı bozulan Stravinsky, gitgide daha az yazmaya başladı, ama 1970’te bile hâlâ Bach’ın bazı prelüd ve füglerinin çalgı için transkripsiyonlarını yapıyordu.

Stravinsky, 20. yüzyıl müziğine büyük katkıda bulunmuş, kendine özgü eleştirel tutumu özellikle ölçü, tempo ve ses gürlükleri açısından önemli sonuçlar doğurmuştur. Bileşik ölçülü asimetrik kalıpları araştırmış, müzik cümlelerinde kullandığı figür ve motifleri uzatarak ya da çıkararak simetrik cümleleme geleneğini yıkmıştır. Müziğe yeniden kazandırdığı şaşmayan vuruş duygusu birçok bestesinin dansa uygun düşmesini sağlamıştır.

Bazısı ortak çalışma ürünü birçok kitabı da yayımlanan Stravinsky, 6 Nisan 1971’de ABD’nin New York eyaletinde hayata veda etti ve Venedik’te San Michele Adası’nda toprağa verildi.

DİĞER ÖNEMLİ YAPITLARI

Operalar: Mavra (1922).
Sahne müziği: Renard (1916; Tilki), Tufan (1962).
Ses Müziği: Yıldızlar Kralı (1911), Babil Kulesi (1944), Missa (1948), Kantat (1952), Bir Vaaz, Bir Anlatı, Bir Dua (1961), İbrahim ve İshak(1963).
Orkestra Yapıtları: Circus Polka (1942), Od (1943).
Bale Sahneleri (1944).
Konçertolar: Re Majör Keman Konçertosu (1931), Dumbarton Oaks (1938), Ebony Concerto (1945), Yaylı Çalgılar İçin Re Majör Konçerto (1946).
Oda Müziği: Yaylı Çalgılar Dörtlüsü İçin Üç Parça (1914), Solo Klarnet İçin Üç Parça (1919), Yaylı Çalgılar İçin Konçertino (1920), Nefesli Çalgılar İçin Sekizli (1923), Duo Concertant (1932), Eleji (1944), Yedili (1952), Çiftli Kanon (1959).
Piyano Yapıtları: Piano Rag-Music (1919), iki piyano için sonat (1944).

Selahattin Pınar

Haziran 30th, 2012

Selâhaddin Pınar, 22 Ocak 1902 tarihinde İstanbul’da doğdu. Babası eski hukukçulardan Sadık Bey’dir. İlkokulu okuduğu yıllarda Sadık Bey, Çal’a tayin olduğundan Selâhaddin Pınar ilk öğrenimini burada tamamladı. Buradan sonra sırasıyla önce Saros adasına, sonra Edirne’ye tayin oldular. Ortaokulu burada okuduktan sonra 1918 yılında İstanbul’a geldiler. Babası oğlunun ciddi bir öğrenim görmesini istiyordu. Bu mümkün olamadı; çünkü o mûsıkîşinas olmağa karar vermişti. Bir süre İtalyan Ticaret Okulu’nda okudu ise de yarıda bıraktı. Musıkî çalışmalarına on iki yaşında iken, Udî Sami Bey’den Ud dersleri alarak başladı. 1920 yılında kurulan, daha sonra “Üsküdar Musıkî Cemiyeti” adını alacak olan “Darü’l-Feyz-i Mûsıkî”nin kurucuları arasında bulundu. Burada Telgrafçı Ata Bey, Udî Sami Bey, Tanburî Cemil Bey’in öğrencilerinden Kadıköylü Fuad Bey gibi kimselerle ciddi çalışmalar yapılırdı. Üsküdar Mûsıkî Cemiyeti olduktan sonra bu çalışmalara Necati Tokyay, Emin Ongan, Şükrü Tunar, Hâfız Burhan ve daha nice isim yapmış ve yapacak olan sanatkârlar katılmıştı. Bestenigâr Ziya Bey, Mızıkalı Celâl Bey, Udî Sami Bey, Hanende Hüsameddin Bey, Kâzım Uz ve Ali Rifat Çağatay hoca olarak görev yapıyordu. Selâhaddin Pınar bütün bu hocaların çeşitli yönlerinden yararlandı. 1919 yılında Tanbur çalmağa yöneldi. Udî Selâhaddin Bey’likten ayrılmış, tanburî Selâhaddin Pınar olmuştu. Aynı zamanda kendine özgü bir uslûp ve boğuk sesi ile okurdu. Bestekârlığa on sekiz yaşlarında başladı. İlk eseri sözleri adliyeci Senihî’nin olan Kürdilihicazkâr makamından ve aksak usülünde bestelediği “Mülkün ne yaman şule-i ikbâli karardı” güfteli şarkısıdır. En çok bu makamı sevdiğini her fırsatta dile getirdiğini yakınları bilirlerdi. Yıllar ilerledikçe mûsıkî repertuvarımıza birbirinden güzel şarkılar hediye etti. Çok temiz giyinen, zarif, efendi, güzel ve esprili konuşan Selâhaddin Pınar gerek mûsıkî çevreleri nde, gerekse dostları arasında sevilen, sayılan bir kimseydi. Ölümünden iki yıl önce Bursa’da ciddi olarak hastalanmış, bir kalp krizi geçirmişti. Pınar, 6 Şubat 1960’da Todori’nin lokantasında, yanında söz yazarı Selim Aru olduğu halde, yemek yemek üzereyken yine bir kalp krizi sonucu öldü.

