Samuel Goldwyn

Haziran 30th, 2012

Amerikalı film yapımcısı Goldwyn Hollywood çağının başındaki en büyük stüdyo patronlarından biriydi. Paramount ve Metro-Goldwyn-Mayer adlı büyük film şirketlerinin öncü şirketlerini kurdu. Goldwyn bağımsız bir yapımcı olarak Amerikan filminin dünya çapında egemen olmasını sağladı.

Goldwyn, Schmuel Gelbfisz adıyla Varşova’da dünyaya geldi. Çocuk ondört yaşındayken Yahudi olan ailesi Varşova’dan Hamburg’a doğru yürüyerek yola çıktı. Buradan Birmingham üzerinden Kanada’ya vardılar. 1899’dan sonra Amerikanlaştırılmış Goldfish adı altında New York’un yoksul göçmen mahallelerinde yaşadılar. Bir eldiven fabrikasında iş bulan Goldfish, zamanla seyyar acenta pozisyonuna yükseldi. 1900’da evlendiği Blanche Lasky’ dan 1919’da boşandı.

Adını giriş parasından (bir nickel = 5 cent’lik madeni para) alan sinemanın ilk biçimlerinden biri olan Nickelodeon’u ziyaret ettikten sonra, kurtulamadığı etkisiyle meslek değiştirmeye karar verdi. Aynı gece içinde eldiven yapımcısı kayınbiraderi Jessy Lasky ile birlikte yeni bir film şirketinin temel taşını koydular ve 1913’te Jesse L.Lasky Feature Play Company adlı şirketi kurdular.

Western tarzı ABD’de halkın büyük ilgisini çektiğinden, Goldfish önce bir Western filmi yapmak istedi. New York ve çevresindeki çekim yerlerini beğenmeyen Goldfish, daha uygun bir bölge bulma arayışına girdi. Los Angeles’in mütevazı bahçeli bir banliyösü olan Hollywood’da nihayet aradığını buldu. Burada birkaç hafta içinde çevirdiği The Squaw Man (1913) adlı filmle Hollywood’un ilk uzun metrajlı filmini gerçekleştirmiş oldu.

Goldfish ilk film stüdyosunu kurduktan sonraki birkaç hafta içinde bütün önemli film yapımcıları Hollywood çevresindeki Kaliforniya çölüne yerleştiler ve birkaç yıl içinde burada devasa film stüdyoları kuruldu.

1916’da Goldfish’in ortağının ısrarları üzerine, Lasky Feature Plays şirketi Adolph Zukor’un Famous Players. (Ünlü Oyuncular) şirketiyle birleşti. “Famous Players-Lasky” adlı işletme birkaç yıl içinde “Paramount Famous Lasky” adıyla dünyanın en büyük film şirketi haline geldi. Bağımsızlıktan yana olan Goldfish, aynı yıl içinde şirketten ayrıldı. İki yıl sonra adını Goldwyn olarak değiştirdi ve Edgar Selwyn ile birlikte Goldwyn Company adlı şirketi kurdu.

1922’de kurucuları arasında bulunduğu bu işletmeden de ayrıldı. 1923/24 sıralarında kendi adını da taşıyan Metro-Goldwyn-Mayer şirketi kurulduğunda, Goldwyn’in bu şirketle ilişkisi kalmamıştı. O tarihte bağımsız bir film yapımcısı olarak kendi stüdyosuna ve film dağıtım şirketine sahip bulunmaktaydı. Basının “Goldwyn Kızları” olarak nitelediği güzel oyuncularıyla dikkatleri çekmekte gecikmedi. Vilma Banky ve Anna Stemm gibi sessiz fılmin sevilen yıldızlarını sözleşmelerle kendine bağladı.

Aralarında The Dark Angel (Kara Melek) ve Stella Dallas (her ikisi de 1925) gibi filmlerin de bulunduğu çok sayıdaki sessiz filmle elde ettiği başarılardan sonra, Bulldog Drummond ile sesli fılme geçişi kesinlikle başardı. Filmlerinin reklamını yapmakta Goldwyn’in üstüne kimse yoktu. New York’tan Hollywood”a gazetecileri getirtmek için uçaklar kiraladı ve gazetecileri sinema metropolünde ağırladı.

Goldwyn filmlerinin teknik açıdan mükemmel ve ahlâk yönünden dürüst olmalarına çok büyük önem veriyordu. Kârdan çok bu ilkelerine öncelik tanıyordu. 30’lu yılların ortasından başlayarak iki tür filmin yapımcılığı üzerinde uzmanlaştı. Başkaları yanı sıra, Danny Kaye’i de yıldız yaptığı müzikal filmler ve çoğunlukla William Wyler’in yönettiği melodramlar.

Wyler sekiz tane Oscar’la Ödüllendirilen, Goldwyn’in en başanlı yapımı olan The Best Years of our Lives (Hayatımızın En Güzel Yılları, 1946) adlı filme de imza attı. Alaycı ve zaman zaman kaba davranışlarıyla tanınan Goldwyn, tanınmış rejisörlerle çalışmayı yeğlemekle beraber, oyunculara gelince sürekli yeni yeteneklerin peşindeydi. Böylece başkaları yanı sıra Lucille Ball, Gary Cooper ve Laurence Olivier’yi sinema için keşfetti.

Sinema işinde 46 yıldan fazla çalıştıktan sonra, Goldwyn 1959’da özel yaşamına çekildi. Kendisi ayrıldıktan sonra da Samuel Goldwyn Stüdyosu çalışmalarını sürdürdü. Goldwyn 1974’te 91 yaşında San Francisco’da hayata veda etti.

Rudolf August Oetker

Haziran 30th, 2012

Alman işadamı Oetker, aile işletmesini İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra devralarak, şirketini uluslararası karma büyük bir firma haline getirdi. Oetker Grubu’nun başta gelen alanı besin maddeleri satışıdır.

Bielefeld’de dünyaya gelen Oetker babasız büyüdü. Babası doğumundan altı ay önce Birinci Dünya Savaşı’nda Verdun yakınlarında hayatını kaybetmişti.

Oetker’in büyükbabasının Ağustos 1891’den beri hamur kabartma tozu ve yemek kitapları üreten şirketini, Rudolf’un üvey babası Richard Kaselowsky devraldı. Yerine atanan Rudolf August Oetker, Bielefeld’de liseyi bitirdikten sonra Hamburg’da bir bankada staj gördü. Askerlik hizmetiyle İkinci Dünya Savaşı eğitimini yeniden kesintiye uğratmadan önce Oetker, Freude (Pasta/Kek Yapımı Sevinç Verir) adlı pasta kitabı on yıllarca, ev kadınlarının klâsik yapıtı olma durumunu korudu.

Annesi, üvey babası ve iki üvey kız kardeşi 1944’te bomba saldırılarında ölünce, Oetker, aile şirketinin sorumluluğunu kendi başına üstlenmek zorunda kaldı. Şirketi 1946’da yeniden işler hale getirdi. İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru şirketin üretim yelpazesi başlıca besin maddelerinden oluşmaktaydı. Kaselowsky şirketin ürünlerini başkaları yanı sıra puding tozu ve nişasta gibi satış rekorları kıran mallarla çoğaltmıştı. Oetker bu tarihe kadar başarıyla izlenen şirket politikasını sadakatle sürdürdü. Ev kadınlarının işi, yüksek kaliteli marka ürünlerle kolaylaştırılmalıydı.

Oetker şirketini büyütürken yeni yollara başvurdu. Bira fabrikaları ve oteller satın aldı. Banka ve sigorta şirketlerine ortak oldu ve devletten mali destek alarak, gemi inşaat işine bile girdi. İşletme alanlarının geniş dağılımlı olması sayesinde şirket, başka firmalara göre, piyasa dalgalanmalarından daha az etkilendi. Yine de en önemli alanı, Oetker’in izleyen yıllarda sürekli olarak genişlettiği, besin maddeleri sektörüydü.

1960’da dondurulmuş mallara el attı (1970’de ilk dondurulmuş pizza). Bu alan, derin dondurucuların satışında görülen artış nedeniyle ekonomi açısından ilgi çekici bir sektör haline geldi. Tutkulu bir sanat eserleri koleksiyoncusu olan Oetker, ürettiği hazır (pişirilmeden kullanılan) puding tozundan sonra, 60’lı yıllarda dondurulmuş taze tatlı ürünlerine de yer verdi üretim programında Langnese (bal) ve ültje (çerez) markaları da 90’lı yılların başında 400’ü aşkın besin ürünü sunmakta olan Oetker şirketine aitti.

