Vanessa Mae

Haziran 30th, 2012

Yarı Çin yarı Tayland’lı olan Mae, 27 Ekim 1978’de Singapur doğdu. 3 yaşında piyano çalan sanatçı, iki sene sonra da keman çalmaya başladı. Sanatçı ilk başarısı 7 yaşında “Yılın En Başarılı Genç Sanatçısı” seçilerek yaşadı. 10 yaşındayken Londra Filarmoni Orkestrası’nda çalmaya başlayan Mae, London Mozart Players adlı grupla uluslararası turnelerde çalma fırsatı buldu. İlk solo turnesine 12 yaşında çıktı ve tüm İngiltere’yi dolaşarak Tchaikovsky’nin eserlerini yorumladı. 13 yaşında kaydettiği Tchaikovsky ve Beethoven Keman Konçertoları ile bu eserleri yorumlayabilen en genç müzisyen ünvanını da elde etti.

The Violin Player albümünde, elektronik keman kullanarak farklı bir sound yarattı. Müzik otoriteleri, pekçok müzik türünü içinde barındıran bir techno-fusion olarak değerlendirilen Mae tarzına, olumlu eleştirilerde bulundular. Yaptığı müzik hakkındaki sorulara ise: “Beethoven ve Beatles, Mozart ve Michael Jackson, Paganini ve Prince. Ben hepsini seviyorum. Bu dünyaya bir kez geldim ve bu şansımı iyi değerlendereceğim. Dinlemekten zevk aldığım her tür müziği kemanla çalmaya çalışmaktan büyük haz duyuyorum” şeklinde cevap verdi.

Kemanıyla klasik eserlere farklı yorumlar getiren sanatçı, klasik müzik repertuarını çalmanın yanında kendi düzenlemeleri ile de boy gösterdi, ayrıca pop şarkılarına da kendi düzenlemelerini yaptı.

Albümleri:

Violin (1990)

Kids’ Classics (1991)

Tchaikovsky & Beethoven Violin Concertos (1991)

The Violin Player (1993-94)

The Alternative Record From Vanessa Mae (1996)

The Classical Album 1 (1996)

The Classical Album 2 – China Girl (1997)

Storm (1997)

Fuat Saka

Haziran 30th, 2012

1952 yılında doğan Fuat Saka, İstanbul’da resim, Fransa ve Almanya’da da müzik eğitimi aldı. İlk albümünü 1982 yılında “Yıkılır Zulmün Son Kaleleri” adıyla çıkardı. Bir yıl sonra da “Ayrılık Türküsü” albümünü piyasaya sürdü. 1980’li yıllarda uzun bir süreliğine yurt dışına çıkan sanatçı, “Kerem Gibi (Nazım Hikmet Şiirleri)” albümünü 1984 yılında çıkardı.

Sanatçı, dördüncü albümü “Sevdalı Türküler”i 1987 yılında çıkardıktan bir yıl sonra “Nebengleis (Kenardaki Ray)” albümüyle çıktı sevenlerinin karşısına. Daha sonra bu albümü 1989’da çıkardığı “Askaros”, 1991 yılında piyasaya sürdüğü “Semahlar ve Deyişler” ve 1993’de çıkardığı “Şiirce” albümü izledi. Müziğine “Lazca-caz” yakıştırması yapılan Fuat Saka, 1994 yılında çocuklar için düzenlediği “Torik Balıklar Ülkesinde” albümü müzik marketlerde  yerini aldıktan iki yıl sonra, 1996’da Demir Gökgöl’le “Arhavılı Ismail” albümünü çıkardı.

Yerli ve yabancı müzisyenler için düzenlemeler yapan Saka, Lazutlar serisinin ilki olan “Lazutlar”ı 1997 yılında sundu hayranlarına. Üretken ve kaliteli müzik yapan birkaç sanatçıdan biri olan Fuat Saka, bir yıl sonra da “Sen” albümüyle çıktı hayranlarının karşısına. Serinin ikinci albümü olan “Lazutlar II”yi 2000 yılında, “Perçem Perçem” kasetini de bir yıl aradan sonra 2001 yılında çıkardı.

Son yıllarda Türk müzikseverler tarafından çok sevilmeye başlanan sanatçı, serinin üçüncü albümü olan “Lazutlar III”ü 2002 yılında bitirdi ve piyasaya sürdü. Yaptığı müziklerle bir kültür elçisi gibi çalışan Saka, uluslararası bir çok solo konser verdi ve Almanya, Fransa, Danimarka ve Türkiye’den birçok müzisyenle çalıştı. Müzik hayatını İstanbul – Hamburg – Paris üçgeninde sürdüren sanatçının grubu Alman, Amerikalı, Gürcü ve Azerbaycanlı müzisyenlerden oluşuyor.

Tanburi Cemil Bey

Haziran 30th, 2012

Türk Musikisi’nin gelmiş geçmiş en büyük virtüozlerinden biri olan Tanburi Cemil Bey, 1873 yılında İstanbul’un Mollagüranî semtinde dünyaya geldi. Üç yaşındayken babasını kaybeden Cemil Bey, amcası Refik Bey’in himayesinde büyüdü. Çalışkan, Terbiyeli, sessiz bir çocuk olmasına rağmen musikiye düşkünlük gibi o zamana göre tehlikeli sayılan bir merakı vardı. Bu nedenle, yalnız Cuma geceleri annesinin yanında kalmak şartı ile Refik Bey’in konağına alındı. Daha o yaşlarda küçük bir tanburî olarak çevresine ünü yavaş yavaş yayılmağa başlamıştı.

Refik Bey’in evi Tanzimat döneminin getirdiği yeniliklerle doluydu. Amcasının çocukları okuldaki derslerinden başka özel hocalardan Fransızca dersleri alıyor, bir Fransız mürebbi tarafından yetiştiriliyordu. Bu eğitim şekli Cemil’in üzerine de olumlu etki yapıyor, bir yandan rüştiyeye devam ederken, bir yandan da genel kültürünü ilerletiyordu. Bu huzurlu hayat Refik Bey’in ansızın ölümü ile alt-üst olmuş, Horhor’daki konak terkedilerek Bakırköy kaymakamı olan amcazadesi Mahmud Bey’in evine taşınılmıştı. Bu arada parasal sıkıntılar da başladı.

Mahmud Bey disiplinli, geleneklere bağlı, biraz katı tabiatlı, düzenli yaşamayı seven bir adamdı. Genç Cemil’in ünü gittikçe genişliyor, hatırlı kimseler tarafından mûsikî toplantılarına çağrılıyordu Mahmud Bey yeğenini bu davetlerin çoğuna göndermiyor, pek azına da onunla birlikte gidiyordu. Öğrenimini ihmal etmemesi için dersleri ile ilgileniyor, akşamları sık sık derslerini denetliyordu. Mahmud Bey’in, bir manastır yapımına izin vermediği için, belediye başkanı ile arası açılmış, Bakırköy’den Kartal kaymakamlığına tayin edilmişti. Böylece Cemil Bey iki yıl daha Kartal’da yaşayarak on yedi yaşına kadar Mahmud Bey’in himayesinde kaldı. Onun Humus kaymakamlığına atanması sonucu, annesi Zihniyar Hanım’ın Taşkasap’taki evine döndü. İçkiye bu yıllarda başlamışsa da buna engel olunabilecek bir yol bulunamadı.

Orta öğrenimini tamamladıktan sonra Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne (Mülkiye’ye) kaydoldu. İki yıl devam etmesine rağmen yarıda bıraktı. Burada Mustafa Nezih Albayrak ve Tanburî Ali Efendi’nin oğlu Aziz Mahmud Bey’le sınıf arkadaşıydı. Hariciye Nezareti’nde “Hariciye Umûr-i Şehbenderiye Kalemi”nde memuriyet hayatına atıldı. Uzun yıllar burada çalışmasına rağmen bu memuriyeti benimseyememiş, hariciyeciliği bir meslek olarak kabul edememişti. 1908’de Meşrutiyetin ilânından sonra yapılan kadro kısıtlaması sırasında, Dr. Hamid Hüsnü Bey’in aracılığı ile, Hariciye Umûr-i Şehbenderiye müdürü İsmail Hakkı Bey’i ikna ederek sekiz yüz elli altın lira tazminat aldı, kadro dışında kalarak görevinden ayrıldı.

Annesinin ve yakınlarının ısrarlı isteği üzerine 1901 yılın da, Defter-i Hakanî müdürlüğünden Nazif Bey’in kızı Şerife Saide Hanım’la evlerıdi. Şerife Hanım’ın annesi Eflaknur Hanım da, Cemil Bey’in annesi Şehniyar Hanım gibi Adile Sultan’ın saraylılarındcındı. Cemil Bey evlendikten sonra Cağaloğlu Şe ref sokağında bulunan yeni bir eve taşındı. Bu iki ayrı dünyaların insanları araısında uyumlu bir evliliğin bulunmadığını Mesud Cemil’in verdiği bilgilerden anlıyoruz. Bir tarafta kendisini sanata adayan ve toplumun malı olmuş bir sanatkar, diğer taraftan bunu bir türlü kabul edemeyen, anlayamayan, kocasına tam anlamı ile âşık bir kadın vardı.Her ikisi de evliliğin kendilerine yükleyeceği bazı külfetlerin ve sorumlulukların farkında değillerdi.

1902 yılının bir kış gününde oğlu Mesud Cemil doğdu. Bundan sonra Cemil Bey’in hayatı evinden çok dostlarının çevresinde sürüp gitti. Memuriyet hayatından çekildikten sonra dostlarının yardımı, plak çalışmalarından elde ettiği gelirler ve öğrencilerinin katkılariyle geçinebildi. Cağaloğlu’ndân Sineklibakkal’a, Katip Musluhiddin mahallesine taşınmışlardı. Son yıllarında çevresinde bulunan insanlardan da uzaklaştı. Evinin bahçesi içinde bulunan “Uzletgâh” dediği ayrı bir evde yaşar olmuştu.

1914 yılında I. Dünya Savaşı başlamış, o da her Türk vatandaşı gibi askere çağrılmış bedel vermişti. Askerlik muayenesi sırasında doktor durumundan kuşkulanmış, bir başka doktora görünmesini salık vermişti. Yapılan muayene sonun da, uzun süren bir soğuk algınlığı sanılan hastalığın “Akciğer Veremi” olduğu anlaşılmıştı. Durum “Ittihat ve Terakki Partisi”nin ileri gelenlerinin kulağına kadar gitti. Mûsikîşinas bir doktor olan ve Cemil Bey’in yakın dostu Hamid Hüsnü Bey aracı edilerek bir sanatoryuma yatırılması teklif edildiyse de buna Cemil Bey razı olmadı. İsviçre’ye gönderilmesi için yapılan tavsiyeyi de kabul etmedi. Hastalık kısa sürede ilerlemiş, önce birinde iken her iki ciğere de yayılmıştı. Nihayet 1916 yılının Temmuz ayının yirmi sekizinci gününü yirmi dokuzuncu günü ne bağlayan gece yarısından sonra eşini uyandırdı:

“- Vakit geldi yirmi beş sene rindane yaşadım. Öldüğüme teessüf etmiyorum lakin sizin için bâd-ı i ızdırap oldum. Affediniz kendinize ve Mesud’a iyi bakınız. “.Diyerek hayata gözlerini yumdu. Pek az kimse ile kaldırılan cenazesi Merkezefendi mezarlığında toprağn verildi. BunIarın arasında Rauf Yekta Bey’le Columbia plak şirketinin sahiplerinden Herman ve Julius Blumenthol kardeşler de bulunmuştu. Bu mezarın yeri bugün bilinmiyor.