Yıldırım Gürses

Haziran 30th, 2012

21 Ocak 1939 yılında Bursa’da doğdu. Bursa Erkek Lisesi’ni bitirdikten sonra Ankara İktisadi Ticari İlimler Akademisi İşletme Bölümü’nü bitirdi. Sanat hayatına 1951 yılında Bursa Ses Kralı seçilerek başladı.

1959’da da Üniversitelerarası Ses Kralı seçildi. 1961 yılında kendisi gibi ses sanatçısı olan Ayla Gürses’le evlendi. Bu evlilikten Beyazıt adını verdiği bir oğlu dünyaya geldi. 1961 yılında Devlet Opera imtihanına girdi ve birinci oldu. Operada da 7-8 ay çalıştıktan sonra ayrıldı. 1965 yılında Hürriyet Gazetesi’nin düzenlediği Altın Mikrofon yarışmasını kazandı.

350’ye yakın bestesi olan sanatçının ünlü besteleri arasında “İçime Hüzün Doluyor”, “Gençliğe Veda”, “Son Mektup”, “Aşkın Bahardır”, “Senin Aşkına Doyum Olmaz”, “Gurbet”, “Bir Garip Yolcu”, “Feryat”, “Eller”, “Affetmem Asla Seni”, Güller Ağlasın”, Sonbahar Rüzgarları”, “Sarsam Seni Gül Dudaklım”, “Liseli Kız”, “Mazideki Aşk” bulunuyor.

Yıldırım Gürses 18 Kasım 2000 yılında öldü.

Özay Gönlüm

Haziran 30th, 2012

1940’ta Erzincan’da dünyaya geldi. 16 yaşında Cumhuriyet Dönemi’nin en ünlü türkü derleyicisi olan Muzaffer Sarısözen’le tanıştı. Ankara Radyosu Yurttan Sesler programıyla sanat dünyasına adım attı. Belli bir süre Milli Eğitim Bakanlığı Film Radyo Televizyon Merkezi’nde çalıştı. 1966’da ‘yetişmiş saz sanatçısı’ olarak Ankara Radyosu’nda çalışmaya başladı.

Özellikle Denizli yöresinin türkülerini, sesi ve sazı ile mikrofonlara taşıdı. Çalıp söylediği Ege türküleri kadar, taklit yeteneği, şovmenliği, fıkraları ve mahalli Denizli şivesiyle folklara zenginlik kattı.

1960’larda sahneye de çıkan sanatçı, 1973’ten itibaren sistemli şekilde İzmir Fuar’ında sahne aldı. Başta Zeki Müren olmak üzere pek çok ünlüyle aynı sahneyi paylaştı. Bir Yeşilçam filminde başrolde oynadı. TRT’de, tarıma ve çocuklara yönelik programlarda yer aldı. Kültür Bakanlığı Halk Müziği Geliştirme Merkezi’nde (Hagem) Repertuvar Kurulu üyeliği yaptı. Son televizyon programı ise TRT-1’deki ‘Türk Halk Müziği İstekleri’ oldu.

Radyo oyunlarında ve tiyatrolarında roller alan Özay Gönlüm, radyo ve TV’lerde yayınlanan ‘Nineden Mektuplar’ tiplemesiyle çok sevildi. ‘Çöz de Al Mustafa Ali’ türküsünü, ‘Fişini de Al Mustafa Ali’ diye seslendirerek halkı fiş toplamaya davet etti.

Avrupa, ABD, Avustralya, Çin ve Hindistan’da konserler veren Özay Gönlüm, Kütahya ve Denizli başta olmak üzere 3400’den fazla türkü derledi. Özellikle, ‘Denizli’nin Horozları’ (Çil Horoz), ‘Çöz de Al Mustafa Ali’, ‘Asmam Çardaktan’, ‘Cemile’min Gezdiği Dağlar Meşeli’, ‘Osmanım’ın Mendili’, ‘Evlerinin Önü Bulgur Kazanı’, ‘Şu Dağlar Tepe Tepe’ türküleriyle tanınıyordu.

Türküleriyle 34 yıldır gönülleri fetheden Özay Gönlüm, 2 yıl akciğerler rahatsızlığıyla yaşadı.Ankara Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları Kliniği’ne tedavi amacıyla yattı. Ancak hastalığa yenik düşerek 2 Mart 2000’de hayata gözlerini yumdu.