46 yaşına gelen Oetker 1963 yılında hukukçu Maja von Malaise ile evlendi. Oetker’in üç evliliğinden toplam sekiz çocuğu vardı. Oğlu Richard 1976’da kaçırıldı ve 25 yaşındaki genç ancak 21 milyon DM fidye ödendikten sonra serbest bırakıldı. En büyük oğlu August 80’li yılların başında şirketin yönetici kadrosuna girdi. Şirket 1981’de, baba Oetker tek komanditer olmak üzere, komandit şirkete çevrildi.

Oetker mallarını dünya çapında ihraç ettikten ve Batı dünyasının pek çok ülkesinde şubeler açtıktan sonra, sosyalist devletlerdeki siyasal değişiklikler üzerine Doğu Avrupa piyasası da çekici bir hale geldi. Oetker Grubu, joint-venture (ortak girişim) sözleşmeleri ve lisans anlaşmaları sayesinde kendisine uzun vadeli yeni pazarlar sağladı.

Rudolph Karstadt

Haziran 30th, 2012

Alman girişimci açtığı Karstadt AG ile Almanya’nın en geniş ve Avrupa’nın en büyükleri arasında yerini alan mağazalar zincirini kurdu. Ne yazık ki, 30’lu yıllardaki dünya ekonomik krizi, Karstadt’ın da iflasa sürüklenmesine neden oldu.

Karsfadt, Wismar yakınlarında Grevesmühlen’de dünyaya geldi. Babası sahip olduğu kumaş boyama atölyesini Rudolph’un öğrencilik yıllarında sattı. Ailece taşındıkları Schwerin’de babası bir kumaş mağazası açtı. Karstadt, Rostock’da perakendecilik ve tekstil ticareti dallarında çıraklık eğitimini tamamladıktan sonra, babasının işletmesine girdi.

Karstadt 25 yaşına gelince kendi işini kurdu. Babasından ödünç aldığı 1.000 Taler’i (eski gümüş para) sermaye yaparak kardeşleri Sophie-Charlotte ve Erust ile birlikte Wismar’da bir “kumaş, manifatura ve konfeksiyon mağazası” açtı. Mecklenburg eyaleti meslek tüzüklerine göre dükkân açma hakkı ancak 30 yaşın üstündeki insanlara tanındığından, açtıkları işletmeyi babalarının adına ticaret siciline kaydettirdiler.

Satışlar önceleri umulanların çok altında kaldı. Bunun nedeni, mağaza sahiplerinin, o yıllarda adet olduğu üzere, pazarlığa yanaşmamalarında ve veresiye mal vermemelerinde yatıyordu. Bunun yerine istedikleri peşin nakit ödeme, müşterilerin çoğunu kaçırıyordu. Birbuçuk yıl sonra Rudolph Karstadt mağazanın tek sahibi oldu. Bunu izleyen zamanda mağaza giderek tutundu, çünkü direkt ödemeleri sayesinde mallarını rakiplerinden daha ucuza müşteriye sunabiliyordu. 1884’te ilki Lübeck’te olmak üzere, 1888’de Neumünster/Holstein ve 1890’da Braunschweig’de şubeler açtı.

Karstadt 1890’da yeni bir yönteme başvurdu. Bir taraftan fiyatlarını düşük tutabilmek ve diğer taraftan daha yüksek bir kâr marjı tutturabilmek için, aracıları aradan çıkartıp gereksinimlerini doğrudan doğruya üreticilerden karşılıyordu. İkametgâhını Berlin’e taşıyarak, giderek büyümekte olan ve yüzyılın başına kadar Kuzey Almanya’da beş şube daha açan ticaret zincirinin merkezi alım işlerini buradan örgütledi. 1901’de ayrıca, hesaplarında yanılgıya uğrayan erkek kardeşi Erwin’in 13 ayrı mağazadan oluşan mağaza zincirini de satın aldı.

Fransa ve Amerika’da gördüğü örneklerle Karstadt geleceğin, küçük dükkânlarda değil, büyük mağazacılıkta yattığını anladı. 1912’de Hamburg’da ilk büyük mağazasını açtı. Burada besin maddeleri dışında günlük gereksinimin kapsadığı her tür eşyayı satışa sundu. Savaş patlamadan kısa bir süre önce büyük çapta kumaş satın alarak birkaç fabrikatörle uzun vadeli teslimat sözleşmeleri imzaladığından, becerikli işadamı Karstadt savaşın ilk yıllarını zarar görmeden atlatabildi. Yine de işletmesini, hiç değilse bazı alanlarda tedarikçilerden bağımsız hale getirmesi gerektiğini anladı. Daha savaş yıllarında Berlin’de bir çamaşır fabrikası ile kadın konfeksiyon ürünleri ve kumaş deposu kurdu. İkinci büyük Karstadt mağazasını açtığı Stettin’de de bir erkek konfeksiyon fabrikası kurdu.

Batı Almanya’da bir büyük mağaza ve depo zinciri işleten Theodor Althoff AG şirketiyle görüşmelerini, Karstadt 1918’de bir sonuca bağladı. Her iki işletmenin alım organizasyonlarını birleştirdiler. Althoffun parasal sıkıntılara girmesi üzerine, 1920’de iki şirketi Rudolph Karstadt AG adı altında birleştirdiler. 40 milyon mark tutarındaki şirket sermayesinin 39 milyon marklık bölümünü elinde tutan Karstadt, bundan böyle 46 büyük mağaza ve deponun sahibiydi.

Karstadt 1928’de Berlin’de Avrupa’nın en modern büyük mağazasını (alış veriş merkezini) açtığı zaman, şirketi son derece hızlı bir büyüme yaşamıştı. 30.000 çalışanı, 89 şubesi, 27 fabrikası ve ülke içinde ve dışında alım merkezleri vardı. Karstadt ayrıca günlük gereksinim eşyalarını düşük fiyatlarla satışa sunan Epa adlı tek fiyatlı mağaza zincirini kurdu (1932’de 52 şubeye sahipti).

30’lu yılların başında patlak veren dünya ekonomik kriz Karstadt’ı iflasa sürükledi. Satışları hızla düşünce, Karstadt büyük mağazalarının üçte birini kapatmak ve üretim yapan işletmelerinin tümünü satmak zorunda kaldı. Karstadt ayrıca bir grup hisse senedi sahibine, Karstadt hisseleri için kur garantisi vermek ve bunun için özel servetiyle kefil olmak gafletinde bulundu. 1932’de mal varlığını elden çıkartmak zorunda kalan Karstadt, bir banka(lar) konsorsiyumu tarafından iflasın eşiğinden döndürülen şirketinin yönetim kurulu başkanlığından ayrıldı.

Bir zamanların büyük mağaza kralı, Schwerin’de inzivaya çekildi ve burada 1944’te 88 yaşında hayata veda etti.

Theo Albrecht

Haziran 30th, 2012

Alman girişimci Albrecht Almanya’nın en büyük, Avrupa’nın da büyükleri arasında yer alan bir besin maddesi tüccarıdır. Başarısının sırrı indirimli fiyatlarında ve dükkânlarının aşırı sade döşenmesinde yatmaktadır.

Kendini ön plana çıkarmaktan hoşlanmayan, doğum tarihini ve yerini açıklamaktan çekinen Albrecht bir maden işçisinin oğlu olarak dünyaya geldi. Babası sağlık nedeniyle mesleğini bırakmak zorunda kalınca, annesi Essen’in işçi varoşlarından Schonebeck’te bir bakkal dükkânı açtı.

Albrecht ortaokulu bitirdikten sonra annesinin dükkânında perakendeci tüccar olarak staj gördü. İkinci Dünya Savaşı’nı bir ordonat birliğinde Afrika ve İtalya’da geçiren Albrecht, savaştan sonra kendisinden iki yaş küçük olan erkek kardeşiyle beraber annesinin dükkânını devraldı. İki kardeş bir tek dükkânın geliriyle uzun vadede geçinemeyeceklerini anladıkları için, izleyen yıllarda Essen bölgesinde bir besin maddesi satış zinciri kurdu. 1950 yılında eski tip bakkal dükkânlarından 13 tanesine sahiptiler.

5 yıl sonra zincirlerini 101 dükkânla Ruhr bölgesinin tümüne yaydılar. Bu kadar çabuk büyümeleri, iki kardeşin “Ucuz fiyatımız reklamımızdır” parolası altında sundukları uygun fiyatlı malları sayesinde mümkün olabildi. Buna karşılık dükkânları her tür dekordan yoksundu.

Bu arada Federal Almanya Cumhuriyetinde sayıları 300’ü bulan mağazayı kapsayan şirketlerini iki kardeş 1961’de ayırdılar. Theo Kuzey Almanya’yı alırken, kardeşi Karl Güney Almanya’yı üstlendi. Buna rağmen iki kardeş sıkı işbirliklerini sürdürerek sadece “discount’ (indirim) ilkesine dayanan bir kavram üzerinde çalıştılar. Theo 1962’de Dortmund’da ilk Aldi Marketi (Al-brecht Di-scount’tan kısaltma) açtı.