Hacı Arif Bey

Haziran 30th, 2012

1831 yılında İstanbul’da doğdu. Eyüp Şeri’ye Mahkemesi Başkâtibi Bekir Efendi’nin oğludur. Daha ilköğrenimi sırasında güzel sesiyle dikkati çekti. Kendisiyle önce Zekâi Dede ilgilendi ve onu besteci Eyyubî Mehmed Bey’e götürdü. Arif Bey ilk musiki zevkini, bilgisini Mehmed Bey’den aldı. Altı yaş büyüğü olan, geleceğin değerli bestecisi Zekâî Efendi, onu hocası Dede Efendi’yle tanıştırdı; musikiye karşı büyük yeteneği olduğunu Dede Efendi de görmüştü.

Arif Bey, 1844’te Mehmed Bey’in yardımıyla Bab-ı Seraskeri’ye memur olarak girdi. Bir yandan çalışıyor, bir yandan da musikiye vakit ayırıyordu. Bir süre Mehmed Bey’in Muzika-yı Hümayun’daki derslerine dışardan devam etti. Çok geçmeden sesinin güzelliğini haber alan Sultan Abdülmecid Han onu Muzika-yı Hümayun’a aldırdı. Saray’daki musiki hocası, besteci Haşim Bey’di. Haşim Bey’den çok yararlandı, ondan yüzlerce eser öğrendi. Okuyuş üslubunu da ondan aldığı söylenir.

Abdülmecid Han, Arif Bey’e Saray’da büyük yakınlık gösterdi. Onu “kurena”lık (mabeynci) rütbesine kadar yükseltti, 4. Mecidî nişanıyla ödüllendirdi. Arif Bey, haremdeki cariyelerin musiki hocalığı görevini de yürütüyordu. Bu dersler sırasında Çeşm-i Dilber adlı bir cariyeye âşık oldu. Padişahın izniyle Çeşm-i Dilber’le evlenerek Saray’dan ayrıldı. İki çocukları oldu. Ama bu evlilik yürümedi. Çeşm-i Dilber, çocuklarını Arif Bey’e bırakarak bir tüccarla evlendi. Arif Bey, “Niçin terk eyleyip gittin a zalim”, “Düşer mi şanına ey şeh-i hûban” dizeleriyle başlayan kürdilihicazkâr şarkılarını terkedilmenin acısı üzerine besteledi.

Bir süre sonra, Abdülmecid Han tarafından “serhanende” olarak yeniden Saray’a alındı, gene haremdeki musiki dersleri hocalığıyla görevlendirildi. Besteci bu kez gene bir cariyeye, Zülf-i Nigâr Hanım’a âşık oldu. Bu olay Saray’da duyulur duyulmaz, Abdülmecid Han onları evlendirdi. Zülf-i Nigâr’ın kısa bir süre sonra veremden ölmesi, besteciye yeni bir acı kaynağı oldu. “Olmaz ilaç sine-i sadpareme” ve “Kemer çehre peri rû tende cânımsın-Nigârım dilberim ruh-i revanım” şarkıları bu acının ürünleridir.

İkinci kez evlenirken de Saray’dan ayrılan besteci, yeniden Saray’a dönmek istiyordu. 1861’de Abdülmecid Han ölmüş, yerine kardeşi Abdülaziz Han tahta çıkmıştı. Arif Bey, besteci Rıfat Bey’in yönetimindeki Saray Fasıl Topluluğu’na “serhanende” olarak alındı; ayrıca gene cariyelerin musiki hocalığıyla görevlendirmişti. Onu iki kez evliliğe götüren bu görev, üçüncü kez de aynı sonucu verdi. Arif Bey bu kez Pertevniyal Valide Sultan’ın nedimelerinden Nigârnik Hanım’a âşık oldu. Musiki dersleri sırasında doğan bu ilişki de, Padişah ile Valide Sultan’ın uygun görmesiyle, evlilikle sonuçlandırıldı.

Ömrünün sonuna kadar Nigârnik Hanım’la evli kalan Arif Bey’in Saray’daki bu üçüncü görevi on yıl sürdü. Ününün artık doruğundaydı. İstanbul’un musiki çevrelerinde, konaklarda, özel meşkhanelerde yapılan musiki toplantılarında en çok aranan sanatçıydı.

1871’de tekrar Saray’dan ayrıldı. Şura-yı Devlet’te, Beykoz Aşar Müdürlüğü’nde beş yıl memur olarak çalıştı. Sultan Abdülaziz’in ölümünden sonra Muzika-yı Hümayun’da girişilen tasfiye sonucu Arif Bey de açığa alındı. V. Murad’ın üç aylık padişahlığından sonra Sultan II. Abdülhamid Han tahta çıktı. Besteci uzun bir süre işsiz kaldı, geçim derdine düştü. Zincirlikuyu’da bir çiftlik evine çekilip çevreden koptu. Bu sırada 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı (93 Harbi) patlak verdi. Arif Bey savaş yıllarını çiftlikte geçim sıkıntısı içinde geçirdi.

Savaş bittikten sonra, Osmanlı Sarayı bestecinin yokluğunu yeniden hissetmeye başladı. Arif Bey’in içinde bulunduğu durum Abdülhamid Han’a iletildi. Bunun üzerine besteci yeniden Saray’da görevlendirildi. Hacı Arif Bey’in öğrencilerinden besteci Levon Hancıyan’ın anlattığına göre, Saray’a alınışı şöyle olmuştu: İran Şahı Nasıreddin, eserlerini çok beğendiği Arif Bey’i İran Sarayı’na davet eder, Padişah’tan da besteciye izin verilmesini rica eder. Türk Musikisi’nden öteki padişahlar kadar zevk duymamakla birlikte, Arif Bey’in şarkılarını seven Abdülhamid, şaha bestecinin Saray’dan ayrıldığından haberi olmadığını söyler ve onu yeniden Saray’a aldırır. Arif Bey bu arada Şirazlı Hafız’ın bir gazelini besteleyerek, İstanbul’a gelen şaha sunar. Eseri çok beğenen şah, besteciyi bir nişanla ödüllendirir.

Muzika-yı Hümayun’da dördüncü kez görevlendirilen Arif Bey’e kolağası rütbesi verilir, ama bu ona göre küçük bir rütbedir. Arif Bey, önceki padişahlardan gördüğü ilgiyi Abdülhamid’den göremediği vehmiyle huzursuz olur. Saray’ın eski canlı havası da kaybolmuştu; siyasi durum gittikçe gerginleşmekteydi. Abdülhamid’den umduğu yakınlığı görmeyen besteci, kimi zaman Zincirlikuyu’daki eve çekilerek sade bir yaşayışın verebileceği mutluluğu aradı, kimi zaman da Padişah’la çatışmayı göze alan davranışlarda bulundu.

Abdülhamid’in “Şu şarkıyı oku”, diye verdiği bir emre karşı, mabeynciye, “Ben onun babasından çok saygı gördüm.” Bana, “Şu şarkıyı oku” diye emir veremez. Sanatta padişah iradesi geçerli değildir. Cevabını vermesi üzerine, Saray’da hapsedildi. Elli gün sonra, nihavent makamındaki “Ahteri düşkün garibim, âşık-ı avareyim” şarkısını besteledi. İlk dizedeki “yıldız” anlamına gelen Farsça “ahter” kelimesi “talii düşkün” biçimine dönüştürülerek şarkı Abdülhümid Han’ın huzurunda okundu. Eseri çok beğenen padişah, besteciyi bağışladı.

Arif Bey ölünceye kadar Muzika-yı Hümayun’daki derslerine devam etti. 1885 İstanbul’da öldü. Yahya Efendi Dergâhı mezarlığına gömüldü.

Hacı Arif Bey Türk Musiki’sinin en büyük bestecilerinden biridir. Klasik dönem bestecilerinin pek kullanmadıkları şarkı formuna yepyeni bir kimlik kazandırmış, bir şarkı bestecisi olarak yeni bir çığır açmıştır. Arif Bey’den sonra “şarkı”, bestecilerin en çok işledikleri form olmuştur. Arif Bey klasik formlarda birkaç eser besteledikten sonra başarılı olamadığını görerek doğrudan doğruya şarkı besteciliğine yönelmiştir.

Eski şarkılar arasında, şarkı formuna ya da formun farklı türlerine örnek gösterilebilecek kuruluşta eserlerin sayısı az değildi, ama şarkı formlarının kesin kurallara bağlanması ilk kez Arif Bey’in eserleriyle gerçekleşebilmiştir. Arif Bey kendisinden sonraki şarkı bestecilerini bu yolda etkilemiş, böylece şarkı kesin biçimini almıştır.

Hacı Arif Bey hiçbir zaman tekdüzeliğe düşmez; hemen her şarkısına yeni bir renk katmasını bilir, kullandığı makamın o zaman kadar işlenmemiş bir yönünü yakalar. Sekiz zamanlı üç vuruşlu “müsemmen” usulü onun buluşudur. Türk Aksağı’nı çok başarılı bir biçimde kullanır. Şarkılarında beste ile güfte tam bir bütünlük içindedir. Kürdilihicazkâr makamını da Arif Bey oluşturmuştur.

Hacı Arif Bey bütünüyle Türk Musikisi’nin sözlü öğrenim geleneği içinde yetişmiş bir besteciydi. Nota bilmiyordu, herhangi bir saz da çalmazdı. Ama çok güçlü bir hafızası vardı, bini aşkın eser ezberindeydi. Çok iyi bir okuyucuydu. Şevki Bey, Levon Hancıyan, Zati Arca gibi öğrenciler yetiştirdi. Arif Bey Mecmua-i Arifi adlı bir de güfte derlemesi yayınladı; bu derlemede sanatçının kendi şarkıları da vardır.

Bine yakın eser bestelediği söylenir, ancak 337 parçası notalarıyla günümüze kalmıştır. Bunun 327’si şarkı, 10’u öteki formlardaki eserlerdir. Bu 10 eserin de altısı ilahi, biri tevşih, biri durak, biri beste, biri de yürük semaidir.

Prof. Dr.Ahmet Adnan Saygun

Haziran 30th, 2012

7 Eylül 1907’de İzmir’de doğdu. İzmir İttihat ve Terakki İdadisi’ndeyken, okulun müzik öğretmeni İsmail Zühtü Bey’in kurduğu dört sesli koroya katıldı. Onun önerisiyle Rossati adında bir öğretmenden piyano dersi aldı. Sonra Macar Tevfik Bey’in öğrencisi oldu. Okulu bitirince, üniversiteye girmeyerek kendini tümüyle müziğe verdi. 1923 sonlarında, o yıl İzmir’e yerleşen Hüseyin Saadettin (Arel) Bey’den iki ay kadar armoni dersi aldı. Daha sonra kendi kendine armoni bilgisini ilerletti ve kontrpuan çalıştı. 1926’da Ankara Musiki Muallim Mektebi’nde verdiği bir sınavdan sonra İzmir Lisesi’nde müzik öğretmenliği yaptı.