Cahit Berkay

Haziran 30th, 2012

3 Ağustos 1946’da Isparta’da doğdu. 1959’da ailesi ile birlikte İstanbul’a gelen Berkay, liseyi İstanbul Kabataş Lisesi’nde bitirdi. Daha sonra İstanbul Üniversitesi, İktisat Fakültesi’nde yüksek eğitimini tamamladı.

Müzik hayatına, 1962 yılında Siyah inciler grubunda başladıktan sonra, 1964’te Selçuk Alagöz’ün grubunda profesyonel oldu. Moğolları kuran ilk kadroda yer aldı. Grupta akustik elektrik gitar, yaylı tambur, ıklığ, bağlama çalıyordu. 1974’de sinema dünyasına giren Berkay, Moğollar dışında yıllardır film müzikleri yapıyor.

1978’de”Fırat’ın cinleri”, 1982’de”Kırık bir aşk hikayesi”, 1991’de”Gizli yüz” filim müzikleri ile Altın Portakal ödülünü aldı. 149 film, 58 dizi ve 10’un üzerinde belgesel müziği yapan Cahit Berkay, 1997’de, film müzikleri albümleri serisinin birincisini yaptı. 1998’de Film müzikleri volüm 2 , 200’de de, Film müzikleri volüm 3’ü yaptı.

Dido

Haziran 30th, 2012

Dido, ünlü “Faithless” grubunun simgesi ve başarılı müzik yapımcısı Rollo’nun kardeşi olarak 25 Aralık 1971’de, Londra’da dünyaya geldi. İlk enstrümanı ses kayıt cihazı, İlk gittiği konser ise bir Santana ve Pat Metheny performansıydı. 10 yaşında Londra Guildhall Müzik Okulu’na girdi. Kısa sürede kendini gösteren, piyano ve kemandaki yeteneğiyle dinleyenleri kendine hayran bırakan Dido, yirmili yaşlarında adından iyice söz ettirmeye başlayacak ve alçakgönüllülüğünden hiçbir şey kaybetmeden tüm dünyanın tanıdığı bir yıldız olma başarısını gösterecekti.

Dido, amatör müzisyenlerle çalışmalar yaparken bir yandan da ağabeyinin albüm koleksiyonundan faydalanarak çeşitli müzikal öğeleri analiz etmeye çalışıyordu. Londra tabanlı birkaç grupta vokallik yaptıktan sonra Rollo’nun projesi olan “Faithless” topluluğuna katıldı. “Reverence” isimli albümleriyle inanılmaz bir başarıya ulaşmalarının ardından, Dido katkılı vokalleriyle 1,5 sene boyunca dinleyenlerini büyülemeye devam ettiler. Dido, grubun ikinci albümüne de önemli katkılar sağladı ve kendi şarkılarını yazmaya başlayarak solo kariyeri için de olumlu bir adım atmış oldu. Bu dönemde kaydettiği demolar, Cheeky ve Arista kayıt şirketleri tarafından 1999’da yayınlandı.

Genç şarkıcı, akustik pop ile elektronik tabanlı müziği bir araya getirip güçlü sesiyle ustaca şekillendirdiği parçalarını aynı yıl bir albümde topladı. Bu ilk albüm, “No Angel” adını taşıyordu. Arista Kayıt Şirketi etiketiyle 99 yazında piyasaya sürülen ve BMG tarafından çok sayıda ülkeye dağıtımı yapılan çalışma, derin duygularla dolu “Here With Me”, dokunaklı melodilere sahip “Thank You” ve ilginç sözleriyle dikkat çeken “Don’t Think of Me”nin de içinde bulunduğu birbirinden güzel 12 şarkıyla müzik eleştirmenlerinin beğenisini kazandı. Enstrümental çeşitliliğin üst düzeyde tutulduğu ve birkaç müzik türünün bir arada uyumlu biçimde işlendiği “No Angel”ın yapımcılığını, şarkıcının ağabeyi Rollo, Rick Nowels, Duncan Bridgeman ve Sister Bliss üstlendi.

Albümde yer alan “Here With Me” adlı parça, Amerikan televizyonlarının ünlü dizisi Roswell’de çalınmaya başlarken “Thank You” ise, baş rolünü Gwyneth Paltrow’un oynadığı “Sliding Doors” filminin tema müziği olarak kullanıldı. Şarkıcıya basının gösterdiği ilginin şaşırtıcı derecede artması, Eminem’in “Stan” isimli single çalışması için yorumladığı “Thank You” adlı parçanın çıkışıyla gerçekleşti.

Ülkemizde de büyük ilgi gören ve haftalarca listebaşı olmayı başaran Dido, 30 Eylül 2003’te ikinci albümü “Life For Rent”i (“Kiralık Hayat”) çıkardı. Albüm; akustik gitarlarda Adam Zimmon, Paul Herman, gitar ve klavyede Rick Knowles, gitarda Rusty Anderson, Dave Randall, piyano, klavye ve programda Sister Bliss, klavye ve perküsyonda Mark Bates, basta Aubrey Nunn, davullarda Andy Treacy, Mako Sakamoto, perküsyonda Carlos Paucar ve geri vokallerde Pauline Taylor’ın katkılarıyla kaydedildi.