Maliyeti yüksek olan taze ürünleri büyük çapta sunmayıp, mallarını iyi satan yaklaşık 500 genel kalemle sınırlandırdı. Böylelikle şubeleri küçük ve kiraları buna uygun olarak düşük tutabildi. Ayrıca mallarına fiyat etiketi koymayıp, malların müşteriler tarafından doğrudan doğruya toptancının kartonlarından alınmasını öngördü. Mağaza sayılarının çok yüksek olması sayesinde Albrecht’lerin satın alma gücü çok büyüktü. Dolayısıyla üreticilerden son derece uygun koşullarla mal alabiliyorlardı. Ayrıca markası ünlü birçok şirket, yalnız Aldi Marketler aracılığıyla dağıtımı yapılan özel markalar üretti. Aldi şubelerinin sayısı on yıl içinde 600’ü buldu.

Kendi kabuğuna çekilmiş olarak yaşayan besin maddeleri kralı Albrecht, 1971’de aniden kamunun önüne çıktı. Kendisini kaçıran iki kişi tarafindan kapatıldığı yerde 17 gün kaldıktan sonra, ancak 7 milyon DM tutarındaki fidyeyi ödedikten sonra serbest bırakıldı. Kendisini kaçıranlar polis tarafından tutuklanmakla beraber, ganimetleri büyük ölçüde kayıplara karıştı. Albrecht bu olaydan sekiz yıl sonra, kaçırılmasıyla ilgili maddi zararını vergiden düşebilmek için maliye mahkemesinde açtığı davayı kazandı.

70’li yılların ortasında iki kardeş anaparanın çoğunu iki aile vakfına transfer ettiler. Nortorf’taki Theo Albrecht Vakfı ile Eichenau’daki Karl Albrecht Vakfına transfer ettiler. Bundan böyle, işletme hukuki açıdan bağımsız 32 bölgesel şirket tarafından yürütülerek kuruluşun lojistiği bir işletme sorumluluğuna verildi. Ayrı ayrı şirketler bilançolarının açıklanmasını zorunlu kılan yasal olarak saptanmış limit değerlerin altında kaldıkları için, Albrecht kardeşler işlerini açık etmekten kaçınabildiler.

Albrechtler 1977’de Aldi Einkauf OHG adlı holding şirketinden sınırsız sorumlu hissedar olarak çekildiler. Federal mahkemenin bir kararı üzerine şirketleri 1978’in başında GmbH & Co, oHG (Sınırlı Sorumlu Şirket ve Sınırsız Ortaklık) şekline dönüştürülmek zorunda bırakıldı.

Karl Albrecht 1976 yılında Benner Tea of Iowa adlı Amerikan mağazalar zincirini satın alarak adını “Aldi Bepner” olarak değiştirdi. Theo Albrecht bundan dört yıl sonra Albertson’s Inc. adlı Amerikan süpermarket zincirine ortak oldu. 80’li yıllardan itibaren Avusturya’da Hofer Marketlerine, Belçika’da Lansa ve Hollanda’da Combi’ye ortak oldular. Albrecht Danimarka, Fransa ve İngiltere’de kendi mağaza zincirlerini açtı. 1993 yılında bu arada 71 yaşına gelmiş olan Albrecht şirket yönetiminden çekileceğini açıkladı. Tutkulu bir golf oyuncusu olan Albrecht, hisselerini iki oğluna devretti. Theo ve Karl Albrecht’in serveti 90’lı yılların ortasında 5-6 milyar DM olarak tahmin edilmişti.

Beate Uhse

Haziran 30th, 2012

Alman işkadını Uhse, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, birçok engeli aşarak “Beate Uhse” adıyla özdeşleşen, en büyük ulusal seks malzemesi posta satış şirketini kurdu.

Beate Köstlin (kızlık soyadı) adıyla Doğu Prusya’da Wargenau’da çiftlik sahibi bir babayla tıp doktoru bir annenin üç çocuğunun en küçüğü olarak dünyaya geldi. İlkokulu bitirdikten sonra oniki yaşındaki Beate, Juist’te yatılı bir okula yazıldı. Ardından okuduğu Oberhambach an der Bergstrasse’de bulunan okula devam ederken, spor tutkunu olan genç kız, cirit atmada Hessea eyaleti gençler şampiyonasını kazandı ve hem Hitler-Jugend (Hitler Gençliği) hem de BDM Bund Deutscher Maedel (Alman Kızları Birliği) örgütlerine katıldı. Annesinin, kızının tıp okumasını istemesine karşın, Beate eğitimini bir yıl sonra bırakarak İngiltere’ye Aupair (çocuk bakıcısı/ev işlerinde yardımcı) olarak gitti.

Ev işlerinde staj gördükten sonra 17 yaşına gelen Beate, uzun zamandır pilot olmak konusunda duyduğu isteği gerçekleştirebildi. Berlin yakınlarında uçuş brövesini aldıktan sonra, akrobasi uçuşu sınavını 1938’de verdi ve bir uçak fabrikasına stajyer olarak girdi. Alman Aeroclub ile iyi ilişkileri sayesinde ulusal bir ekiple uluslararası yarışmalara katıldı ve aradan çok geçmeden yeni uçaklara test pilotluğu yapmaya başladı, ve ayrıca Ufa Film Şirketi için akrobatik uçuşlar yaparak sinemadaki idolü olan Hans Albers’in dublörlüğünü yaptı.

Beate, İkinci Dünya Savaşı patladıktan dört hafta sonra uçuş öğretmeni Hans Uhse ile evlendi. Eşi hemen cepheye gönderildi. 20 yaşındaki genç kadın da, 1940’dan sonra hava kuvvetlerinin uçaklarını savaşa sokulacakları yerlere götürdü. 1943’te ilk defa anne oldu. Eşi aynı yıl içinde bir gece çatışmasında yaşamını yitirdi. Dul kalan Beate, yüzbaşı olarak cepheye döndü. 1945’te oğlu ile birlikte Kızıl Ordu’dan kaçmak için Berlin’den Lübeck üzerinden Danimarka sınırındaki Leck’e sığındı ve burada İngilizere esir düştü.

“X Yazısı” ile Seksüel Danışmanlık Çevresindeki kadınlardan birçoğunun savaştan sonraki günlerde istemeden hamile kalması, Uhse’yi bir broşür yayınlamak için motive etti. Burada Knaus-Ogino Metodunu (doğurganlığa uygun olan ve olmayan günleri hesaplamak yoluyla gebelikten doğal korunma yöntemi) açıkladı. Uhse’nin “X Yazısı” olarak adlandırdığı bu broşür başarılı oldu ve kendisine para reformundan sonra (Temmuz 1948) sipariş başına 1 DM kâr bıraktı.

Uhse, posta aracılığıyla saç toniği satan ikinci eşi Ernst-Walter Rotermund (1949’da evlendiler; 19’72’de boşandılar ve birlikte bir çocuk sahibi oldular) ile Flensburg’da St. Marien Papazlık Bölgesine taşınarak aydınlatıcı şirketini kurdu. Kendisine akıl danışanlar çoğaldıkça, posta ile dağıtım programına aydınlatıcı seks kitaplarıyla prezervatifleri de kattı. Postayla gönderdiği reklam broşürleri yüzünden, kişilik haklarının rahatsız edildiklerine inanan yurttaşlar sık sık şikayette bulunduklarından, Rotermund’un Flensburg polisince tanınması uzun sürmedi. Genç girişimci bunun üzerine broşürlerini üstlerine iliştirdiği bir kâğıtta içeriğini bildirdiği kapalı zarfların içinde postalamaya başladı. Şirketini 1951’de ticaret siciline yazdırdı. İlk kez birkaç eleman tuttu, daha büyük bir yer kiraladı ve saldırıya geçti. Yardım isteyenlerin adsız birine başvurmak zorunda kalmaması için, bundan böyle gönderdiği bütün reklam malzemelerine kendi fotoğrafını iliştirdi.

Cinsellik ve cinsel aydınlanma 50’li ve 60’lı yıllarda Almanya’da tabu olan konulardı. Bu nedenle, adliye, devlet ve kilise makamlarınca “ahlaksızlığı” nedeniyle suçlanan Rotermund’a karşı açılan davalar çoğaldıkça çoğalıyordu. Aynı zamanda müşteri ve akıl öğrenmek isteyenlerin talepleri giderek arttığından, Beate-Uhse-Postayla-Satış ticareti de gittikçe büyüyordu. “Stimmt in unserer Ehe alles?” (Evliliğimizde Her Şey Yolunda Gidiyor mu?) adı altında sattığı cinsel aydınlanma konusundaki kataloğu ve ereksiyon merhemleri 1952’de satış rekorları kırdı. Cirosu 1956’da ilk kez bir milyon sınırını aştı. Rotermund, kendisi tarafından diktirilen erotik çamaşırlarla ürün yelpazesini. genişletti.