1928’de açılan sınavı kazanarak müzik öğrenimi görmek üzere, devlet bursuyla Paris’e gönderildi. Ünlü müzik okulu Schola Cantorum’da Vincent d’Indy, Eugene Borrel, Bouberbielle, Amedee Gastoue gibi öğretmenlerin derslerini izledi. 1931’de Türkiye’ye dönünce Ankara Musiki Muallim Mektebi’nde kontrpuan öğretmenliğine atandı. 1934’te kısa bir süre Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nı yönetti. 1936’da İstanbul Belediye Konservatuarı’na (İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı) öğretmen atandı. Aynı yıl Türkiye’ye gelen Bela Bakto’un Anadolu gezisine katıldı. 1939’da Cumhuriyet Halk Partisi’nin müzik danışmanlığına ve Halkevlerinin müzik müfettişliğine getirildi. 1940’ta birkaç arkadaşıyla birlikte “Ses ve Tel Birliği” adlı bir dernek kurdu. Bu dernek Batı müziğini çeşitli dönemlerine ait kor yapıtlarının seslendirildiği birçok konser düzenledi, müzik konusunda kitaplar ve broşürler yayımladı.

1946’da Ankara Devlet Konservatuarı’nda öğretmenliğe dönen Saygun, bir süre sonra kompozisyon bölümünün başına getirildi. 1972-78 arasında TRT Yönetim Kurul üyeliği yaptı. 1973’te İstanbul Devlet Konservatuarı’nda (Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuarı) etnomüzikoloji öğretmenliği yaptı. Uluslararası Halk Müziği Konseyi’nde yönetim kurulu üyeliği yaptı, 1971’de kendisine “devlet sanatçısı”, 1985’te “sanatçı profesör” unvanları ve 1981’de de “Atatürk Sanat Armağanı” verildi. Ahmet Adnan Saygun 6 Ocak 1991’de vefat etti.

Türk Beşleri arasında yer alan Adnan Saygun, ritm ve melodi bakımından Türk halk ve sanat müziklerinin etkilerini taşıyan yapıtlarında, zaman zaman izlenimci, zaman zaman da romantik estetiğe bağlı kaldı. Çok sayıda beste yaptı. “Özsoy” (Feridun, 1934) adlı tek perdelik operası, Cumhuriyet döneminin ilk operasıdır. “Taşbebek” (1934), “Kerem” (1947-52), “Köroğlu” (1973) ve “Gılgamış” (1962-83) öbür operalarıdır. “Yunus Emre” (1946) adlı bir oratoryo, “Bir Orman Masalı” (1939-43) adlı bir bale müziği bestelemiştir.

Cinuçen Tanrıkorur

Haziran 30th, 2012

20 Şubat 1938’de İstanbul’da doğdu. Babası Zaferşan Tanrıkorur, oğluna kendi isminin Kazan Türkçesindeki tam karşılığı olan ve “galib, muzaffer” anlamına gelen “Cinuçen” ismini koydu. Müzik eğitimine, İstanbul Belediye Konservatuarı Türk Mûsikîsi Bölümünde Münir Nurettin Selçuk’un öğrencisi olan amcası Mecdinevin Tanrıkorur’un, kendisine 2.5-3 yaşlarından itibaren meşk etmesiyle başladı. Daha ilkokul çağlarında, Sultan III. Selim’in Sûzidilârâ makamındaki yürük semâîsini okuyor, Mehmet Akif’in “Çanakkale Şehitleri”ne isimli mersiyesi ile birlikte Yahya Kemal, Mehmet Emin Yurdakul ve Nihal Atsız gibi şairlerin şiirlerini baştan aşağı ezbere okuyabiliyordu. Eyüp Mûsikî Cemiyeti başkanı bestekâr ve kemanî Mustafa Sunar’ın ud öğrencisi olan annesi sayesinde ud ile tanıştı. Kendi kendine ud çalmasını ve daha sonraları beste yapmasını öğrendi. Besteciliğe ise 14 yaşında Ferahnâk makamında oldukça parlak bir sazsemâîsi ile güftesi Fuzûlî’ye ait Şevkefzâ makamında bir şarkı besteleyerek başladı.

Cinuçen Tanrıkorur, sırasıyla İtalyan Lisesi ve Devlet Güzel Sanatlar Akademisi (MSÜ) Yüksek Mimarlık bölümünü bitirdi. Daha sonra İmar ve İskân Bakanlığı Marmara Bölge Planlama Dairesinde şehirci mimar olarak devlet hizmetine girdi ve Ankara’ya yerleşti. 1973’te TRT Ankara Radyosu TSM Şube Mdl. Görevine getirildi ve burada 1982’deki istifasına kadar programcılıktan daire başkanlığına kadar çok çeşitli görevlerde bulundu. Konya’da Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi’ne bağlı Müzik Eğitimi Bölümünü kurdu. 1989 yılında, irsî olan böbrek hastalığı dolayısıyla Kültür Bakanlığı tarafından ABD’ye gönderildi ve burada 117 eser besteledi. Ayrıca bu süre içerisinde Maryland ve Princeton üniversitelerinde örnekli iki konferans vermiş, iki büyük makale yazarak Turkish Music Quarterly dergisinde yayınlanmış, hocası Garino’nun tavsiyesine uyarak öğrendiği eski yazıyı geliştirmek için dostlarına eski harflerle sürekli mektup yazmış, dahası, ABD’li hattat Muhammed Zekeriya’dan hat dersi almıştır. Bu dönemden sonra hastalığı sürekli artan Tanrıkorur, toplam sekiz ameliyat geçirmiştir ve bunların üçü ise henüz mimarlık öğrencisiyken yakalandığı kanser sebebiyledir. Tanrıkorur, yaklaşık bir aydır yattığı hastanede iyice ilerleyen hastalığı dolayısıyla 28 Haziran 2000’de vefat etmiştir.

Batılı anlamda ilk ud metodu ile Türk mûsikîsi üzerine sayısız makalenin yazarı olan ve İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Latince ve az Arapça bilen Tanrıkorur’un yurt içinde ve dışında verilmiş pek çok tebliğ ve konferansı vardır. Bestelediği eserlerin sayısı 500 civarındadır ve bunların içinde kendi terkîbi olan Şedd-i sabâ, Zâvil-Aşîran ve Gülbûse makamlarındaki klasik fasıllar; Bayatî-Araban, Evcâra, Zâvil-Aşîran ve Nişâburek makamlarında Mevlevî Ayinleri; 63 makamlı Kâr-ı Nev’eda, Fuzûlî’nin 54 mısralı Müseddes’inden bir kâr, Yahyâ Kemal’in “Süleymaniye’de Bayram Sabahı”, “Itrî”, “Mehlika Sultan” ve “Sonbahar” gibi uzun şiirlerinden yeni formlarda eserler; “Günaydınım”, “Turnalar”, “Kiralık Konak Film Müziği” ve “Tarla Dönüşü / Köyde Sabah” gibi tanınmış eserleri, na’t, durak, şuğul ve ilahiler, klasik ve yeni formlarda saz müziği eserleri ile yurt içinde ve yurt dışında ödüllendirilmiş besteleri de vardır. Fransız radyosunca LP’si yapılan ilk klâsik Türk müziği sanatçısı olan Tanrıkorur, Tayland’dan ABD’ye, İsveç’ten S. Arabistan ve Fas’a kadar 22 ülkede davet üzerine solo ud ve ses resitalleri, konferans ve semirlerler vermiştir. Tanrıkorur’un basılmış “Biraz da Müzik” ile “Müzik Kimliğimiz Üzerine Düşünceler” adlı kitapları mevcuttur.

Tanburi Büyük Osman Bey

Haziran 30th, 2012

Tanburî Büyük Osman Bey, 1816 yılında İstanbul’da doğdu. Tanburî Numan Ağa’nın torunu, Zeki Mehmed Ağa’nın oğludur. Henüz sekiz yaşında iken Enderûn’a alındı. Osman Bey Enderûn’da bir taraftan muhtelif bilgiler, diğer taraftan da zamanın mûsikî ustalarından mûsikî ve tanbur çalmasını öğreniyordu.

Oğlunun Enderûn’a alınmasında ısrarlı olan Zeki Mehmed Ağa, tanbur öğretmedeki isteksizliğini burada da göstermiş, oğluna ders vermemiştir. Osman Bey, Enderûn’da bulunan diğer tanburîlerden istifade etmekle birlikte, sazını kendi gayreti ile ilerletti. Rifat Bey, Hâşim Bey gibi ses ustaları ile fasıllara katılıyordu. “. . . İlk zamanlarda bir hanende fakat daha ziyade iyi bir tanburî olmaya çalışan Osman Bey, babasının ölümünden sonra tamamen ve münhasıran sazı ile meşgul olmuş ve herbiri en nefis saz eserlerinden olan peşrevlerini bu zamanlarda bestelemiştir. Abdülmecid’in son senelerinde sersazende olan Osman Bey, bu vazifesini Abdülaziz zamanında da muhafaza ederek sarayda yapılan incesaz fasıllarına , tanburu ile iştirak ederdi. Mevlânâ Celâleddin Rûmî’ye karşı duyduğu muhabbet ve iştiyakın verdiği heyecanla, mevlevihânelerin hemen hemen hepsine ve bilhassa Cuma günleri Kulekapısı Mevlevihânesi’ne muntazaman devam ederdi. . “

Öğrendiği tanbura daha sonra “Kendi kabiliyet ve istidadının orijinalitesini de ilave ederek, babasının tavrına daha renkli bir tavır vermiştir. Tarihçi Ata Bey’den naklen verilen bilgilere göre çok nüktedan, güler yüzlü, zarif bir kimseymiş. Bu nedenle her mecliste aranır, sevilir ve sayılırmış. “Osman Bey hassas bir kulağa sahipmiş. Tanburun iki telinden birinde gayet hafif bir uyuşmazlık sezse derhal telin birini koparır atar ve sazını tek tel ile çalarmış.

Eserlerini değiştirenlere, nağme ilave edenlere çok kızarmış. Hattâ bir gün bir yerde, Uşşak peşrevinin teslimine geçilecek kısmı biraz değişik çalmaya kalkan bir kânuniyi dövmeye bile kalktığı rivayet olunur. “

Osman Bey 1885 yılında , uzun zamandan beri çekmekte olduğu bir göğüs hastalığından öldü;Yahya Efendi Dergâhı mezarlığına defnedildi, üç erkek bir kız çocuğu olmuştur.

Okay Temiz

Haziran 30th, 2012

1939 yılında İstanbul’da doğan sanatçı Türk müziği ile ilgili ilk tınıları musiki eğitimi almış annesi Naciye Temiz’den aldı. Yine annesinin desteği ile Ankara Klasik Müzik Devlet Konservatuarında vurmalı çalgılar ve timpani eğitimi aldı. 1955’te profesyonel müzik yaşantısına adım attı. 1957-1959 yıllarında tophane sanat enstitüsünde eğitim çalışmalarını sürdürmüş ve buradaki eğitimi sayesinde kendine has karakterleri ve tınıları olan davulunu kendisi yapmıştır.

1959-1967 yıllarında Türkiye’de Dans müziği orkestralarında çeşitli programlar ve şovlar sergiledi.

1967 yılında Ulvi Temel orkestrasına katılıp Avrupa’da büyük dans lokallerinde çalıştı. Aynı yıllarda İsveç macerası başladı. Orada doğaçlama alanında büyük etkisi olan trompetçi Maffy Falay ile tanışır ve birlikte Türk folklör melodilerindeki kıvraklık ve ritmi farklı bir platformda açığa çıkardıkları Sevda grubunu kurdular. Sonraki yıllarda Stockholm radyoları ve senfoni orkestrasına perküsyoncu olarak değişik renkler katar.