Hayranlarının sabırsızlıkla beklediği “Life For Rent”, çıkışının ardından birbirine zıt çok sayıda tepkiyle karşılaştı. “No Angel”dakilere oranla daha ağır ve yoğun birer yapıya sahip olan şarkılar, bir kesim tarafından ‘sıkıcı ve bunaltıcı’ olarak nitelendirilirken, hatrı sayılır bir kitlenin de büyük beğenisini kazandı. Şarkı listesinin başında bulunan ve albümde video klibi çekilen ilk parça olan “White Flag”, Dido’ya 2004 Grammy Ödülleri’nde “En İyi Kadın Pop Vokal Performansı” dalında adaylık kazandırdı.

Yorumların yönü ne olursa olsun Dido; etkileyici sesi, özgün müziği ve olgun kişiliğiyle popüler müziğin önemli kadın şarkıcıları arasındaki yerini aldı. Onun müzik piyasasındaki kalıcılığını gelecekte yapacağı çalışmaların kalitesi belirleyecek.

Sezen Aksu

Haziran 30th, 2012

13 Temmuz 1954 yılında Sarayköy, Denizli’de doğdu. Ziraat fakültesindeki öğrenimini yarıda bıraktı. Profesyonel olarak müzikle ilgilenmeye başladı. İlk 45’liği “Haydi Şansım/ Gel Bana” 1975 yılında çıktı. Aynı yıl içerisinde “Yaşanmamış Yıllar/ Kusura Bakma” isimli ikinci 45’lik plağı yayınlandı. Sezen Aksu bir dergiye verdiği röportajda, iki plağını amatör bulduğunu ve gerçek çıkışını üçüncü plağı “Olmaz Olsun/ Vurdumduymaz” ile yapacağını söyledi, dediği gibi de oldu. “Olmaz Olsun/ Vurdumduymaz”, 1976 yılının müzik listelerinde uzun süre bir numaradaki yerini korudu. Yorumculuğu kadar besteci ve söz yazarı kimlikleriyle dikkatleri üzerinde toplayan Sezen Aksu’nun 1976’da çıkan diğer 45’likleri “Kaç Yıl Geçti Aradan” ve “Kaybolan Yıllar” oldu. 1978’de Hurşid Yenigün’ün iki bestesine söz yazan sanatçı, “Gölge Etme/ Aşk” isimli 45’liğini piyasaya sundu. Artık Sezen Aksu’nun müzik listelerinde haftalarca bir numarada kalması kimseyi şaşırtmıyordu. Yine bu yıl içerisinde, şu anda piyasada bulunan en eski Sezen Aksu yapıtı olma özelliğini koruyan “Serçe” kaseti piyasaya çıktı. Bir yıl sonra “Serçe”yi “Ağlamak Güzeldir” izledi. İlk kez 1979’da sinema oyunculuğu denedi. 1982’nin ilk haftası Şan Müzikholü’nde “Sezen Aksu Aile Gazinosu” adlı müzikali sahneledi. Müzikalde yedi ayrı tipi canlandıran sanatçı, Adile Naşit, Şener Şen, Ayşen Gruda, Altan Erbulak gibi usta tiyatro oyuncuları ile aynı sahneyi paylaştı. 1984 yılında yayınlanan “Sen Ağlama” çalışması, TRT denetiminden ancak bir sonra geçtiğinde şarkıları geneş kitlelere ulaştı. Bu sırada Minik Serçe, oyunculuk yeteneğiyle de önplandaydı. 1986’da sahnelenen “Bin Yıl Önce Bin Yıl Sonra” müzikalinde oynadı. Aynı yıl çıkan “Git” albümü piyasaya çıkar çıkmaz büyük bir ilgi gördü ve albümün hemen hemen bütün şarkıları hit oldu. Daha sonra yayınlanan “Sezen Aksu’88” isimli çalışmasını “Sezen Aksu Söylüyor” takip etti. 1991 yılında “Gülümse” de, diğer albümleri gibi büyük ilgi uyandırdı. Hatta albümdeki şarkılardan “Hadi Bakalım”ın single’I Avrupa’da yayınlandığında, klibi olmamasına rağmen iyi bir satış grafiği yakaladı. Sezen Aksu, yoluna müzikalite açısından kusursuz albümler yapmak üzere devam etti. “Deli Kızın Türküsü” (1993) farklı tarzdaki Sezen Aksu albümlerinin ilki oldu. “Küçüğüm”, “Masum Değiliz”, “Kalbim Ege’de Kaldı” gibi şarkılar bu çalışmada yer aldı. Çoğunlukla aşkı anlatan şarkılar yazan, besteleyen ve söyleyen Sezen Aksu, özellikle “Işık Doğudan Yükselir” (1995) isimli albümüyle müziğindeki farklılaşmayı sürdürdü. Sanatçı bu kez Anadolu’nun dört bir yanındaki ezgilerle kendi müziğini sentezledi. 1996 yılında vefat eden Onno Tunç’a ithafen, aynı yılın yaz ayında “Düş Bahçeleri”ni çıkardı. Bu albümde, altı yıl süresince vokalistlerine albümleri için verdiği şarkılarını yeniden yorumladı. 1997’de Goran Bregovic ile birlikte çalıştığı ve Balkan ritminde şarkılardan oluşan “Düğün ve Cenaze” yayınlandı. Farklılaşan müzikal çizgisine karşılık “eski Sezen şarkıları” isteyen hayranlarını kırmayarak 1998’de “Adı Bende Saklı” isimli albümünü yaptı. Sanatçının en son yayınlanan çalışması ise “Deliveren” oldu. Bugüne kadar 16 albüm ve 500’den fazla şarkı yapan “Minik Serçe” ve “Ana Kraliçe” gibi unvanlara sahip sanatçı, Türk pop müziğinin en güçlü seslerinden biri. Ayrıca, bir zamanlar vokalistliğini yapan Aşkın Nur Yengi, Harun Kolçak, Levent Yüksel, Sertab Erener gibi isimleri de pop müziğimize kazandırdı.