Rotermund’un Flensburg’ta 1962 yılında açtığı dünyadaki ilk seks mağazasını, bütün büyük kentlerde açtığı diğerleri de izledi. Die Memoiren der Fanny Hill (Fanny Hill’in Anıları) adlı kitabı satış programına alınca, Beace-Uhse şirketine karşı ileri sürülen pornografi suçlamaları ilk kez doruk noktasına ulaştı. Öğrenci hareketlerinin başlamasıyla toplum daha liberal bir havaya büründü, tabular kırıldı. Bunun yerine, Rotermund’u kadınların çıkarlarına ihanet etmekle suçlayan ve pornografik ceza hukukunun daha sert olması için boşuna çaba harcayan kadın hareketi ile sürtüşmeler başladı. Bunun nedeni Rotermund’un 1972’den sonra porno işine soyunması oldu. 1975’ten sonra bunu porno filmler de izledi. İş kadını Rotermund 1983’te geçirdiği bir kanser ameliyatının ardından, o tarihten beri oğluyla birlikte yönettiği şirketteki işine yeniden dört elle sarıldı.

Sakıp Sabancı

Haziran 30th, 2012

7 Nisan 1933 tarihinde Hacı Ömer Sabancı ve Sadıka Sabancı’nın ikinci çocuğu olarak Kayseri’nin Akçakaya köyünde doğan Sakıp Sabancı, iş hayatına 1948 yılında, Akbank’ta stajyer memur olarak başladı. Kardeşleri İhsan Hacı Şevket, Erol ve Özdemir Sabancı’dır.

Üç yılını zatürre hastalığıyla geçirmek zorunda kalan Sabancı, hastalığı nedeniyle liseyi bitiremeden okulu bıraktı ve BOSSA Un Fabrikası’nda veznedar olarak çalışmaya başladı. 1955 yılına gelince Un Fabrikası’nın ticaret müdürü oldu. 2 sene sonra Türkan Civelek ile evlendi ve BOSSA Tekstil Fabrikası’nda Genel Müdür Yardımcısı olarak görev yapmaya başladı.

1964 yılında Dilek adlı bir kız çocuğu sahibi olan işadamı, aynı yıl Adana Ticaret ve Sanayi Odası Yönetim Kurulu Başkanı oldu. 2 yıl sonra babası Hacı Ömer Sabancı’yı kaybetti ünlü işadamı. Babasının ölümünden 1 yıl sonra kardeşleriyle birlikte “Hacı Ömer Sabancı Holding A.Ş”yi kurdu ve Yönetim Kurulu Başkanlığı görevini üstlendi.

1970 yılında, ikinci çocuğu Metin’in zihinsel özürlü olarak dünyaya gelmesi sebebiyle Sabancı, diğer insanlara yardım amacıyla, 1976 yılında Erol Sabancı Spastik Çocuklar Tedavi ve Eğitim Merkezi ile 1996 yılında Metin Sabancı Spastik Çocuklar ve Gençler Eğitim Üretim ve Rehabilitasyon Merkezi’ni kurdu.

1974’de “Hacı Ömer Sabancı Vakfı VAKSA”yı kuran işadamı, 1981’de Londra’da, Türk sermayesi ile yurtdışındaki ilk banka olan Ak International Bank’ı (Sabancı Bank Plc.) kurdu. Yine aynı yıl Amerika’da Houston’da ilk kez kalp kapakçığı ameliyatı oldu.

Üç sene sonra, 1984’de, Eskişehir Anadolu Üniversitesi tarafından ilk onursal doktorasını alan Sabancı, 1986’da TÜSİAD’ın Yönetim Kurulu Başkanı oldu. 1989’da babası Hacı Ömer Sabancı zamanında toplanmaya başlanan Resim ve Hat koleksiyonlarının sergilenmesi için SSCB Kültür Bakanlığı’nın daveti üzerine Moskova’da bir sergi açıldı. Bu sergi, sonraki yıllarda dünyanın en önemli müzelerinde sergilenecek “Altın Harfler: Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi’nden Osmanlı Hat-Resim Koleksiyonu Sergisi” için bir mihenk taşı oldu. Yine aynı yıl Amerika-Houston’da ikinci kez kalp ameliyatı oldu.

1992’de Japon hükümeti tarafından Sakıp Sabancı’ya “Kutsal Hazine Altın ve Gümüş Yıldız Nişanı” takdim edildi. 1 yıl sonra 1988 yılında temeli atılan “Sabancı Center” açıldı. 1994’de ise “TOYOTASA” fabrikasını açtı. 1996’da kardeşi Özdemir Sabancı işyerinde uğradığı saldırı sonucu hayatını kaybetti. 1997’de ise Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı tarafından “Devlet Üstün Hizmet Madalyası” ile onurlandırılan isadamı, dünyaca ünlü gıda devi Fransız Danone ile yüzde 50-50 ortaklıkla “DANONESA”yı kurdu. Yine aynı yıl Fransız Hipermarket zinciri “Carrefour” ve Sabancı ortaklığı ile “CARREFOURSA Hipermarket Zinciri” kuruldu.

1998’de “Altın Harfler: Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi’nden Osmanlı Hat-Resim Koleksiyonu Sergisi” New York’ta Metropolitan Müzesi’nde sergilendi. Böylece Metropolitan Müzesi’nde sergilenen ilk özel koleksiyon ünvanına sahip oldu. O yıl kardeşi Hacı Sabancı vefat etti.

1999’da ise İstanbul’da, Sabancı Üniversitesi’ni açan işadamı, 2001’de DuPont’un yüzde 50-50 ortaklığıyla 4 kıtada toplam 16 fabrika ile faaliyet gösteren “DUPONTSA” ve “DUSA INTERNATIONAL” şirketlerini kurdu. Fransız Hükümeti,”Altın Harfler” koleksiyonunun “Louvre Müzesi”nde sergilenmesini gerçekleştirerek, Fransız-Türk kültür ilişkilerine yaptığı katkılar ve Fransa’nın önde gelen şirketlerinden Danone, Carrefour ve BNP ile sürdürdüğü başarılı ortaklıklarından dolayı, Elysée Sarayı’nda yapılan törenle, Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac tarafından Sakıp Sabancı’ya “Légion d’honneur” şeref nişanı takdim edildi.

Doğum gününden 71 yıl 3 gün sonra 10 Nisan 2004 tarihinde sabah saat 05.55 civarında tedavi gördüğü Amerikan hastahanesinde şiddetli Akciger Enfeksiyonu’ndan vefat etti.

Friedrich Jahn

Haziran 30th, 2012

Avusturya kökenli İsviçreli işadamı 50’li yıllarda kurduğu Wienerwald (Viyana Ormanı) restoran zinciriyle milyonerliğe yükseldi. 70’li yıllarda büyüme hamlesiyle parasal yönden limitini aşınca, çevirme piliç imparatorluğunu 80’li yıllarda elden çıkartmak zorunda kaldı.

Avusturya’nın Linz kentinde lokantacı bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelen Jahn, ortaokulu bitirince üç yıl daha doğduğu kentte okula gitti ve ardından, aile geleneğine uyarak aşçılığı ve garsonluğu öğrenmek üzere çıraklık eğitimine başladı.

İlk “Wienerwald” Restoranı 50’li yılların başında yeni evli olan Jahn, Münih’e yerleşerek ilerde iki çocuğunun annesi olacak karısı Hermi ile birlikte küçük bir lokanta olan “Linzer Stüberl”i işletti. Parasal durumu sıkışık olduğundan, genç girişimci uygun fiyatlı alımlara öncelik tanımak zorundaydı. ABD’den ucuz fiyata tavuk eti alma olanağı bulunca, tümüyle tavuklu yemeklere geçmeyi akıl etti. Lokantasının adını “Wienerwald” olarak değiştirdi ve çevirme piliç satmaya başladı.

Başarısı düşüncelerinde haklı olduğunu doğruladı. Jahn, izleyen yıllarda Güney Almanya’da başka lokantalar da açtı. Giderek artan kızartmalık tavuk gereksinimini, Wienerwald Limited Şirketinin Mühih üzerinden plase ettiği toptan siparişlerle hallederek, fiyatları düşük tutabiliyordu. 60’lı yılların sonuna kadar zincirine 200’den fazla lokanta katılmıştı. Bunların dışında açtığı çok sayıda oteli de, pazarlama nedenleriyle “Wienerwald” adı altında lanse etti. Ayrıca, daha düşük bir başarı kaydererek, bir fast-food yiyecek zincirini yerleştirmeye çalıştı.