İsveçte yaşayan Amerikalı ünlü trompet ustası Don Cherry ile tanışır. Jazz’ın önde gelen bu büyük ismi ile Temiz, senelerce beraber olur festivaller, konserler ve plaklar yapar. Afrikalı Basscı Johnny Dyani’nin de gruba katılmasıyla üçlü Amerika’nın en popüler müzik okullarından biri olan New Hemsher kolejinde dersler verirler. (1971) Aynı sene Türkiye’yi de ziyaret eden grubun Ankara’da verdikleri konser Sonet plak şirketi tarafından çıkarılır.

Danimarka ve İsveç’te beraber çalıştığı Dexter Gorden, George Russel, Clark Teery gibi Jazz’ın en önemli kişilerinden edindiği tecrübeler eşsizdir.

Bir yıl sonra Temiz, albümünü güçlü basçı Dyani ve Güney Afrikalı trampetçi Mongezi Feza ile birlikte Xaba grubunu oluşturdular. Xaba grubu Temiz’in en önemli çalışmalarının başında gelir. Yapmış oldukları üç plak Sonet plak şirketi tarafından Skandinavya, Amerika ve İngiltere’de basılarak, bu çok özel grubun kısa bir sürede tanınması ve Jazz tarihinde ilgi ve saygı görmesi önemlidir. Avangart jazz olarak tanımlayacağımız bir sitilin çok değişik bir modelidir.

1974 yılında kurduğu İsveç Türk caz grubu Oriental Wind ile keman, saksafon, fülüt, klarnet, bas ve piano gibi batı kökenli enstrümanların yanı sıra zurna, ney, kaval, ud, saz, gayda ve sipsi gibi Türk enstrümanlarını bir araya getirerek ilginç bir senteze ulaştı. Bir dönem annesi Naciye Temiz de grubun içine katıldı ve İsveç’te bazı konserlere eşlik etti.

Oriental Wind grubunun ilk kurucuları piyanist Bobo Stensson, Bass’cı Palle Danielson, saksafoncu Lennart Aberg, Gayda ve Neyde Hacı Tekbilek gibi ünlü müzisyenler idi

Temiz 1990 yılına kadar İsveç’teki kültürel çalışmalarını sürdürdü. Makam müziğini jazz’a uygulama amaçlı çalışmaları sırasında Türkiye’den pek çok müzisyeni keşfedip onları dünya standartlarına taşıdı. Avrupa, Hindistan ve Amerika turları, konserler, albüm çalışmaları, seminerler birbirlerini takip etti.

Fis Fis Tziganes adlı albümü fransa’da 3000 albüm içinde ilk 3 sıraya girdi. (1991)

Türkiye’de gerçekleştirdiği Green Wave albümü World Music DJ’lerinin her sene gerçekleştirdikleri ilk on içerisinde yer aldı.(1992)

Temiz 1993 yılından sonra çalışmalarını Finlandiya’da sürdürdü ve orada kendisini ve çalışmalarını çok farklı boyutta etkileyen eşi Anna Temiz’le beraber oğlu Tomi’nin hayatına girişi gerçekleşti.

Aynı yıllarda Finlandiya’da Magnetic Band isimli albümü kaydetti. Jazz’ın doğaçlama ruhunu Afrika, Güney Amerika ritmi ile renklendirip geleneksel Türk ezgileri ile birlikte yorumlayan bir albüm çalışması oldu. Bu çalışma Yunanistan’da CD olarak basıldı. Ayın albümü seçildi ve aynı sene plak Down Beat isimli jazz dergisinde beş yıldız aldı.

Okay Temiz 30 senelik Scandinavia’daki aktivitelerini İsveç Kültür Bakanlığı desteğiyle tüm dünyaya İsveç üzerinden dünya müzisyenleriyle ortak çalışmalar yaparak yaydı. Türk motiflerinin jazzcılar tarafından keşfedilmemiş örneklerini büyük bir heyecan ve ilgiyle jazz ailesinin tınılarına katmak için ciddi bir çalışma içerisine girmişlerdir. Elde edilen bu tarz Scandinavia’da kısa sürede kendini kabul ettirip Avrupa turnelerindeki festivaller, plak çalışmaları, kültürel konserlerle 1998 yılına kadar gelmiştir. Tüm bu çalışmaları Türkiye’den dünyaya yaymak ve daha çok Türk müzisyeni ile beraber olmak amacıyla 1998 yılında uzun süreli kalamadığı Türkiye’ye Kültür Bakanlığının desteği ile yerleşti ve buradaki çalışmalarına başlamıştır.

Bitmek bilmeyen enerjisi ve sürekli kendini aşma tutkusuyla edinmiş olduğu tecrübeleri peş peşe yeni projeler için devreye sokar. Bunlar arasında Kültür Bakanlığı ve Banvit sponsorluğunda, İzmir Devlet Senfoni Orkestrası ile kaydettiği Kendi bestelerinden oluşan “Kuzeyden Güneye Yansımalar” adlı albüm, T.C. 75.yıl anısına “Kutlama” isimli CD ve Banvit firmasının 30. yıldönümü anısına “Yaşamın Ritmi” CD çalışması yer almaktadır.

Okay Temiz’in Başarı Elektronik’in 2000 yılı kültür etkinlikleri kapsamında tanıtım amaçlı 5 Cd’si hazırlanmıştır.

Selanik, Atina, Barselona, Budabeşte, Zürih, Ljubliana, Amsterdam, Roterdam, Lahey, Lizbon gibi Avrupa’nın önemli sanat merkezlerinde Türk ve dünya ritimleri tanıtım programları, seminerleri düzenlemiştir. Ayrıca Kültür Bakanlığı Türk Müziği topluluğunda kadrolu sanatçısı olarak İstanbul, Ankara ve İzmir’de çeşitli konserler verdi.

Okay Temiz yıllar boyunca topladığı ve yaptığı bir çok farklı enstrüman dahil tüm vurmalı çalgıları kendine özgü bir biçimde yorumlamakta ve en basit ritimleri bile çarpıcı bir anlatıma dönüştürebilmektedir.

Okay Temiz Avrupa, Amerika ve Hindistan’da yaklaşık 3300 konser verdi ve 350 festivale katıldı. Afrika’nın, Güney Amerika’nın ve Hindistan’ın ritimlerini en iyi çalanlarıyla tanışıp görerek, dinleyerek, beraber çalarak ve onların çaldıkları aletleri quicca, berimbau, parmak piyano, konuşan davulu yapabilmesini ve çalabilmesini öğrenmiştir. Kendi el yapımı olan bakır davullar, “Elektrikli Sihirli Piramiti”, deve ve koyun çanlarında yaptığı “Artemiz” isimli metal aleti de içeren geniş bir etnik ve elektronik çalgılar koleksiyonu var.

Yanni

Haziran 30th, 2012

New Age müziği denilince akla gelen isimlerin başında yer alan Yanni Chrysomallis, 14 Kasım 1954’te Yunanistan’da doğmuştur. Küçük yaşlarda dinleyerek büyüdüğü Beethoven, Mozart, Chopin, Stravinsky, Debussy gibi klasik müzik bestecilerinin etkisinde kalan Yanni ileriki yaşlarında yaptığı bestelerinde, gene kendi deyişiyle “Müziklerinde tek bir kelime dahi etmeden insanlarla iletişim kurmayı başarabilen bu müzisyenler”in yapabildiğini başarmayı amaçlamıştır. Ona göre, bir sözün vermek istediği mesaj en iyi şekilde, harflerin birleşmesinden çıkan anlamdan ziyade, sesler, ritm ve melodiyle ortaya konabilir. Yanni’nin müzikal kariyerinin gelişimi de hayli ilginçtir. Üniversitede Psikoloji bölümününü bitirdikten sonra çalışmaya başladığı şirkette geçen bir günün ardından, işini bırakan ve çocukluğundan beri ilgi duyduğu alana, müziğe, yönelen Yanni, bu dönemden itibaren kimi zaman kendi kurduğu, kimi zaman da sonradan katıldığı müzik gruplarıyla bir süre elektronik ve rock müzikle uğraşmıştır. Ardından kişisel olarak yöneldiği New Age alanında, zaman içinde ürettiği enstrumantal müziklerle, dünya çapında tanınan ve sevilen bir müzisyen olmayı başarmıştır. Yanni’nin müzisyen ve besteci kimliğiyle ilgili enteresan ve şaşırtıcı olan bir başka noktaysa, profesyonel üretimlerine rağmen müzikal anlamda nota ve solfej yazma/okuma bilgisinin olmamasıdır. Gençliğinde geliştirdiği, kendi üretimi olan notasyon sistemiyle, ürettiği melodileri kağıda döken Yanni, bu işaretlerden yararlanarak yaratılarını klavye, piyano ve synthesizer gibi enstrümanlar vasıtasıyla çalmaktadır.

Özdemir Erdoğan

Haziran 30th, 2012

Özdemir Erdoğan 17 Haziran 1940 tarihinde İstanbul’da dünyaya geldi. Annesi batı klasik müziği piyanisti ve dayısı keman ve piyano çalan klasik müzik sanatçısıydı. İlk eğitim bu küçük yaşlardan itibaren bu kanallarla alınmıştır.

1940 – 50 arası yıllarının kendine özgü koşulları Özdemir Erdoğan’ın resmi bir sanat eğitimi almasını engelleyen önemli faktörlerden biridir. Diğer bir hususta, baba tarafının yine o tarihlerin koşullanmalarıyla mutlak bir temel eğitimi öngörmesi. 15-16 yaşına kadar süren bu eğitim sürecinde Özdemir Erdoğan’ın sanatsal konulara daha yatkın belirlenmiş ve bu durum okullardaki öğretmenlerce de desteklenmiştir.

Özdemir Erdoğan 1960 yılında ticaret lisesinden mezun oldu ve askerliğini yedek subay öğretmen olarak Adıyaman, Besni Araplar köyünde başöğretmen olarak tamamladı. Bu arada yedek subay eğitimi gördüğü Denizli’de bass’çı Eray Turgay ile tanıştı ve onun teşvik ve tavsiyeleri ile jazz sever bir ortamla ve jazz müziği ile tanışıp kaynaştı. Arif Mardin, İsmet Sıral, Emin Fındıkoğlu, Süheyl Denizci, Nejat Cendeli, Erol Pekcan akla gelen ilk isimlerdendir. 1962 – 64 yılları arasında dünyanın tanınmış gitar hocalarından Andreas’tan klasik gitar dersleri aldı daha sonra İsmet Sıral orkestrası ile kuzey ülkeleri ve daha çok İsveç’te profesyonel müzik kariyerini geliştirdi ve dünya jazzcılarıyla tanışma ve çalışma fırsatını bulmudu.

Eylül 1968 yılında İsmet Sıral orkestrasının dağılmasından sonra bu orkestranın ağırlıklı üyelerinden oluşan ilk profesyonel orkestrasını 14 Ekim 1968 yılında kurdu. Bu orkestrada yer alan üyeler arasında bass’çı Günnur Perin, piyanist Ayhan Yünkuş, 5 yıl önce 10 yıl sonra gurubundan Atakan Ünüvar (tenor sax, flüt), Fatih Erkoç (trambon ve flüt), Uğur Dikmen klavyeli çalgılar daha sonra aranjör ve bass’çı Onno Tunç akla gelen ilk isimlerdendir. Özdemir Erdoğan 1968 yılının en iyi gitaristi ödülünü aldıktan sonra 1969 yılındaki çalışmalar sonucu ilk altın plak ödülü geldi. “Duyduk duymadık demeyin.” Daha sonra 1971 – 72 yıllarında çeşitli uluslar arası ödüller geldi 1972 Atina Olimpia ve İskenderiye festivallerine iştirak etti, 1973’te sanatçının hazırladığı jazz LP si Amerika’nın sesi (Voice of America) jazz saatinde dünyanın en büyük jazz otoritelerinden Willies Connover tarafından dikkate değer bir çalışma değerlendirmesiyle çeşitli kereler yayınlandı.