Mustafa İzzet Efendi

Haziran 30th, 2012

1801 yılında Tosya’da doğan Mustafa İzzet Efendi, Tosyalı Bostanîzâde Mustafa Ağa adında bir zatın oğludur. Annesi ise, İstanbul’da Tophane’deki Kaadirî dergahının kurucusu ve şeyhi İsmail Rumî Efendi’nin torunlarındandır. Babasının ölümü üzerine annesi onu küçük yasma rağmen, Istanbul’a göndermiştir. Burada bir akrabasının yardımı ile Fatih Başkurşunlu medresesine girdi. Dinî ilimler ve Arapça öğrendi. Sesinin güzelliği ile dikkati çekiyor ve bu arada Kömürcüzâde Hafız Efendi’den de musiki meşkediyordu. Hat sanatını ve ney üflemeyi de öğrenmeye çalışıyordu. Sultan II. Mahmud, İstanbul’da Bahçekapı’da kendi yaptırdığı Hidayet Camii’nde bir cuma günü Mustafa İzzet Efendi’yi dinlemiş, sesini çok beğenerek Galata Sarayı’na alınmasım emretmiştir (1819). Üç yıl süren bir eğitim sonrası Enderün-ı Hümayün’a alınan Mustafa îzzet, Silahdar Gazi Ahmet Paşazâde Silahdar Ali Bey’in (sonraları sadrazam Ali Paşa) kontrolünde eğitim ve öğrenimine burada devam etmiştir. Kısa sürede Kilar Dairesi’ne giren ve büyük bestekar Şakir Ağa’dan meşk eden, olağanüstü güzel sesiyle de mükemmel bir okuyuş üslübuna sahip Mustafa İzzet Efendi, gittikçe artan şöhretiyle padişah huzurunda yapılan fasıllarda bulunmuştur. Bu arada şunu da belirtelim ki, neyzen olarak da pek büyük bir başarıya ulaşmış, hatta virtüöz derecesinde bir neyzen de olmuştu. II. Mahmud, huzurunda yapılan Küme Faslı’nda sekizi hanende, ikisi neyzen, üçü kemanî, dördü tanburî olmak üzere on yedi müzisyen bulunmaktaydı. İsimleri:

Hanendeler: İsmail Dede Efendi, Dellalzâde İsmail Efendi, Şakir Ağa, Çilingirzâde Ahmed Ağa, Suyolcuzâde Salih Efendi, Kömürcüzâde Hafız Efendi, Basmacı Abdi Efendi.

Neyzenler: Meşhur hattat Mustafa İzzet Efendi, eşsiz musahib Saîd Efendi. (Sait Efendi, ney çalarsa da küme fasıllarında giriftzenlik edermiş.)

Kemanîler: Beşiktaşlı Rıza Efendi, Mustafa Ağa (Şakir Ağa’nın kardeşi). Ali Ağa (Ferahnak Saz Semaîsi sahibi).

Tanburîler: Numan Ağa, Zeki Mehmed Ağa, Keçi Arif Ağa, Necip Ağa. Hanende ve sazendeliğinin yanı sıra büyük bir hattat da olan bu değerli sanatkar, Talik hattı hocası ve adaşı olan Kazasker Mustafa İzzet Efendi’den (Yesarîzâde), sülüs ve nesihi ise Vasıf Efendi’den öğrenmiştir.

Enderun’da subay rütbesi sahibiydi; orduya geçmek arzusu reddedildi. Hacca gitmek istemesine de padişah, arzulamayarak izin verdi. 1829 yılı sonla-nnda kendisine bir maaş bağlandı ve saraydan ayrıldı.