Jahn 70’Ii yılların ortasında Wietterwald zincirinin (yıllik cirosu: yaklaşık 600 milyon DM) işletme sorumluluğunu paylaştırmaya karar verdi ve Franchise Sistemi denilen yöntemi başlattı. Buna göre bağımsız girişimciler ciroya % 5’lik bir payla katılmakla bir Wienerwald lokantası işletmek ve bir merkezden satın alınan malları teslim almak hakkını kazanıyorlardı. Aktif yönetimden çekilen Jahn, İsviçre’de Feusisberg’de bulunan Wienerwald Holding şirketinin yönetim kurulu başkanlığını üstlendi.

Cirosu, Franchise prensibi sayesinde aniden yükseldi. 70’li yılların sonunda günde ,yaklaşık olarak 150.000 kızarmış (çevirme) tavuk satılmaktaydı. Büyümeye devam eden Jahn, ABD piyasasına girmeye çalıştı. Sermaye açığı olan iki lokanta zincirinin hisse çoğunluğunu satın aldı ve kısa bir süre içinde ABD’de neredeyse 1.000 işletme Jahn’ın şirketine katılmıştı. 1977′ den beri İsviçre uyruklu olan Jahn başka sektörlere de uzandı. Tourotel adı altındaki işletmeleri bazında Jahn-Reisen adlı turizm işletmesini kurdu.

Uzlaşma Jahn’ın saldırgan şirket politikasının öteki yüzü 80’li yılların başında ortaya çıktı. ABD’de parasal limitini aştığı ve işletmelerini yeterince çabuk zarar hanesinden çıkaramadığı için, Jahn’ın borçları kısa zamanda çeyrek milyar DM’ı buldu.1982’den sonra bankalar, şirketin kaderini tayin ettiler. Farklı alanlardaki kuruluşlarını satmak zorunda kaldı. Jahn holdingin yöneticiliğinden alınarak, yönetim kurulu başkanlığına oturtulmak yoluyla “rütbe indirimi”ne uğratıldı. Alınan tüm önlemlere karşın, şirketi 1982’de uzlaşma talebinde bulunmak zorunda kalınca, Jahn her şeyini yitirdi. Geriye yalnız 1986’da Münihli işkadını Renate Thyssen tarafından 20 milyon DM’a satın alınan holding kaldı. Thyssen 62 yaşındaki Jahn’a bu holdingde Almanya’nın dış satış müdürü olarak iş verdi.

Thyssen büyük bir sürpriz olarak Almanya bölge kuruluşunu bir hafta sonra Jahn’a sattı. Jahn böylelikle kendi şirketinin bir bölümünü sadece 2.5 milyon DM’a geri almış oldu. Ne var ki, kızarmış tavuk satışı hissedilir derecede gerilediğinden, Jahn eski günlerdeki kazancı sağlayamadı. Restoranlarını tahminlere göre 40 milyon DM’a Londralı bir şirkete sattı. Viyana’daki Wigast Grubu 1991’e kadar bütün Wienerwald restoranlarını denetimi altına almayı başardığı gibi, 1992’de Jahn’ın bu arada Güney Almanya’da açtığı “Schnitzelhaus (Şnitsel) lokantalarını da satın aldı.

Jahn’ın Avusturya’daki restoranları da denetimi altına almaya yönelik girişimlerine, lokantaların sahibesi karşı koydu ve 1991’de davayı kazandı.

Nazmi Ahmet Eker

Haziran 30th, 2012

Ahmet Eker 1974 yılında Bursa’da doğdu. Babası Altan Eker, annesi Aygen Eker‘dir. İlköğretimini Bursa’da tamamladıktan sonra, İstanbul Amerikan Robert Lisesi‘ne ikincilikle girerek 1992’de orta ve lise oğrenimini tamamladı. Amerika’da Lehigh University‘de Bilgisayar Bilimleri üzerine lisans derecesi alan EKER, yine aynı universiteden MBA derecesi aldı.

1997 yılından bu yana Eker Süt Ürünleri A.Ş. de Genel Müdür olarak görev yapmaktadir. Yelken ve Kayak sporları en gözde hobileri arasında yer almaktadır.

Altan Eker

Haziran 30th, 2012

Altan Eker Batı Trakya İskeçe’den göç etmiş bir ailenin çocuğu olarak 1942 yılında Bursa‘da doğdu. Bursa Erkek Lisesini bitirdikten sonra, Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye ve İktisat bölümünden 1965 yılında mezun oldu. 1 sene İngiltere’de Lisan kurslarına devam etti. Türkiye’ye döndükten sonra 5 sene inşaat müteahhitliği yaptı. 1973 yılında Aygen EKER ile evlendi. 2 çocuk babası (Nevra Eker ve Ahmet Eker).

1977 yılında satın aldğı Eker Çiftliğinde yoğurt ve ayran imalatına başladı. 1981 yılında Türkiye’de dönemin en modern tesislerinden biri olan Eker fabrikasını kurarak süt ürünleri sektöründe faaliyete başladı. 15 yıl boyunca Eker Süt Ürünlerinde Yönetim Kurulu Başkanlığı ve Genel Müdürlük yaptı.

1982–1983 yılları arasında Bursa Rotary Kulübü’nde dönem başkanlığı yaptı. Bu dönemde Gemlik, Çanakkale, Bandırma olmak üzere üç yeni kulübün kuruculuğunu yaptı. Hobileri arasında balıkçılık, denizcilik, yelken ve kayak yer alıyordu.

1996 yılında geçirdiği beyin kanaması sonucu vefat etti.


EKER Süt Ürünleri Gıda Sanayi A.Ş. Hakkında

1977 yılında Bursa’da Eker çiftliği içindeki küçük bir imalathanede yoğurt ve ayran üretimiyle başlayan Eker, 1981 yılında kurduğu modern fabrikada üretimine devam etmektedir. Bugün ikinci kuşağın bayrağı devraldığı Eker yeni yatırımlarıyla modern teknolojiyi takip ederek sürekli büyümeyi kendine hedef olarak belirlemiştir.1980’li yıllarda yoğurt ve ayran üretimiyle adını Bursa dışında da duyurmaya başlayan Eker, 1983 yılında İzmir’de, 1985 yılında İstanbul’da ve 1997 yılında Ankara’da Bölge Müdürlükleri kurdu. Bursa, İstanbul, İzmir ve Ankara’da kendi satış ve dağıtım teşkilatıyla, ve diğer şehirlerde bayilikleri kanalıyla, 450 çalışanı ve 150 frigofrik dağıtım aracıyla hergün 70 farklı ürün çeşidini 10,000’e yakın satış noktasına ulaştırmaktadır.

Eker Çiftliği olarak ilk yıllarında günlük 10 tonluk süt işleme kapasitesine sahip olan işletme, bugün günlük 250 ton süt işleme kapasitesine sahiptir. Her gün Bursa, Kütahya, Manisa, Balıkesir ve civarı köylerden toplanan süt tamamen soğuk zincirde nakledilerek fabrikaya ulaştırılmakta, mikrobiyoloji labratuvarında test ve analizlerden geçirilerek pastörize edilmektedir. Bu işlemlerden sonra süt, ayrandan yoğurda, peynirden kaymağa birbirinden lezzetli Eker ürünlerine dönüştürülmektedir. Eker’in tüm ürünleri Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nca onaylanan Gıda Sicil ve Üretim sertifikalarına ve TSE Belgelerine sahiptir. Ayrıca Eker Süt Ürünleri Kalite Yönetim Sistemi TS EN ISO 9001:2000 belgesine ve Gıda Güvenliği Yönetim Sistemi TS EN ISO 22000 belgesine sahiptir.

2006 yılında Eker Süt Ürünleri, gıda alanında faaliyet gösteren Fransız Andros Grubu ile bir ortaklık gerçekleştirmiştir. Bu ortaklık ile Andros Grubu’nun, ürettiği ürünler ve kullandığı güncel teknolojiler Türkiye piyasasında Eker’e bir çok avantaj sağlayacak, büyümesini ve yeni yatırımlarla modernleşmesini hızlandıracaktır. ‘Eker–Andros’ ortaklığıyla Andros, teknoloji birikimini Eker Süt ile paylaşacaktır. Eker Süt ise Türkiye’deki altyapı, insan kaynağı ve pazar deneyimini ortaya koyarak bu yeni oluşuma değer katacaktır.

Araştırma ve geliştirmeye, yeni ürün çalışmalarına büyük önem veren Eker, 1 litrelik cam ambalajdaki yayık ayranıyla sektördeki ilki gerçekleştirerek yeni bir pazarın yaratılmasına imza atmıştır. Aynı yenilikçi yaklaşımla, Türkiye’de ilk kez ambalajlı kaymak ürününü yaratmıştır. Bugün geleneksel Türk mutfağının eşsiz tatlıları, Eker’in tecrübesiyle harmanlanıp, raflarınızdaki yerlerini almaya başlıyorlar. Sütten yarattığı lezzetlere her geçen gün yenilerini ekliyor. Sütlü tatlı keyfi keyfi artık tüketicinin yanıbaşında, restoranda, bakkalda, markette, Eker’in olduğu her yerde…

Fritz fritz Hoffmann-La Roche

Haziran 30th, 2012

İsviçreli girişimci Hoffmann-La Roche dünya çapında bir ilaç firmasının kurucusudur. Pazarlama, reklam ve üretim enformasyonu konularında yeni yollara başvuran Hoffmann-La Roche, ilacı marka ürünü haline getirdi.