Çağdaş insan; müzik eserinin üzerindeki giysiler, ne kadar yöresel, geleneksel ve hatta hırpani olursa olsun içindekinin evrensel boyutlarını düşünebilen insandır.

1974’ten itibaren sanatçı Özdemir Erdoğan Türk Müziği, Türk Halk Müziği ve diğer etnik müziklerle ilgili çalışmalara başladı, o günlerin tek yayın organı TRT ve bu kurumun en önemli müzik otoritelerinden Nida Tüfekçi’nin teşviklerini gördü, TRT yayın yönetmenliğindeki katı (İktisas) maddesine rağmen sanatçının Halk Müziği tarzındaki “Gurbet” adlı bestesi ve Aşık Veysel Şatıroğlu’ndan alınan “Uzun ince bir yoldayım” düzenlemesi TRT repertuarına giren türlerinin ilk örnekleridir.

1975 yılı sanatçının bestecilik yıllarının başlangıcıdır. 1976 “Canım senle olmak istiyor” albümü Milliyet gazetesince yılın albümü seçildi. 1977’den itibaren Türk Müziği çalışmaları daha ağırlık kazandı. 1979’da TRT hafif müziği ödülü geldi 1984’de sanatçı kendine ait bir plak şirketi kurdu. Bu şirketi kurmaktaki amaç müziği sadece ticari endişelerle kullanan şirketlere örnek olabilecek çalışmalarla ufuklarını açmak ve müzik sanatımızın daha ileriye gitmesine vesile olmaktır.

1984 yılında plakçıların arabeskten başka bir şey satmaz dedikleri bir ortamda “Bahar şarkıları” ve “Aşkımız şarkılarda yaşasın” kasetleriyle büyük ilgi gören sanatçı müziğimizde yeni bir kulvar açtı. 1990 yılında TRT Altın Anten yarışmasında birincilik ödülü, 1991 yılında Amerika Birleşik Devletleri, Hollanda, Almanya, İsviçre ve Fransa’da çeşitli festivallerde Özdemir Erdoğan sentezi ile başarılı çalışmalar yapılmış konserler, konferanslar ve çeşitli panellerde kültür ve sanatımıza mütevazi hizmetler yapılmaya çalışıldı.

1994 yılında; Türk Müziği öldü, ticari niteliğini kaybetti denilen bir ortamda “Türk Müziği Yorumları” ve 1996’da Halk Müziği öldü denilen bir ortamda “Türk Halk Müziği Yorumları” kaset ve CD lerini çıkartarak gençliğin kendi kültür değerlerinin farkına varması ve diğer plak şirketleri ve sanatçıların bu yolda çalışmalara özendirilmesi işlevi yerine getirildi. Yukarıda bahsi geçen her iki kasetin 1997 itibariyle tirajları 100.000 kaset ve 250 CD’nin üzerindedir. Bu trajı yakalayabilmek için klip çalışması ve promosyon yapılmamış, başta medya olmak üzere hiçbir merciden yardım talep edilmemiş ve alınmamıştır. Özdemir Erdoğan’a Aralık 1998’de T.C. Devlet Sanatçısı ünvanı verildi.

Johann Sebastian Bach

Haziran 30th, 2012

Müzik dünyasında Bach hanedanının fertleri arasında ondördü Jena, Anstadt, Ohrduf, Magdeburg, Mülhausen, Weimar ve Lahm’da org çalarak hayatlarını kazanmışlardı. Onikisi korolarda şarkı söyleyerek, ya da koro şefliği yaparak geçiniyordu. Biri Andstadt’ta Kont Ludwig Gunther’in aylıklı saray müzikçisiydi. Öteki Eisenach’da Saxe Dükünün sarayında müzikçiydi.

Bir başkası Meiningen’de Dükün müzikçisi olmuştu. Dördüncüsü Hohenlohe Kontunun yanında çalışıyordu. Biri de Weimar Dükünün Kilise Koro şefiydi. Bach ailesinin en aşağı on üyesi koro eserleri, prelütler,şarkılar, ilahiler, süitler, fügler ve konçertolar besteleyerek müzik tarihlerinde kendilerinden söz ettirmişlerdi. İkisi ünlü birer obua’cıydı, üçü güzel viyola çalıyordu, ikisi de birer keman ustasıydı. Birkaç nesil boyunca, Almanya’nın bir çok bölgelerindeki ünlü müzikçilerin Bach soyadını taşıdıkları bilinmektedir.

Barok müziği denildiği zaman, hiç kuşkusuz akla ilk gelen isimlerden birisi Johann Sebastian Bach, 21 Mart 1685’de Almanya’nın Eisenach adlı küçük bir kasabasında doğdu ve yaşamının büyük bölümünü, aynı zamanda öldüğü kent de olan Leipzig’de geçirdi. Aile soyundakilerinin tümünün müzik içgüdüsü, sanat sevgisi ve müzik yaratıcılığı hep onda toplanmıştı. 25 yaşına kadar, ailesinin katkılarıyla beraber, kendi ilgi ve çabasıyla sürdürdüğü müzik çalışmalarını, bu yaşından sonra girdiği Lueneburg Michaelis Schule für Musik’te sürdürdü. Burada üstün yeteneğiyle dikkati çekti ve kısa süre sonra bu okuldan ayrılıp Hamburg’a gitti, orada çeşitli orkestralarda org ve harpsichord sanatçısı olarak çalıştı. Aynı yıllarda, saray orkestrasında kemancı olarak da bulundu(1703). Zamanın ünlü klavye ustası Buxtehude’nin öğrencisi oldu(1705).

Daha sonra, saray orkestrası orgçuluğu(1708), saray orkestrası yöneticiliği(1714-1717) yaptı. 1723 yılında Leipzig Thomas Kilisesi’ne kantor ve Leipzig Ünivesitesi Müzik Bölümü Başkanlığına getirildi ve ömrünün sonuna kadar bu görevi sürdürdü. Tüm bu yıllar içinde günde en az 30-35 sayfa müzik yazdığı bilinmektedir. Johann Sebastian Bach, ömrünün sonlarına doğru geçirdiği bir hastalık yüzünden kör olmuş, bu onu tanrıya daha çok bağlamış ve en güzel dini öğeler içeren yapıtlarını ömrünün bu son dönemlerinde vermiştir. Johann Sebastian Bach, birçok şekillerde yüzlerce eser verdi ama bunların bir kısmını kendi yakmış, bir kısmı da kaybolmuştur. Buna rağmen günümüze kadar sayısız eseri ulaşmıştır. Bunların içinde en ünlüsü Brandenburg Konçertoları’dır. J.S. Bach’ın müziğinde inanılmaz bir zeka ve akıl görürüz. Eski dini müziklerden, zamanın popüler armonik müziğine kadar, çoğu zaman bunların senteziyle, hatta kontrpunta çeşitlemeleriyle Bach’ın müziği apayrı bir dünyadır. Barok dönemi izleyen klasik dönemin ortaya çıkmasında hiç kuşkusuz en önemli isim Johann Sebastian Bach’tır. Johann Sebastian Bach, “Müzikte tek gaye Tanrıyı hoşnut etmek olmalıdır. Dinine gerçekten bağlı herhangi bir kimse, çok çalışırsa en az benim kadar başarılı olabilir” demiştir.

Bach, Tanrıya gerçekten bağlanan kimselerin çok çalışmaları gerektiğine de inanmıştı. “İnsan yeryüzündeyken çok çalışmazsa, öbür dünyada Tanrının huzuruna çıkamaz” diye düşünüyordu. Ona göre hayat, uzun ve amansız bir mücadeleden ibaretti. Çok çalışmak, ağır yükü yerden kaldırıp omuzlara yerleştirmek ve Tanrının Kutsal evine bununla beraber gitmek demekti. Hayat, sadece uzun ve çetin bir mücadeleydi.

Bach’ın öğrencilerinden biri, ustanın mezarı başında bir arkadaşına şöyle demişti : “Biliyor musun, bizim ihtiyar o kadar alçak gönüllü idi ki dehasının kıymetinden bile haberi yoktu. Dünyanın onu tanıyıp değerini anlaması için aradan belki de yüzyılların geçmesi gerekecek.” Gerçekten de öyle oldu…

Antonio Lucio Vivaldi

Haziran 30th, 2012

Antonio Lucio Vivaldi, barok* çağının en büyük kemancı ve bestecilerinden biri, 4 Mart 1678’de Venedik’te doğdu. Babası St. Mark kilisesinin orkestrasında çalan usta bir kemancıydı. Vivaldi henüz kendi eserleriyle ün kazanmadan önce babasıyla birlikte ikili keman konserleri verdi ve bu konserler tanınmasında da büyük ölçüde etkili oldu. Bir papaz eğitimi alan Antonio Vivaldi 1703 yılında resmen papazlık görevine atandı. Ama aynı yıl başka bir işe daha girdi. Ospedale della Pietà adındaki bir kızlar yetimhanede keman öğretmeni oldu. Buradaki görevi yetim ya da sakat kızlara keman çalmayı öğretmek ve onlara konserlerde seslendirmeleri için her ay iki konçerto yazmaktı. Venedik’teki yetimhanede verilen bu konserler bir süre sonra bir gün konseri veren kızlarla tanışmak üzere katıldığı bir yemekten sonra, ayrılırken “bu çirkin kızların tümüne aşık” olduğunu yazar. Bir süre sonra kent seçkinleri de kızlarını bu aynı yetimhane okuluna göndermeye başladılar. Vivaldi daha sonraki yaşamının hemen hemen tümünü burada geçirdi. Ne var ki operaya olan ilgisi onu sık sık Venedik’ten uzaklaştırıyordu. 1710 yılında opera yazmaya başlayan Vivaldi bundan sonra kendini özellikle opera yazmaya verdi. Bilinen 49 operasından 22’si saklanıp bugüne kadar gelmiştir. Opera, her ne kadar Vivaldi için önemli olsa da, bugün Vivaldi’nin önemi bestelediği keman eserleri yatar. Çok usta bir çalgıcı olan Vivaldi’nin keman çalışını izlemiş olan Alman gezgin Johann Friedrich Armand von Uffenbach onun için “kimse bugüne kadar böyle çalmadı ve bundan sonra da çalamaz” diyordu. Yolculukları yüzünden Pieta’dan ayrılan Vivaldi, bu zamanlarda bile yetimhane için konçerto yazmayı bırakmadı. Yaklaşık 230’u keman için olmak üzere, 450 konçerto yazmıştır. Vivaldi operalarını sahneletmek üzere gitmiş olduğu Viyana’da 27 Temmuz 1741 yılında öldü. Bundan sonra bütünüyle unutulmuş görünen Vivaldi’nin adı yüzyılımıza dek pek tanınmadı. Ancak 1920’den sonra yapılan araştırmalar sonucunda Vivaldi’nin yüzlerce eseri gün ışığına çıkmaya başladı. Ve 1960’lara gelindiğinde Vivaldi özellikle “Dört Mevsim”i ile dünyanın en büyük bestecilerinden biri olarak kabul edilmeye başlandı.