Tasavvuf ilmine merak saran Mustafa İzzet Efendi, nakşıbendî şeyhlerinden Kayserili Ali Efendi’ye kapılanmıştı. Onunla birlikte Hicaz’a, Hacca gitti. Mekke’ye geçerek nakşıbendî büyüklerinden Abdullah-ı Dehlevî’nin halîfesi Şeyh Mehmed Can Efendi’ye kapılandı; tarikatta bir hayli yol aldı. Oradan Kahire’ye geldi ve 7 ay kadar burada kalarak Arap ilimlerini öğrenmeye çalıştı. İstanbul’a dönüşünde Mahmudpaşa’daki evinde yaşamaya başladı. Tasavvurla uğraşıyordu. Oysa ki bir ney virtüözü, çok güzel sesli bir hanende ve olağanüstü hat sanatkarıydı. Artık saraya da gitmiyordu. Bir cuma günü Bayezid camiinde, padişah kendisini dinlemiş ve yüzünü görmeden sesinden tanımıştır. Görüşmek istediğinde de (Özbek Dervişi) kıyafetinde görünce çok kızmış ve Mustafa İzzet’i cezalandırmak istemiştir. Ancak musahib Saîd Efendi’nin yalvarmaları üzerine bundan vazgeçmiştir. Buna rağmen, Mustafa îzzet Efendi’nin tutum ve davranışı padişahı çok üzmüştü. Onu, hocası Kömürcüzâde Hafız Efendi’ye şikayet etti; İstanbul’dan sürmek istediğini söyledi. Bu kere de Kömürcüzâde’nin ricaları, yalvarmaları ile cezadan vazgeçen padişah: Bir daha gözüme görünmesin, diye irade etti. Öğrencisine bu durumu anlatan Kömürcüzâde bir süre sonra tekrar padişahın huzuruna çıktı ve Mustafa İzzet’in pişmanlık duyduğunu, çok üzüldüğünü anlattı. Onun çok kudretli bir sanatkar olduğunu bilen padişah II. Mahmud, huzurda yapılacak ilk fasla katılması için emir buyurdu. Bundan sonra da padişahın ölüm tarihi olan 1839’a kadar saraya sık sık gitti, fasıllarda neyzen olarak bulundu ve pek çok hediyeler aldı.

I. Abdülmecid tahta çıktığı zaman Mustafa İzzet 38 yaşında ve Eyüp Sultan Camii hatibi idi. Abdülmecid, Laleli camii evkaf kaymakamlığım da bu sanatkara vererek gelirim artırmasını sağlamıştır. 1845 yılı Ocak ayında 2. imam olarak saraya alınan Mustafa îzzet Efendi, kısa bir süre sonra (Ser-Imam-ı Hazret-i Şehriyarî) baş imam oldu. Selanik-Mekke-İstanbul payelerini almış, 1849 yılı haziramnda Anadolu Kazaskeri, Kasım 1849’da ise Rumeli Kazaskeri olmuştur. 1850’de veliahd şehzâde Abdülaziz Efendi’ye yazı öğretmenliği de yapmıştır. 1853’de baş imamlıktan ayrılmıştır.

Meclis-i Valay-ı Ahkam-ı Adliyye üyesi, Rumeli Kazaskeri, tekrar Meclis-i Vala üyesi, yine Rumeli Kazaskeri, Nakıybu’l Eşraf, Meclis-i Aliyye’ye memur (devlet bakanı) ve en kıdemli Kazasker olarak Reisü’l-Ulema olan, iyi bir devlet adamı, harika sesli bir hanende, virtüöz bir neyzen, dahî derecesinde hattat Mustafa İzzet Efendi, yedi padişah devrinde yaşamış, son yıllarım Bebek’deki yahsında geçirmiştir. Orta boylu, şişmanca, mavi gözlü, sarılı-beyazlı kırçıl sakallı, daima güler yüzlü, son derece nazik, terbiyeli bir kişi idi. Eşi, öğrencisi büyük hattat Mehmet Şefik Bey’in teyzesidir. Ata, Tevfik ve Emine adında üç çocuğu olmuştur.

16 Kasım 1876 (Hicrî: 27 Şevval 1293) tarihinde öldü.

Abdi Efendi

Haziran 30th, 2012

1787 yılında istanbul’da doğdu. Babası Kadı Halil Efendi de bestekardı. 8 yaşında babasını kaybeden Abdi Efendi, bazı yakın dostların aracılığıyla Kapalıçarşı’da yemeni basmacılarından birinin yanına çırak girmiş ve 10 yıl kadar burada çalışarak kendinden üç yaş küçük kız kardeşine de bakmıştır.