Basel’de dünyaya gelen Hoffmann, doğduğu kentte okula gitti ve arkasından bir ticarethanede staj gördü. Babası kendisini Bohny-Holliger & Cie adlı eczacılık şirketine ortak edince, 24 yaşındaki genç, eczacılık konusundaki bilgilerini 1893’ten sonra derinleştirdi. Bir yıl sonra Basel’li bir ipek tüccarının kızı Adele La Roche ile evlendikten sonra karısının soyadını kendi adına ekledi (birlikte iki erkek çocuk sahibi oldular; 1918’de boşandılar). Ardından ortağı Max Carl Traub ile birlikte Basel’deki eczanenin üretim işletmesini devraldı.

26 yaşındaki Hoffmann bir komandit şirket (Hoffmann, Traub & Co.) çerçevesinde ecza üretiminde bağımsız bir girişimci olarak çalışmaya başladı. 1896’da Traub şirketten ayrılınca, kuruluşlarının adını F. Hoffmann-La Roche olarak değiştirdiler ve şirketleri bunu izleyen yıllarda da bu ad altında tanınmaya devam etti. Hoffmann-La Roche aynı yıl içinde Emil Christoph Barell adlı kimyacıyı bu şirketine aldı.

Almanya Devleti ithal edilen ecza ürünlerine (hazır ilaçlar dahil olmak üzere) yalnız kısa süreli patent koruması tanıdığından, Hoftmann-La Roche Basel’in dışındaki ilk imalathanesini yakındaki Grenzach/BadenWürttemberg’de inşa ettirdi. İzleyen zamanda Grenzaeh Alman Roche Şirketinin merkezi oldu ve şirketin en büyük üretim merkezlerinden biri haline geldi. Kendisini başarıya ulaştıran ilk ilaçları bakteri öldürücü Sirolin ile dolaşım bozukluklarında kullanılan Digalen oldu.

Almanya’daki şirketi Paris (1903), New York (1905), Viyana (1907), Londra (1909) ve St.Petersburg (1910) kentlerindeki şubeler izledi. 1911’de Yokohama’da (Japonya) kurduğu fabrika ile Hoffmann-La Roche Asya’ya atlamaya da cesaret etti. İsviçreli işadamı Birinci Dünya Savaşı patlak vermeden önce işletmesini dört başı mamur bir dünya şirketi haline getirmişti. Hoffmann-La Roche, sektöründeki ilk insanlardan biri olarak, her zaman aynı terkibi ve etkiyi gösteren farmasötik marka ürünlerin önemini anlamıştı. Bir pazarlama uzmanı olarak bildirilerini yalnız eczacılara ve kamuya yönelik sunmakla kalmayıp, doktorlara da hitap etti ve bilgilerini tıp dergilerinde yayınladı. Bunların dışında kendi dergisini de çıkarıyordu ki bu Avrupa için tümüyle bir yenilik oluşturmaktaydı.

Birinci Dünya Savaşı’nın ortaya çıkmasıyla şirketinin en parlak günleri geçiçi olarak sona erdi. Almanya’daki fabrika çok kısıtlı bir programla çalışıyor ve savaşa katılan diğer ülkelerdeki şubeleri de zarar ediyordu. Ekim Devriminin patlak vermesiyle 1917’den sonra, önceleri bütün satışlarının beşte birini oluşturan Rusya pazarı da aniden tümüyle yok oldu.

İşletmesinin varlığını tehlikeye düşüren bu durum karşısında Hoffmann-La Röche Nisan 1919’da şirketini 4 milyon franklık bir hisse sermayesiyle anonim şirkete çevirme kararını aldı. Aynı zamanda şirkette yeni bir yapılanmaya geçildi. Savaşla birlikte şirketinin sarsıntılı durumu ilaç kralının sağlığını olumsuz etkiledi. 1919’da başlayan böbrek hastalığına 52 yaşında Basel’de yenik düştü. Ölümünden altı ay önce Elisabeth von der Mühll ile evlenen Hoffmann-La Roche şirketinin yeniden yükselişini göremedi.

Nicolas Hayek

Haziran 30th, 2012

İsviçreli girişimci ve şirket danışmanı Hayek, ülkesinin saat endüstrisini 70’li/80’li yılların krizinden çıkararak uluslararası doruk noktasına geri götürdü. Swatch markasıyla dünyanın en başarılı saatini geliştirmiş oldu.

Amerikalı bir diş doktoruyla, Lübnanlı bir annenin oğlu olarak Beyrut’ta (Lübnan) dünyaya gelen Hayek, annesinin ikinci vatanı olan İsviçre’de büyüdü. Liseyi bitirdikten sonra İsviçre’nin çeşitli üniversitelerinde matematik, fizik ve kimya okuduysa da yüksek eğitimini tamamlayamadı.

Henüz eğitimini sürdürürken 21 yaşındaki Hayek, bir sigorta şirketinin matematik bölümünde çalışmaya başladı. 1951’den sonra çeşitli sanayi işletmelerinde deneyim topladı ve bu arada kayınpederinin dökümhanesinde ve makine inşaat firmasında da çalıştı. Ne var ki, kısa bir süre sonra bağımsız olmak istedi.1957’de bir ortakla birlikte kurduğu danışmanlık şirketinden 1963’te ayrıldı. Bundan iki yıl sonra Zürih yakınlarında Meisterschwanden merkezli Hayek Engineering AG şirketini ticaret siciline kaydettirdi. Şirketi, yeniden örgütlenme ve rasyonelleştirme plânları hazırlamak konusunda uzmanlaştı.

Hayek, 70’li yılların başında ülke sınırlarının dışına taşmış çok iyi bir itibara sahipti. Firmasında değişik branşlardan son derece kalifiye ve deneyimli uzmanlar çalıştırıyordu. Danışmanlığını yaptığı şirketler buna uygun olarak çok geniş bir yelpaze içinde yer alıyordu. Aralarında devlet işletmeleri ve daireleri olduğu kadar demir, çelik, taşıt araçları ve saat endüstrisinden şirket ve holdingler de bulunmaktaydı.

İsviçre saat endüstrisi 70’li yılların ortasında ağır bir krize girdi. 1970-1980 arasında bu alandaki işletmelerin yarısı kapandı. Bankalar Hayek’i 1980’de başdanışmanlığa getirdiler. Başlıca görevi İsviçre’nin en büyük saat şirketi olan ASUAG’ı ve SSH adlı saat üreticisini yeniden yapılandırmaktı. Hayek, bu sektörün tümüyle eskiden beri süregelen müşteri alışkanlıklarına fazla uzun bir süre güvendiğini ve başta Japonya olmak üzere, dünya piyasasındaki rakiplerini küçümsediğini farketti. En yüksek kalite taleplerini karşılayan, uygun fiyatlı modern bir saatin piyasada lanse edilmesini önerdi. Dört yıllık geliştirme çalışmalarının sonucu olarak su geçirmez, darbelere karşı dayanıklı, dakik çalışan ve seri halinde üretilmeye uygun plastik Swatch saati ortaya çıktı. Adı, eğreti bir reklâm sloganından türetilmişti, “You have a second home, why not a second watch” (İkinci bir evin var, niçin ikinci bir saatin olmasın). Renkli saatler bundan bir yıl sonra başarıya eriştiler.

Hayek aynı yıl içinde ASUAG ve SSH ortaklığının, SMH (Schweizerische Gesellschaft für Mieroelektronic und Uhrenindustrie AG – İsviçre Mikroelektronik ve Saat Endüstrisi AŞ) olarak birleştirilmesini sağladı. 1985’te İsviçreli sanayicilerden oluşan bir yatırımcılar grubuyla birlikte yeni şirketin hisse çoğunluğunu satın aldı. Bir yıl sonra da SMH’ın yönetim kurulu başkanlığına getirildi.

Hayek, şirketi yeniden yapılandırma önlemlerinde, işçi ücretleri nispeten yüksek olan ülkelerde de, en iyi kaliteyi düşük fiyata üretmenin mümkün olması gerektiği ilkesine dayandı. İşçi ücretlerinin düşük olduğu ülkelerde üretim yaptırmaya ve Asya’dan saat parçaları ve bileşenlerini almaya yanaşmadı. Bunun yerine hepsi SMH şirketine bağlı bulunan Longines, Omega ve Tissot gibi değeri kanıtlanmış olan saat markalarının stabilize olmasına ve daha da geliştirilmelerine taraftardı. Ayrıca saat üretiminde en modern entegre işletme düzenlerinin ve Chips’lerin geliştirilmesini desteklemekle SMH Grubunun gerekli teknik Know-how’a (bilgi) sahip olmasını sağladı.