Orhan Gencebay

Haziran 30th, 2012

4 Ağustos 1944 yılında Samsun’da doğan Gencebay, müzik hayatına altı yaşında iken klasik bati müzikçisi Emin Tarakçı Hoca’dan keman ve mandolin dersleri alarak başladı. Bir sene sonra yedi yaşında iken, kemandan sonra bağlama ile tanıştı. 12 yaşına geldiğinde ise diğer enstrümanlarla beraber tamburu da başarılı bir şekilde çalıyordu artık. Konservatuar sınavlarına giren sanatçı, sınavları kazandı ancak fazla devam etmedi ve ayrıldı.

Ardından 20 yaşında, Ankara’ya gelerek Ankara Radyosu sınavlarına da girdi ve bu sınavları da kazandı. Fakat bu sınavdan sonra usulsüzlük yapıldı diye radyodan ayrıldı. İki yıl sonra İstanbul Radyosu’nun sınavlarına girdi ve bu sınavları da kazandı. 10 ay TRT’deki görevine devam etti ve kendi isteğiyle ayrıldı.

TRT’den ayrıldıktan sonra babasının da işlerinin bozulması üzerine yeniden Samsun’a dönen Gencebay, çalışmalarını bu kez İstanbul Plakçılar Çarşısı’nda yoğunlaştırdı. Söz yazarı, besteci, yorumcu, bağlama sanatçısı olarak zirveye doğru uzanan basamakları bir bir çıkmaya başladı. Başarılı sanatçı henüz şarkıcı olarak tanınmadan önce de bir çok bestesiyle şöhret oldu. “Sevemedim Kara Gözlüm “, “Koca Dünya”, “Sabır Taşı” adlı besteleri, besteci Orhan Gencebay’ın tanınmasına yetmişti. Hatta “Sevemedim Kar Gözlüm ” adlı bestesi rekor kırdı ve 45 sanatçı tarafından plak yapıldı.

Gencebay, ses sanatçısı olarak adını ilk kez “Başa Gelen Çekilirmiş” adlı 45’lik plağı ile duyurdu ve hemen ardından “Derdim Dünyadan Büyük” adlı plağı geldi. 1969 yılında “Bir Teselli Ver”‘in satışını katlayarak kırdığı rekor nedeniyle çalıştığı plak şirketi tarafından “Altın Taç” ile ödüllendirildi. 1978 yılında yaptığı “Yarabbim” adlı plağı yurt içinde ve dışında yaptığı satışlarla rekor kırdı.

1971 yılında İstanbul Plak’a ortak oldu ve ilk plaklarının büyük çoğunluğu bu firmadan çıktı. Sanatçı, daha sonra Yaşar Kekeva ile ortak olarak Kervan Plak şirketini kurdu ve kardeşi Burhan Gencebay ile birlikte çalışmalarını burada sürdürmeye başladı. Yaşar Kekeva, Kervan Plak’tan ayrılıp kendi adını verdiği plak şirketini kurunca, Orhan Gencebay çalışmalarını kardeşinin ortaklığıyla Kervan Plak’ta sürdürmeye başladı.

1000’e yakın bestesi bulunan ve 400’ünü kendi sesiyle seslendiren sanatçı, 35 tane Yeşilçam filminde rol aldı. Orhan Gencebay’ın ilk evliliğini yaptığı Azize Gencebay’dan Altan adında bir oğlu dünyaya geldi. Ancak daha sonra Azize Gencebay’dan boşanan sanatçı, 1974 yılından beri Sevim Emre’yle birlikte hayatını sürdürüyor.

Wolfgang Amadeus Mozart

Haziran 30th, 2012

27 Ocak 1756’da Avusturya’da Salzburg şehrinde doğdu. Babası Leopold Mozart, Salzburg Başpiskoposluğu Saray Orkestrası’nda keman çalan, bir çok besteler ve keman için bir metod yazan bir müzikçiydi. Oğlu Wolfgang üç yaşına geldiği zaman kendisinden beş yaş büyük olan kızkardeşi Maria Anna (Nannerl)’ın çaldığı klavsen parçalarını belleğine yerleştirip kendi kendine çalmaya başlayınca ondaki mucizevi özelliği farketti, hele bir gün minik Wolfgang’ın eline geçirdiği bir nota kağıdına daha kullanmayı bile beceremediği kocaman tüy kalemle konçerto çiziktirdiğini görünce, ona ciddi olarak klavsen dersleri vermeye başladı.

Gerçekten de Wolfgang’ın iyi bir müzikçi olmak için doğuştan olağanüstü özellikleri vardı; kulağı bir kemanda bir notanın sekizde bir kadar akort düşüklüğünü farkedecek derecede hassastı ve çirkin seslere, gürültülere karşı tepkisi ise baygınlık geçirecek ölçüde şiddetlenebiliyordu.

Zaman geçtikçe Mozart’ın müzik yanında aritmetik ve resime de yeteneği olduğu ortaya çıkıyordu. Çevrede bu harika çocuğa karşı ilginin artması üzerine, babası bu erken doğan güneşten faydalanmak, çocuklarının sayesinde para ve şöhret sağlayabilmek için, oğlunu ve kızını yanına alarak Avrupa kentlerini dolaşmaya, konserler vermeye başladı. Wolfgang klavsen, keman ve org çalmadaki ustalığıyla, her şeyden fazla doğaçtan çalışlarıyla dinleyicilerini hayrette bırakıyordu. Müzik aletlerini çalmakta gösterdiği kolaylığa denk bir kolaylıkla beste de yapmaya başladı. Beş yaşında menuet, yedi yaşında konçerto ve sekiz yaşında senfoni meydana getirdi.

“Mozart müzik sanatında ulaşılmazlığın simgesidir. Şiirde Shakespear’in olduğu gibi. Onun sanat evreninde belirişi açıklanması olanaksız bir mucizedir.”

J.W.Goethe

Yaşamının ilk oniki yılında babası ve kızkardeşi ile birlikte konserler vererek boydan boya dolaştığı Avrupa’da geçtikleri her kentte hayranlık ve ilgi topladı, saraylarda krallar ve kraliçeler önünde çaldı. Soylular, her defasında yeni bir eserle ortaya çıkan harika çocuk Wolfgang’ı dinlemek için yarıştılar, çağın ünlü ressamları Mozart’ların portre ve resimlerini yaptılar.

O günlerde Wolfgang’ı dinleyen ünlü düşünürler Voltaire ve Goethe, bu küçük çocuğun bir gün sanatının en büyük ustaları arasına katılacağından emin olduklarını söylediler.

Ondört yaşında iken, ilk opera eseri “Lucia Silla” Milano’da çalındığı zaman Mozart kendini opera sahnelerine de, üstelik operanın vatanı İtalya’da, kabul ettirmiş bulunuyordu. Papa tarafından kabul edilerek ona, o güne kadar sadece büyük ustalara layık görülen “Altın Mahmuz” nişanı ve şövalyelik beratı verildi.

Mozart, bilinci salt şarkı ve müzikten oluştuğu için kendisini o günlerdeki bu ihtişamlı olayların cazibesine kaptırmadı; sadece besteleri ile uğraştı, bu uğraşını durmadan inatla, ısrarla yürüttü.

Yirmibeş yaşına kadar rahat ve huzur görmeden o kentten bu kente dolaştı, han köşelerinde barındı, bazen yiyeceksiz kaldı, kar ve yağmur yağarken atlı yolcu arabalarında titreyip durdu. Bu meşakkatli yolculuklar esasen sağlıksız ve zayıf olan bünyesini oldukça yıprattı.

Mozart’ın hayret uyandırıcı; bir başka yönü de birbiri ardına geçirdiği tifo, çiçek ve mafsal romatizması gibi o zamana göre ölümcül olan hastalıkları atlatması, ama buna rağmen ürün vermeye devam etmesi ve keyfini hiç bozmamasıdır. Ablası Nannerl onun bu yolculuklarında “Ben ülkesini teftişe çıkan küçük bir kralım” diyerek kendince bir eğlence yarattğını, geçtikleri kasaba ve köylere bir takım uydurma adlar taktığını anlatır anılarında.

Kariyeri, onur ve şan yönünden parlak biçimde sürmesine rağmen maddi durumunu düzeltmedi. Yaşamı boyunca sonu gelmeyen para sıkıntısı çekti. Ona övgüler yağdıran krallar bile hasis davrandılar. Sadece dersler vererek ve halk konserleriyle yetinerek hayatını kazanmaya çalıştı.

Mozart’ın otuzaltı yaşını doldurmadan 5 Aralık 1791’de Viyana’da öldü. Cenazesi fakir cenazeler için uygulanan biçimde kaldırıldı. Mezarının nerede olduğu ise bilinmemektedir. Söylenenlere göre, Mozart’ın tanıdığı insanlar arasından sadece altı kişinin katıldığı katedraldeki cenaze duasından sonra bu küçük kafile şiddetli yağmur nedeniyle mezarlığa kadar tabuta eşlik edemeyince cenaze aceleye getirilerek dilenciler için ayrılan bir mezara gömüldü. En fenası, bütün araştırmalara rağmen bu mezarın yeri öğrenilemedi, tabutun nasıl olup ta sahipsiz kaldığı ise ölüm sebebi gibi hiç bir zaman anlaşılamadı.

Barış Manço

Haziran 30th, 2012

Barış Manço, 2 Ocak 1943 tarihinde, Rikkat ve Hakkı Manço çiftinin dördüncü çocukları olarak Moda’da dünyaya geldi. Annesi Rikkat Hanım, Türk Sanat Müziği sanatçısıydı. Aileden gelen yeteneğiyle özellikle ortaokul öğrenimini aldığı yaşlarda müzikle ilgilenmeye başladı. Lise yılları Galatasaray Lisesi’nde başladı.

Müzik hayatına Galatasaray Lisesi’nde adım atan Barış Manço’nun arkadaşlarıyla birlikte kurduğu ilk grubun adı “Kafadarlar”, ikincisi ise “Harmoniler”di. Daha sonra Şişli Terakki Lisesi’ne geçiş yaptı.

Lise yılları bittiğinde Belçika Kraliyet Güzel Sanatlar Akademisi’nde 1963- 1971 yılları arasında resim, grafik ve iç mimari eğitimi aldı. Belçika’da “Lemistgrees” adında, Amerikalı, Belçikalı, İtalyan, Kuzey Afrikalı, İngiliz müzisyenlerden oluşan bir grupta yer aldı. “Lemistgrees”le çalışmalarının sürdüğü iki yıl içerisinde Paris Olympia’da konser verdi. 1966 yılında Paris’te iki 45’lik plak çıkardı.

1970 yılında Türkiye’ye döndüğünde Fuat Güner ve Mazhar Alanson ile birlikte “Kaygısızlar” adlı grubu kurdu. Aranjman şarkılara tepki göstererek Anadolu’dan beslenen pop folk tarzında müzik yapmaya başladı. Onuncu plağı “Dağlar Dağlar” ile büyük bir çıkış yaptı, albüm beş ayda 700 bin adet satışa ulaştı. “Dağlar Dağlar” çalışması, sanatçıya Altın Plak Ödülü’nü de kazandırdı. 1971 yılında Moğollar ile çalıştı. Aynı yıl Kurtalan Ekspres’i kurdu. İlk klibini 1973’te, “Hey Koca Topçu”ya çekti. 1975’te ilk albümü “2023”ü yaptı. 1978’de Lale Manço ile evlendi, Doğukan ve Batıkan adında iki erkek çocuğu oldu.