Abdi Efendi 18 yaşlannda iken kız kardeşi ile Merdivenköy’de bir akrabalarım ziyarete giderlerken yorulup bir kenara oturmuşlar. Abdi Efendi, bu sırada bir gazel okumaya başlamış. Kıyafet değiştirmiş olarak oradan geçmekte olan Sultan III. Selim, okuyan gencin sesini beğenmiş ve musahibi vasıtasıyla kim olduğunu öğrendikten sonra ertesi gün kendisini saraya aldırmıştır. Bu suretle Enderun’da musiki öğrenimine başlayan Abdi Efendi, tatlı sesi, güzel tarzı ve üslubuyla kısa sürede, 20 yaşında (1808) padişah müezzinliğine yükselmiştir. Kabataş’ta bir ev satın alarak burada yaşayan sanatkar, Sultan II. Mahmud’un son yıllarında kurulan Mızıkay-ı Hümayün’da hocalığa başlamış ve bu görevi Sultan Abdülmecid zamanında da devam etmiştir.

Çeşitli formlarda eserler bestelemiş olan Abdi Efendi, önemli bir bestekardır. Özellikle şarkı formundaki eserlerinde diğer formdakilerden daha başarılı olduğu gözlenir.

Abdi Efendi, 1851 yılında Kabataş’taki evinde ölmüş ve Maçka’daki Şeyh mezarlığına gömülmüştür.

Bryan Adams

Haziran 30th, 2012

Adams 15 Ekim 1959’da Otranto’da dünyaya geldi. Babasının diplomat olması nedeniyle çocukluğu hep seyahatle geçti. İngiltere, Avusturya, Portekiz ve Israil’deki askeri okullara gitti. 12 yaşındayken annesiyle babası ayrıldı ve annesiyle birlikte Vancouver, British Columbia’da yasamaya başladı. O zamanlarda kendi kendine gitar çalmayı öğrendi ve müzisyen olmaya karar verdi. 16 yaşında okulu bıraktı ve üniversite harcamalarına ayrılan parayla kendine bir piyano alarak çeşitli gruplarla çaldı. Kanada’lı müzisyenin toplam 45 milyon satan albümleri tüm dünyada 1 numara olmayı başardı ve dünyanın en basarili müzisyenleriyle birlikte çalışmalar yaptı.

“Everything I Do, I Do It For you” hiti, Ingiltere müzik tarihihin en uzun süre 1 numarada kalan sarkisi ünvanina sahip. Ayrica “Heavens”, “Everything I Do”, “All For Love”( Rod Stewart ve Sting’le birlikte) ve “Have You Ever Really Loved a Woman” sarkilariyla da dört kez Amerika listelerinin en basina yerlesti. Kendi ülkesi Kanada’da “ Order Of Canada” unvanıyla onurlandırıldı. İçten ve iyi hazırlanmış canlı performanslarıyla da hayranlarının gönlünde taht kurmayı başaran şarkıcı, hayır kurumlarına yaptığı bağışlarla da dikkatleri üzerine topladı.

1992 – 93 – 94 yıllarını kapsayan dünya turnesinde satılan kartpostallarla dinleyicilerini, hükümetlere mektup yazarak bir balina sığınağı kurulması için istekte bulunmaya teşvik etti. Aldigi bir çok ödül arasında bir Grammy ve bir Amerikan Müzik Ödülü bulunan sanatçı, ayrıca filmler için yaptığı müziklerle de defalarca Oscar’a aday gösterildi.

Tuluyhan Uğurlu

Haziran 30th, 2012

Tuluyhan Uğurlu 15 Kasım 1965’te İstanbul’da dünyaya geldi. Dört yaşında piyano çalmaya başladı. İlk derslerini annesinden alan Uğurlu, sonraki dönemlerde Cemal Reşit Rey’in tavsiyeleri doğrultusunda aldı. Zaman geçirmeden konservatuvar sınavlarına girdi ve dört yaşında daha harfleri öğrenmeden nota öğrenmeye başladı. Ertesi yıl ilkokula da yazılacak ve artık onun için zorlu maraton başlayacaktı.

Yedi yaşında Harika Çocuklar Sınavı’na girdi ve üstün müzik yeteneğiyla bu yarışmayı kazandı. Lise ve konservatuvarı birlikte okudu. 16 yaşında her ikisini de bitirince Türkiye’de ve Avusturya’da sınava girdi. Burada İstanbul Hukuk Fakültesi’ni kazandı ama Viyana Müzik Akademisi piyano ve bestecilik bölümlerini kazanınca uzun bir eğitim için Viyana’ya gitti. Viyana Müzik Akademisi’nin bu iki bölümünü de başarıyla bitiren Uğurlu, lisans eğitimini bitirdikten sonra sanat yaşamı için önemli bir karar aldı.

Dünyanın en büyük bestecilerinin müziklerini çalışmış, onların sadece notalarını değil, yaşamlarını da öğrenmişti. Eğer onlar kendi dönemlerinde sadece kendi eserlerini çalmasalar geriye onlardan bir şey kalır mıydı? Bu sorunun yanıtını ararken, her türlü zorluğa karşın müzik dünyasında savaşmaya ve sadece kendi müziğini seslendirmeye karar verdi.