İsviçre saat endüstrisi Hayek’in yeniden örgütlenme çabaları sayesinde, 90’lı yılların başında tepedeki eski yerini yeniden alabildi (dünya piyasasına katkısı yaklaşık olarak % 53; SMH Grubu cirosu takr. 3 milyar DM). Özel hayatını kamudan saklayan Hayek’in en önemli başarısını, 1992 yılında 100 milyonuncu örneği üretilen Swatch oluşturmaktadır. Saat şirketi bu tarihte telekomünikasyon piyasasında da kendisine bir yer edinmişti (başkaları yanı sıra Telephon Twinphone ve Pager denilen mobil telsiz aletiyle).

Hayek, 1997’de Mercedes-Benz ile işbirliğine girerek uygun fiyatlı küçük bir otomobil (Swatch Mobil) üretmeyi plânlamaktadır. Önceleri Volkswagen ile amaçladığı ortaklık 1993 başında başarısızlıkla sonuçlandı. Üretilecek taşıt aracının satışının MC Micro Compact Car AG (SMH ortaklığı: % 49, Mercedes-Benz ortaklığı: % 51) tarafından yapılması öngörülmektedir.

Joseph Chester Wilson

Haziran 30th, 2012

Amerikalı girişimci Wilson on yıllık geliştirme çalışmalarından sonra uygun fiyatlı ilk fotokopi makinesini piyasaya sürdü. Xetox Corporation adlı şirketi ayrıca fotokopi makineleri kiralayan ilk şirketti.

Wilson Rochester/Minnesota’da dünyaya geldi. Rochester’in eski belediye başkanlarından olan dedesi, fotoğraf kâğıdı üreten Haloid Company’nin kurucuları arasındaydı. Önceleri Rochester Üniversitesi’nde eğitim gören ve 1931’de buradan mezun olan Joseph, ardından Harvard Business School’da (Ticaret Bölümü’nde) okudu ve bu okulu da 1933’te birincilikle bitirdi. Haloid şirketinin başkanlığını yürüten babası, Joseph’i kendi şirketlerinde satış müdür yardımcısı olması için güçlükle ikna edebildi.

Haloid 30’lu yılların ilk yarısında yeni bir foto kâğıdı piyasaya sürdüğü için ABD’deki ekonomik buhranı atlatabildi. Haloid 1935’te fotokopyalama aletleri üreticisi Rectigraph Company’nin hisse çoğunluğunu satın alınca yepyeni bir piyasaya girmiş oldu. 1935’ten beri çocukluk arkadaşıyla evli bulunan Wilson, bir yıl sonra şirket yöneticiliğine getirildi. Çekingen bir yapıya sahip olan Wilson, babasının yönetici kişiliğini taşımıyor ve aynanın önünde sürükleyici konuşmalarla kendinden emin davranış provaları yapıyordu. Buna karşın kısa bir sürede, hükümet dairelerini başlıca müşteri olarak kazanmasını bilen, bir satış dehası olduğunu gösterdi. 1939’da yönetim kurulu üyeliğine getirilen Wilson, bundan yedi yıl sonra babasının yerine genel müdür oldu.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra hükümetten sipariş gelmemeye başladı. Şirketin çektiği parasal sıkıntı döneminde araştırma bölümünün şefi John H.Dessauer, başlıca rakipleri olan Eastman Kodak tarafından yayınlanan bir dergide, Amerikalı Chester Culson tarafından icat edilen yeni bir kopyalama yönteminden söz eden bir yazıya rastladı. Wilson uygun fiyatlı bir fotokopi makinesinin satış rekorları kıracağından emindi. Bu nedenle 1947’nin başında, kendisine Carlson metoduna dayanan ürünler çıkarması için izin veren bir sözleşme imzaladı. Bundan iki yıl sonra, üç parçadan oluşan ve büyüklüğü yüzünden azman olarak nitelendirilen ilk ticari fotokopi makinesini piyasaya sürdü.

“Azman” tıpkı bunu izleyen on yıl boyunca geliştirilen diğer aletler gibi, başarılı olamadı. Buna karşın Wilson düşüncesinin doğruluğuna inanıyor ve ayırabildiği her doları araştırma işine yatırıyordu. 1955’te İngiliz film şirketi J.Arthur Rank Organization ile “Rank Xerox” adı altında ve merkezi Londra olmak üzere bir joint-venture’e (ortak girişim) imza attı.

Piyasa araştırma kurumlarının olumsuz değerlendirmelerine karşın, 1959’da “914” adlı (9×14 inç büyüklüğünde kâğıtların kopyasını yapan) ilk fotokopi makinesinin seri üretimine başlandı. Karşılaştıkları başlıca sorun, aygıtların kolaylıkla işletilebilmesine karşın, büyük ve kullanışsız olmalarıydı (1.20 m yüksekliğinde ve 300 kilo ağırlığında). Wilson buna rağmen yoğun TV reklamları ve kamuya açık yerlerde yaptıkları gösterilerle, bu fotokopi makineleri için alıcı bulmaya çalışıyordu. 1961’den sonra Xerox Corporation adını alan şirket, çok yoğun bir biçimde televizyon reklamlarına yüklendi. Wilson bunların yanı sıra trafiğin çok yoğun olduğu kamuya açık yerlerde gösteriler düzenledi. Ne var ki, bu alet büyük çapta satılamayacak kadar pahalıydı.

Wilson satış müdürüyle birlikte, tüketime göre ayarlanmış bir fiyat saptanması düşüncesini geliştirdi. Xerox, makineleri düşük bir aylık ücret karşılığında kiraya veriyor ve belirli bir limiti aşan her bir kopya için ayrıca para alıyordu.

Bu kavram kısa sürede kabul gördü. Xerox 1962’de 100 milyon dolarlık satış limitine ulaştı. 60’lı yılların ortasından sonra geliştirilmiş aletler piyasaya çıktı. “813” modeli, “913’ün ancak yedide biri büyüklüğündeydi; “2400” modeli dakikada 40 kopya çıkartıyordu (“914”:14). Kiralama stratejisi tuttu. Müşteriler kendilerine verilen daha yeni modellerle daha çok kopya çıkartabiliyorlardı. Xerox ayrıca otomatik iş düzenleyici makinelerle işleri kolaylaştırmaya yönelik mallar sunuyordu alıcısına.

Cironun hızla artmış olması (1968: 1.125 milyar dolar) ürünlerin çeşitlendirilmesini zorunlu hale getirdi. Wilson bu yüzden 1969’da SDS’i (Scientifıc Data Systems) satın almakla, bilgisayar ve dijital teknolojisinde uzmanlaşmış olan bir şirkete sahip oldu. Büyümenin ancak araştırma çabalarına hız vermekle mümkün olabileceğinden emin olan Wilson, ertesi yıl yüksek maaşla çalışan mühendis, bilgisayar bilgini, felsefeci ve antropologların geleceğin tekniği üzerinde kafa yordukları Palo Alto Research Center’ı (PARC) (Araştırma Merkezi) kurdu. Yine 1970’te firma merkezini Rochester’den Stamford’a (Connecticut) taşıdı. Bir yıl sonra da, Wilson 61 yaşında New York’ta geçirdiği enfarktüse yenik düştü.

Axel Caesar Springer

Haziran 30th, 2012

Alman yayıncı Springer şirketini Avrupa’nın en büyük yayın işletmesi haline getirdi. Güçlü düşünceleri yüzünden sık sık eleştirilen Springer Avrupa kıtasının en yüksek tirajlı günlük gazetesi olan (1994 baskı sayısı: 4.29 milyon) “BILD-Zeitung”u (Resimli Gazete) hayata geçirdi. Hamburg yakınlarında Altona’da bir yayıncının oğlu olarak dünyaya gelen Springer, sonraki mesleğini çekirdekten öğrendi. Springer liseyi bitirdikten sonra babasının işletmesinde dizgisi ve matbaacı olarak çıraklık eğitimini tamamladıktan sonra, Wolffs Telegraphisches Bureau adlı haber ajansında para almaksızın mesleği öğrenmek için çalıştı.

“Bergedorfer Zeitung” için muhabir olarak çalıştı ve 1941’e kadar “Altonaer Nachrichten” (Altona Haberleri) adlı gazetede şef redaktörlük yaptı. Adı geçen gazete 1941’de kapatılınca, askerlik hizmeti için uygun görülmeyen Springer, babasının yayınevini yönetti. Girişimci Olarak Kariyeri Dönemin Kuzey-Batı Almanya Radyosu’nun (NWDR) radyofonik yapıtlarını basan “Nordwestdeutsche Hefte” (Kuzey/Batı Almanya Defterleri) adlı dergiyle yayıncılık kariyerini başlatan 34 yaşındaki Springer, bunun ardından “HÖR ZU” (Dinle) adlı dergiyi çıkardı. Bu resimli aile dergisi, izleyen on yıllar boyunca Alman dilindeki en büyük program dergisi haline geldi.