1980 yılında Altın Orfe’de “Nick The Chopper” ve “Ben Bir Şarkıyım” adlı Bulgar şarkısı ile de altın madalyalar aldı. Yurtdışında birçok TV programına konuk olarak katıldı, birçok ülkede koserler verdi. 1983 yılında Eurovision Şarkı Yarışması’na “Kazma” adlı şarkısıyla katıldı, ancak elendi.

1988 yılının Ekim ayında TRT 1’de çocuk ve aileye yönelik bir eğitim kültür ve eğlence programı olarak başlayan “7’den 77’ye” , 1998 Haziran ayında 370. kez ekrana gelerek Türk televizyonculuğunda ulaşılması zor bir rekora imza attı. “Ekvatordan Kutuplar’a” isimli programında ekibiyle birlikte beş kıtada 100’den fazla değişik yöreye giderek 600.000 km.’ye yakın yol kat etti.

Bestelediği 200’ün üzerindeki şarkısı, kendisine 12 altın ve 1 platin albüm/ kaset ödülü kazandırırken, bu şarkıların bir bölümü daha sonra Yunanca, Bulgarca, Arapça, Farsça, Kürtçe, Japonca, İbranice, Fransızca, İngilizce ve lemenkçe olarak yorumlandı. Müzik ve televizyon hayatında sayısız ödüller alan Barış Manço’nun 1991 yılında devlet sanatçısı unvanı, yine aynı yıl Hacettepe Üniversitesi Onursal Doktora unvanı, Uluslararası Teknoloji Ödülü, Japonya Uluslararası Kültür ve Barış Ödülü, Belçika Krallığı Leopold II Şövalyesi Nişanı, Fransız Kültür Bakanlığı Edebiyat ve Sanat Şövalyesi Nişanı, Türkmenistan Cumhurbaşkanlığı tarafından verilen Türkmen Vatandaşlığı ödülleri vardır.

Barış Manço, 1 Şubat 1999 tarihinde Moda’da vefat etti.

Aşık Veysel Şatıroğlu

Haziran 30th, 2012

Veysel Şatıroğlu, 1894’te Sivas’ın Şarkışla ilçesine bağlı Sivrialan köyünde dünyaya geldi. Babası “Karaca” lakaplı, Ahmet adında bir çiftçidir. Veysel’in doğduğu sıralar, çiçek hastalığı Sivas yöresinde etkisini çok şiddetli gösteriyordu. Çiçek yüzünden Veysel’den önce, iki kız kardeşi yaşamlarını yitirmişti.

1901’de yedi yaşına girdiği sıralarda Sivas’ta çiçek salgını yeniden yaygınlaştı ve o da yakalandı bu hastalığa. Sağ gözünün görme şansı vardı ve ışığı seçebiliyordu bu gözüyle o sıralar. Ne var ki, yakasını bırakmayan olumsuzluklar Veysel’in diğer gözünün de kör olmasına sebep oldu.

Emlek yöresi olarak adlandırılan Sivas’ın âşığı ve ozanı bol diyarında, Veysel’in babası da şiire meraklı ve tekkeyle içli-dışlı birisiydi. Veysel’in üzüntüsünü az da olsa unutması için bir saz aldı ve halk ozanlarından şiirler okuyup, ezberletir oğluna. İlk saz derslerini babasının arkadaşı olan Divriği’nin köylerinden Çamışıhlı Ali Ağa’dan (Âşık Alâ) aldı ve kendini de iyice saza verdi; usta malı şiirlerden çalıp söylemeye başladı.

Aşık Veysel’in hayatında ikinci önemli değişiklik seferberlikte başladı. Kardeşi Ali ve arkadaşları harp için cephelere gidince, arkadaşsızlık ve kardeş acısı, sefalet, onu umutsuzluğa sürükledi ve yalnızlığı daha derinden hissetmeye başladı.

Veysel’in annesi ve babası seferberlik sonlarına doğru “belki biz ölürüz ve kardeşi Veysel’e bakamaz” düşüncesiyle Veysel’i akrabalarından Esma adında bir kızla evlendirdiler ve Esma’dan bir kız, bir oğlu oldu Veysel’in. Oğlan çocuğunun daha on günlükken ölümüyle hayata küsen Veysel, bundan sonra 24 Şubat 1921’de annesi, ondan 18 ay sonra da babasının ölümüyle iyice yıkıldı.

Ağabeysi Ali’nin bir kız çocuğu daha olunca çocuklara ve işlere bakması için bir hizmetkâr tuttular. Bu hizmetkar ileride Veysel’in bağrında açılacak başka yaranın da sebebi olacaktır. Bir gün Veysel hasta yatarken, kardeşi Ali de keven toplamakta iken, Veysel’in ilk eşi olan Esma’yı kandırarak kaçırdı. Veysel’in acılı yaşamına bir acı daha eklendi böylece.

Karısı bir başına bırakıp gittiğinde Veysel’in kucağında henüz altı aylık kızı vardı. İki yıl yaşadıktan sonra o da hayata gözlerini yumdu.

Veysel’in köyünden ilk ayrılışı şöyledir: Zara’nın Barzan Baleni köyünden Kasım adında birisi Veysel’i köyüne götürerek iki üç ay beraber yaşadılar. Kendisini Adana’ya göndermeyen Deli Süleyman, Sivas’lı Kalaycı Hüseyin, Veysel’e yol arkadaşlığı ettiler. Dönüşte Veysel, Hafik’in Yalıncak köyüne ve Zara’nın Girit köyüne uğrayarak 9 liraya güzel bir saz aldı; Sivas’tan Sivrialan’a dönerken arkadaşları bir “üç kağıtçı” grubuna yakalanarak bütün paralarını kaybettiler. Arkadaşları Veysel’in 9 lirasını da alarak kumara verdiler. Veysel bu hadiseden bir müddet sonra Hafik’in Karayaprak köyünden Gülizar adlı bir kadınla evlendi.”

Kara Toprak

Dost dost diye nicesine sarıldım
Benim sadık yarim kara topraktır.
Beyhude dolandım boşa yoruldum
Benim sadık yarim kara topraktır.

Nice güzellere bağlandım kaldım
Ne bir vefa gördüm ne faydalandım
Her türlü isteğim topraktan aldım
Benim sadık yarim kara topraktır.

Koyun verdi kuzu verdi süt verdi
Yemek verdi ekmek verdi et verdi
Kazma ile dövmeyince kıt verdi
Benim sadık yarim kara topraktır.

Ademden bu deme neslim getirdi
Bana türlü türlü meyva yetirdi
Her gün beni tepesinde götürdü
Benim sadık yarim kara topraktır.

Karnın yardım kazma ile bel ile
Yüzün yırttım tırnak ile el ile
Yine beni karşıladı gül ile
Benim sadık yarim kara topraktır.

İşkence yaptıkça bana gülerdi
Bunda yalan yoktur herkesler gördü
Bir çekirdek verdim dört bostan verdi
Benim sadık yarim kara topraktır.

Havaya bakarsam hava alırım
Toprağa bakarsam dua alırım
Topraktan ayrılsam nerde kalırım
Benim sadık yarim kara topraktır.

Dileğin var ise Allah’tan
Almak için uzak gitme topraktan
Cömertlik toprağa verilmiş Hak’tan
Benim sadık yarim kara topraktır.

Hakikat ararsan açık bir nokta
Allah kula yakın kul Allah’a
Hak’kın hazinesi gizli toprakta
Benim sadık yarim kara topraktır.

Bütün kusurlarım toprak gizliyor
Merhem çalıp yaralarım düzlüyor
Kolun açmış yollarımı gözlüyor
Benim sadık yarim kara topraktır.

Herkim olursa bu sırra mazhar
Dünyaya bırakır ölmez bir eser
Gün gelir Veysel’i bağrına basar
Benim sadık yarim kara topraktır.

1931 yılında Sivas Lisesi edebiyat öğretmeni olan Ahmet Kutsi Tecer ve arkadaşları “Halk Şairlerini Koruma Derneği”ni kurdular. Ve 5 Aralık 1931 tarihinde de üç gün süren Halk Şairleri Bayramı’nı düzenlediler. Böylece Veysel’in yaşamında önemli bir dönüm noktası işlemeye başladı.

1933’e kadar usta ozanlarından şiirlerinden çalıp söyledi. Cumhuriyet’in 10. yıldönümünde Ahmet Kutsi Tecer’in direktifleriyle bütün halk ozanları Cumhuriyet ve Mustafa Kemal Atatürk üzerine şiirler yazdılar. Bunlar arasında Veysel’in de vardı şiirleri. Veysel’in gün ışığına çıkan ilk şiiri böylece “Atatürk’tür Türkiye’nin ihyası”… dizesiyle başlayan şiir oldu. Bu şiirin gün yüzüne çıkışı, Veysel’in de köyünden dışarıya çıkması anlamına geliyordu.

O zaman Sivrialan’ın bağlı olduğu Ağacakışla nahiyesi müdürü Ali Rıza Bey, Veysel’in bu destanını çok beğeniyor, “Ankara’ya gönderelim” diye istiyordu. Veysel de “Ata’ya ben giderim” diye arkadaşı İbrahim ile yürüyerek yola düştüler ve Ankara’ya gittiler. Veysel Ankara’da konuksever tanıdıkların evlerinde kırkbeş gün misafir kaldı. Destanı Atatürk’e getirmek hevesiyle geldiğini söylüyorsa da destanı Atatürk’e okumak kısmet olmadı. Ancak, Hakimiyet-i Milliye (Ulus) basımevinde destanı gazeteye verildi ve destan gazetede üç gün boyunca yayınlandı. Bundan sonra da bütün yurdu dolaşmaya, dolaştığı yerlerde çalıp-söylemeye başladı.

Köy Enstitüleri’nin kurulmasıyla birlikte, yine Ahmet Kutsi Tecer’in katkılarıyla, sırasıyla Arifiye, Hasanoğlan, Çifteler, Kastamonu, Yıldızeli ve Akpınar Köy Enstitüleri’nde saz öğretmenliği yaptı. Öğretmenlik yaptığı bu okullarda Türkiye’nin kültür yaşamına damgasını vurmuş birçok aydın sanatçıyla tanışma olanağı buldu. 1965 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi, özel bir kanunla Âşık Veysel’e, “Anadilimize ve milli birliğimize yaptığı hizmetlerden ötürü” 500 lira aylık bağlandı.

21 Mart 1973 günü, sabaha karşı saat 3.30’da doğduğu köy olan Sivrialan’da, şimdi adına müze olarak düzenlenen evde yaşama gözlerini yumdu.

Yıldız Alpar

Haziran 30th, 2012

1931 yılında İstanbul’da doğdu. Yıldız Alpar varlıklı bir ailenin çocuğu değildi ama müzik ve resimle iç içe büyüdü. Güne annesinin çaldığı taş plaklardan yükselen müzik sesiyle başlar, resme aşık babasını her daim tuvalin başında bulurdu.

 Vefat eden dedesinden küçük bir miras kaldı. Annesi o parayla Yıldız’a piyano, kardeşine de keman aldı. Yıldız Alpar 1943 yılında, İstanbul Belediyesi Konservatuvarı’nda piyano bölümü’ne  başladı. Sonra,  Lidya Krassa Arzumanova yönetimindeki bale bölümü açılınca, eğitimine 1949 yılına kadar bale öğrencisi olarak devam etti.