1987’de Avrupa’da verdiği canlı konser kayıtlarından oluşan ilk albümünü doldurdu. “Go With God” isimli bu çalışma onu Orta Avrupa’da ünlendirdi ve etnik klasik new age tarzının saygın isimleri arasına girdi. Kainat, Bach ve inanç konuları onu derinden etkiliyordu. İkinci albümünde Bach’ın etkisiyle kutsal kitapları işledi: Kutsal Kitaplardan Ayetler…

1993’de vatani görevini yapmak için Türkiye’ye geldi. Ankara’da yedek subay olarak vatani görevini yaparken Mustafa Altıoklar’la tanıştı. Bu tanışıklık, onun aynı zamanda Türkiye’deki müzikseverler tarafından da tanınmasına sebep olan “İstanbul kanatlarımın Altında” filminin müziklerini yapma fırsatı verdi.

George Harrison

Haziran 30th, 2012

Efsanevi İngiliz Beatles grubunun üyelerinden George Harrison 25 Şubat 1943’te bir otobüs şoförünün oğlu olarak Liverpool’da doğdu. Haylaz bir çocukluk dönemi geçiriyordu, ta ki Paul McCartney ile tanışana kadar. Ergenlik dönemlerinde tanışan iki genç, daha iyi bir hayat için birbirlerine söz verdiler. Tüm yaşıtları gibi rock ‘n’ roll fırtınasına kapılan Harrison, 14 yaşında 3 Sterline bir gitar alarak müzik aşkını ilerletmeye başladı. 1962’de yıllarca müzik dünyasını sarsacak Beatles grubuna katıldı.

Harrison herzaman en isteksiz Beatles üyesi olarak anılırdı, zaten grubun sıradışı başarısı hakkında da herzaman karmaşık duygular içerisinde olduğunu itiraf etmişti. Harrison 1979 yılında yazdığı kitabı “I, Me, Mine”da bu serüvenin ve deneyimin verdiği yorgunluğa ve bu ünün verdiği hisse yönelik düşüncelerini anlatmıştı. Kötü kaderin sebebini çok önemli bulduğu kişiselliği koruyamamalarına bağlıyordu ve “hayvanat bahçesindeki maymunlar gibiydik” benzetmesini yapıyordu. Grubu eleştirmesine rağmen onlarla birlikteydi ama kendini geri planda hissediyordu ve “John ve Paul grubun starlarıydı” diyordu. Zaten grup dağıldıktan sonra da Paul McCartney ile yıldızı pek barışamadı ama John Lennon ile çok yakındılar. Onu çok severdi.

Ama 1992 yılında The Daily Telegraph’a verdiği röpörtajda daha iyimser bir yaklaşımla “Hızlı bir yaşam deneyimi edindik sonra da yıllarca buna güldük” açıklamasını yaptı.

Harrison, Beatles dağıldıktan sonra oldukça başarılı olan “All Things Must Pass” adlı solo albümünü çıkardı. 1979 yılında “Monty Python’s Life of Brian” adlı filmin prodüktörlüğünü yaptı. Ayrıca “The Long Good Friday”, “Time Bandits” ve “Mona Lisa” filmlerinin yapımına da imza attı.

1980’li yıllarda ELO grubunun lideri Jeff Lynne ile birlikte “Cloud Nine” grubunu kurdu. Daha sonra da Bob Dylan, Tom Petty ve Roy Orbison’a katılarak “The Travelling Wilburys”i oluşturdular.

Grubun piyasaya çıkan son albümleri “1”, hit olmuş parçalarından derlenen ve geçtiğimiz yıl boyunca yine İngiltere ve Amerika listelerinin üst sıralarında yeraldı.

Bu fırtınalı yaşamdan sonra Harrison, 29 Kasım 2001’de kansere yenik düştü.

Ölümüyle birlikte efsane gruptan geriye Paul McCartney ve Ringo Starr sağ kaldı. John Lennon, 1980 yılında bir hayranı tarafından vurulmuştu. Beatles’ın sessiz üyesi Harrison, rock ‘n’ roll ve mistizimi karıştırarak grubun efsaneleşmiş şarkılarına önemli katkıda bulunmuştu..

İsmail Dede Efendi

Haziran 30th, 2012

Hamamizade İsmail Dede Efendi, 1778 yılında İstanbul’da doğdu. İlk öğrenim yıllarında sesinin güzel oluşundan dolayı ilgi çekti. Okulda ilahicibaşı oldu. Bir süre Uncuzade Mehmed Emin Efendi’nin derslerine devam etti. Defterdarlıkta ve başmuhasebe dairelerinde görev aldı. Mevlevi çilesini tamamlayarak dede oldu.

Yaptığı bestelerle Sultan Üçüncü Selim’in dikkatini çekti. Sultan İkinci Mahmud ve Abdülmecid tarafından da korundu. Hacca giderken yolda koleraya tutuldu ve 1846 yılında Mekke’de öldü. Bir çok değerli öğrenci yetiştiren İsmail Dede Efendi, 500’den fazla eser besteledi. Arazbar, bestinigar, evc-buselik, hicaz-buselik, ırak, neva,saba-buselik, sultani-yegah, makamından tam fasılları bugün mevcuttur.