 Fransız Konsolosluğu Kültür Ateşeliği’nce değerlendirilen sanatçı, kendisine tanınan özel bursla Fransa’ya gitti. Paris Opera ve Balesi’nde o tarihte açılan yüksek ihtisas bale kurslarına devam ederek başarı ile mezun oldu. Paris’te kaldığı süre içinde Serge Lifar ile çalıştı. 21 yaşında Türkiye’ye döndü. 1952’de İstanbul’da Taksim Sıraserviler’de  ülkemizin ilk özel bale okulunu açtı. 1953 yılında İstanbul Şehir Tiyatroları’nda ilk kişisel bale resitalini verdi. Yıldız Alpar aynı zamanda, Haldun Dormen ile tiyatro çalışmalarında da bulundu. 1956 yılında, Altı Parmak İlkokulu’nda vermiş olduğu eğitimle, Bursa çocuklarının baleyle tanışmasına neden oldu. 1964’te Kadıköy’ün ilk bale okulu olan Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı’na bağlı “Yıldız Alpar Özel Bale, Müzik ve Tiyatro Okulu”nu kurdu.

Çalışmaları ile gerek Ankara, gerekse İstanbul Devlet Opera ve Balesi’ne ve konservatuvarlarına eleman kazandırmaktadır. Yıldız Alpar, Paris, Londra, Viyana ve ABD’de sanat merkezlerinde çeşitli seminer ve geliştirme kurslarına katılmış, araştırma ve çalışmalar yapmıştır. 1992’de İngiliz Kraliyet Dans Akademisi tarafından dünyada iki kişiye verilmiş olan, baleye katkıları ve başarılarından dolayı Özel Onur Ödülü’ne layık görülmüştür. 2002 yılında ise yine İngiliz Kraliyet Dans Akademisi tarafından Başkanlık Ödülü’ne layık görülmüş ve bu ödülle, dünyanın 5 okulu arasına girmiştir. Yıldız

Alpar, Yük.Müh. M Yalçın Emiroğlu ile evli olup bir kızı ve bir torunu vardır, halen kurmuş olduğu Bale Müzik Tiyatro Okulu’nda yöneticilik ve öğretmenlik yapmaktadır.

Alev Baymur

Haziran 30th, 2012

1965 yılında doğdu. Ankara Devlet Konservatuvarını kazandığında 8 yaşında idi.

Konservatuvar eğitiminin yanı sıra sanat derslerinde bale, piyano, solfej, karter canlandırma derslerini gördü. Ankara Devlet Opera ve

Balesinde staj yaptığı dönemde Devlet Tiyatroları ve özel tiyatrolar tarafından sergilenen oyunlarda ve Hürriyet Çocuk Kulübünde sahneye çıktı. Aynı dönemde TRT tarafından çekilen (Kurtla Kuzu, Merdiven) adlı 2 televizyon filminde Kerim Afşar’la birlikte çalıştı. İstanbul Opera ve Balesine tayin olduğunda 18 yaşındaydı.

Oynadığı bazı eserler: Fındıkkıran, Deli Dumrul, Aida, Bahçe Saray Çeşmesi, La Bayadere, Şehrazat, Paquıta, Binbir Gece Masalları…

Amerika’ya giderek dans dersleri aldı. Koreografi çalışmaları da yaptı ve Ajda Pekkan konserleri, Nükhet Duru Show, Altın Güvercin Şarkı Yarışması ve tiyatro oyunlarında danslar sahneye koydu.

1989 yılında tekrar film çalışmalarına dönerek Osman Sınav’ın yönettiği “Küçük Dünyalar” adlı film ile 1990 “en iyi kadın drama oyuncusu” ödülünü aldı.

Sırasıyla, Kadir İnanır ile “Sayın Başkan”, Hakan Ural ile “Barışta Savaşanlar”, Levent Ülgen ile “Gelincik Tarlası”, Alev Sezer ile “Gölgeler Uzarken” , Kenan Işık ile “Serada Aşk” filmlerinde başrolleri paylaştı.

Televizyonda “Evliliğe Doğru”, yılbaşı programları, “Bir Başka Gece” programlarını sundu.

1995 yılında Milli Eğitim Bakanlığına bağlı AB sanat Uluslararası Sahne Sanatları Bale ve Dans okulunu açtı.

1996 yılı içerisinde TRT’de yayınlanan “Parmak Ucundaki Yaşamlar” adlı programa imzasını attı. Aynı zamanda sunuculuğunu yaptı. 1996 yılında Türkiye’nin ilk dans ajansını kurdu. Türkiye’nin ilk bale jübilesini 08.06.1998 tarihinde gerçekleştirdi.

Prof. Dr.Ertuğrul Aydemir

Haziran 30th, 2012

5 Ağustos 1949’da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini İstanbul’da tamamlayıp, 1966 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesine girdi. 1972 yılında mezuniyetin ardından, iki yıl askerlik hizmetini (Sarıkamış’ta) tamamladı. 1974 yılında asistan olarak girdiği Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Dermatoloji Anabilim Dalında ihtisasını 1977 yılında tamamladı. Aynı klinikte çalışmayı sürdürerek, 1984 yılında Doçent ve 1989 yılında Profesör oldu. 1995-2001 yılları arasında aynı kliniğin Anabilim Dalı başkanlığını yürüttü. Yüzelliyi aşkın yerli ve yabancı yayını var.

Mart 1997’den itibaren yarım gün çalışma statüsüne geçerek muayenehane sahibi hekimler arasına katıldı.

Deri ve Zührevi Hastalıklar Derneği, Türk Dermatoloji Derneği, EADV, international Society of Dermatology adlı derneklere üyedir. Deri ve Zührevi Hastalıklar Derneğinde uzun yıllar, sayman, genel sekreter olarak yönetim kurulunda görev yaptı, son üç dönemde de dernek başkanı olarak bu hizmeti sürdürüyor. Bir dönem, Türk Dermatoloji Derneği yönetim kurulunda da görev aldı.

Bunun dışında UEÇG kurucu üyelerindendir (şu anda aktif katılamıyor). İÜCTF Mezuniyet Sonrası Eğitim Komisyonu üyesidir, İÜ Eğitim faaliyetlerinden olmak üzere İÜ İstanbul Tıp Fakültesi ile ortak düzenlenen “Eğiticilerin Eğitimi” kurslarında eğitimci olarak ve düzenleyici olarak görev almaktadır. Ayrıca İÜCTF bünyesinde düzenlenen kısa kurslarda da eğitimci olarak yer almaktadır.

Evlidir, 24 ve 18 yaşlarında iki erkek çocuk sahibidir (Ozan ve Ahmet). Eşi (Aysel) Kimya mühendisi, oğulları eğitimlerini sürdürüyorlar.

Boş zamanlarını spor izleme ve yapma, müzik dinleme, okuma ve amatör fotoğrafçılıkla değerlendirmeye çalışır.

Prof. Dr.Yalçın Tüzün

Haziran 30th, 2012

5 Aralık 1949 tarihinde Beypazarı (Ankara)’da doğdu. 1966 yılında Bolu Atatürk Lisesini, Haziran 1972’de İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi’ni bitirdi. 1972-1974’de (Samsun’da 3 ay, İzmit’te 14 ay) askerlik görevini yaptı.

1974-1977 tarihleri arasında Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Dermatoloji Kürsüsünde asistan olarak çalıştı. 1977 yılında “Onikomikozlarda Klinik ve Histopatolojik Özellikler” konulu teziyle uzmanlık sınavını verdi. O tarihten itibaren aynı anabilim dalında uzman olarak çalışmaya başladı.

1982 yılında “Behçet Hastalığında Oral ve Genital Lezyonlar ile Nonspesifik Deri Aşırıduyarlılığının Klinik ve Histopatolojik Özellikleri” konulu teziyle doçentlik sınavını verdi.

1977 yılında faaliyete başlayan Cerrahpaşa Behçet Polikliniği’nin kurucu üyelerindendir. 1984 yılında Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Dermatoloji Anabilim Dalında PUVA Ünitesini kurdu.

1982’de İÜ Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Dermatoloji Anabilim Dalı başkanlığına atandı. Dört yıl süreyle bu görevi sürdürdü. 1982-1995 yılları arasında “Deri Hastalıkları ve Frengi Arşivi (TÜRKDERM)”in editörlüğünü yaptı. 1988 Türkiye Rotary Kulüpleri Bilim ve Teknoloji yarışmasının bilim dalında birincilik ödülünü, Behçet hastalığı konusundaki grup çalışmalarıyla kazandı. 1988 Ağustos ayında profesör oldu. 1989-1992 ve 1992-1995 dönemlerinde İÜ Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Dermatoloji Anabilim Dalı Başkanlığına seçildi.

1990’da Deri ve Zührevi Hastalıklar Derneği’nin yayın organı olan “Deri Hastalıkları ve Frengi Arşivi”nde yayınlanan makaleleri nedeniyle hizmet ödülü aldı. 1991, 1993, 2005 ve 2007 yıllarındaki mezuniyet sonrası dermatoloji eğitimi amaçlı olarak “Dermatolojide Gelişmeler” simpozyumlarının düzenleme kurullarında yer aldı. 1994-2003 yılları arasında Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Dergisi Editörlüğünü yaptı. 2000 yılında yayınlanmaya başlayan Behçet’s Disease News’da yardımcı editörlük görevini yürütmektedir. 2001 yılından itibaren Clinics in Dermatology dergisinin yazı kurulunda yer almaktadır. Türkiye Tıp Akademisi, Avrupa Dermatoloji ve Venereoloji Akademisi ve Uluslararası Kozmetik Dermatoloji Akademisi üyesidir. 2006 yılında kurulan Dermatoloji Akademisi ve Kozmetik Dermatoloji Akademisi Derneklerinin kurucu üyesidir. Halen Dermatoloji Akademisi Derneği’nin başkanı ve bu derneğin çıkardığı Journal of the Turkish Academy of Dermatology adlı derginin editörüdür.

TÜBİTAK ve Almanya Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Merkezi tarafından ortaklaşa oluşturulan 1997 yılı Behçet Hastalığı Araştırma Ödülünü Behçet hastalığı konusundaki grup çalışmalarıyla kazandı.

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin 2002 yılı Sedat Simavi Sağlık Bilimleri Ödülünü Behçet hastalığı konusundaki grup çalışmalarıyla kazandı.

2006 yılında Eczacıbaşı Tıp Bilim Ödülü’nü kazandı.

Ekim 2004’te İÜ Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Dermatoloji Anabilim Dalı Başkanlığına seçildi, halen bu görevini sürdürmektedir.

Onbeş kitabı ve 300’e yakın bilimsel makalesi bulunmaktadır. 84 uluslararası yayını vardır. Bu yayınlar Science Citation Index tarafından taranan dergilerde 1000’in üzerinde atıf almıştır. Ayrıca uluslararası makalelerinden bazıları Harrison’s Principles of Internal Medicine, Clinical Dermatology (Demis), Dermatology in General Medicine (Fitzpatrick), Advanced Dermatologic Diagnosis (Shelley), An Illustrated Dictionary of Dermatologic Syndromes (Mallory), Current Practice of Dermatology (Callen), Andrews’ Diseases of the Skin (Arnold), Textbook of Dermatology (Champion), The Nail and its Pathology (Achten), Principles and Practice of Dermatology (Sams Jr), Oxford Textbook of Rheumatology (Maddison), ve Textbook of Pediatric Dermatology (Harper)’da atıf almıştır. 1987 yılında yayınladığı bir aileden 1992 yılından itibaren Clinical Dermatology (Demis)’de “Tüzün Sendromu” olarak bahsedilmektedir.

Sedef, akne, tırnak hastalıkları, vitiligo ve Behçet hastalığı önde gelen ilgi alanlarıdır.