Springer, 1948’de yapılan para reformunun hemen ardından “Hamburger Abendblatt”ı (Hamburg Akşam Gazetesi) çıkartmak için Hamburg Kenti Senatosundan izin aldı. Springer bununla bağımsız, tarafsız bir günlük gazete çıkarmaya ilişkin düşünü gerçekleştirmiş oldu ve bu gazeteyi en büyük bölgesel Alman gazetelerinden biri haline getirdi. BILD-Zeitung’un İlk Baskısı İlk satış fıyatı 10 pfennig olan “BILDZeitung” ile Federal Almanya Cumhuriyeti’nde 1952’de yeni bir basın çağı başladı: Springer basit cümleli, sürükleyici kısa makalelerle kitlelere hitap ediyordu.

İngiliz müttefikleriyle olağanüstü iyi ilişkiler içinde bulunması, Springer’in 1953’te Welt (Dünya) yayınevini aşağı yukarı 3.5 milyon DM’a İngilizlerden satın almasına olanak sağladı. Bölgeler arası günlük bir gazete olan “Die Welt” (Dünya) Springer’in reklam etiketi olmakla beraber, hiçbir zaman beklediği başarıyı sağlayamadı. Springer’in yayınevi 50’li yılların ortasından beri “WELT am Sonntag” ve “BILD am Sonntag” (1956) adlı gazetelerle pazar günleri ulusal gazete piyasasına egemen olmaktadır. Alman Birliği şavunucusu olan Springer, 1959’da yayınevini Hamburg’dan Berlin’e taşımaya karar verdi (1966’da taşındı). Almanya’nın geleceğine umutla baktığını herkese kanıtlamak için Springer aynı yıl içinde Berlin’deki Ullstein Yayınevini satın aldı.

47 yaşına gelmiş olan Springer, “BZ” (Berliner Zeitung) ve “Berliner Morgenpost” adlı Ullstein gazeteleriyle, ikiye bölünmüş Berlin kentinde kendisinin liderlik pozisyonunu garanti altına aldı. Bastığı ürünlerde DDR (Demokratik Alman Cumhuriyeti) harflerinin önündeki ve arkasındaki tırnak işaretini kaldırmayı reddeden Springer, Alman Birliği için sarf ettiği çabaların yanı sıra, diğer kişisel inançlarını da yayınevinin redaksiyon çalışmalarında ilke olarak kullandı. İnanmış bir Protestan olan Springer, Almanlarla Yahudilerin barışmasına yaptığı katkılar sayesinde İsrail tarafından birkaç kez ödüllendirildi.

Springer her tür siyasal aşırılığı reddediyor ve kendisini serbest piyasa ekonomisinin savunucusu olarak görüyordu. 1968 öğrenci çatışmaları sırasında başta “BILD” olmak üzere Springer’in günlük gazeteleri tek taraflı siyasal yöneltmelerle halkı kutuplaştırdılar ve “Gammlertum” (serserilik) ve “Rotgatdisten” (Kızıl Askerler) gibi kavramlarla duyguları ateşlediler. Öğrenci lideri Rudi Dutschke Nisan ayında kendisine karşı girişilen bir suikast sonucu hayatını tehlikeye atan bir biçimde yaralanınca, büyük Alman kentlerinde yayınevleri abluka altına alındı.

Yayıncının düşünce tekeline karşı çıkan “Springer’in mallarına el koyunuz kampanyası” ve kamuoyunun daha eleştirel bir hale gelmesi, Springer’in piyasa payının düşmesine mal oldu. Springer, aralarında “Bravo”, “Eltern” (Anne-Babalar) ve “Kicker” de bulunan dergilerini başka yayınevlerine sattı ve başta Kuzey AImanya bölgesi olmak üzere, bölgesel gazete piyasasına girdi. Yerine geçeceğini umduğu en büyük oğlunun 1980’de intihar etmesiyle Springer kişisel bir felaketle karşı karşıya kaldı.

Kendisine sanat koruyucusu olarak da bir isim yapmış olan Springer, toplam beş evliliğinden üç çocuk sahibiydi. Elektronik Medyalar Springer 70’li yıllarda özellikle belirli uzmanlık alanlarındaki dergilerle (örneğin “Rallye Racing” Otomobil Yarışçılığı) piyasada belli bir paya sahip olduktan sonra, 80’li yıllarda en büyük hedefi olan kendi televizyon programını kurma işine girişti. Kamu/hukuksal yayıncılık tekeli yayıncıların inisiyatifleri sayesinde sona erdirilince, Springer Schleswig-Holstein eyaleti radyosu ve Radyo ffn’e (Aşağı Saksonya) ortak olmakla özel radyo alanına girmiş oldu ve 1985’te SAT 1’in ortaklarından biri olarak yayına başladı.

73 yaşındaki Springer aynı yıl içinde Berlin’de hayata gözlerini kapadı.

Hasan Doğan

Haziran 30th, 2012

Futbol Federasyonu’nun 14-15 Şubat tarihlerinde gerçekleştirilen genel kurulda, Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı seçilen Hasan Doğan, 1956 yılında Kastamonu’nun Abana ilçesinde doğdu.

İlk, orta ve lise tahsilini İstanbul’da yapan Doğan, 1979 yılında Yıldız Teknik Üniversitesi Makine Mühendisliği Bölümünü bitirdikten sonra 1979-1980’de İngiltere’de lisan eğitimi aldı. 1981-1988 arası Koç Holding bünyesindeki Beldesan firmasında pazarlama koordinatörü olarak görev alan Doğan, 1988 yılında kurucusu olduğu Ramsey’in genel müdürlüğü görevini üstlendi.

Aysel Doğan ile evli olan ve Zeynep ile Selim adlı iki çocuğu bulunan Hasan Doğan, Ramsey Giy. San. Tic. A.Ş yönetim kurulu üyeliği, Gürmen Giy. San. Tic. A.Ş yönetim kurulu üyeliği, Kip-Teks Konf. İmalat Paz. San. Tic. A.Ş yönetim kurulu başkanlığı, Star Medya Yayıncılık yönetim kurulu üyeliği görevlerini yürüttü.

Doğan, Levent Bıçakcı’nın Futbol Federasyonu başkanı olduğu dönemde federasyonda başkan vekili olarak görev almıştı.

Hasan Doğan’ın bu görevleri dışında, İstanbul Sanayi Odası Meclisi, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği sanayi konseyi, Boks Federasyonu yönetim kurulu üyelikleri bulunuyor.

Futbol Federasyonu Başkan adayı Doğan, bunun yanında Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi üyeliği ile Beşiktaş Kulübü kongre üyesi olarak sporun içinde yer aldı.
 
Haluk Ulusoy’dan sonra  Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı seçilen Hasan Doğan, 05 Temmuz 2008 tarihinde Bodrum’da geçirdiği kalp krizi sonucunda hayatını kaybetti.

Werner Otto

Haziran 30th, 2012

Alman işadamı Otto şirketini dünyanın en büyük katalogla satış firması haline getirdi. Başlangıçtaki sermayesi 6.000 DM iken (1949), tüm Otto Grubunun 1994 yılı cirosu 23 milyar DM’ın üstündeydi.

Otto, besin maddeleri toptancılığı yapan bir babanın oğlu olarak Seelow/Brandenburg’da doğdu. Okulu bitirdikten sonra bir tüccarın yanında staj gördü. Bu arada annesiyle babasının işletmesi iflas ettiğinden, Otto, Stettin’de perakendeci olarak çalışmaya başladı. Siyasal nedenlerle Naziler döneminde iki yıl hapishanede kalan Otto, yine de İkinci Dünya Savaşı’nda askere alındı. Başından bir yara alarak ağır savaş özürlüsü olarak cepheden yurduna döndü.

Otto savaştan sonra İngilizlerin işgali altında bulunan Hamburg’a geçmeyi becerdi. Burada karısı Maren ve beş çocuğu ile birlikte başını sokacak bir dam buldu. Otto, Hamburg’da ayakkabıya büyük bir gereksinim olduğunu duyduğu için, vasıfsız işçilerle birlikte, bu konuyu hiç bilmediği halde, küçük bir ayakkabı fabrikası kurdu.1948’de yapılan para reformundan sonra, eski Fransız işgal bölgesinden çok kaliteli ayakkabılar piyasaya çıkınca Otto işletmesini kapatmak zorunda kaldı.

Otto 6.000 DM ve eski fabrika binalarını sermaye yaparak 1949’da katalogla ayakkabı satma işine girdi. 300 adet olarak kendi eliyle bastığı ilk kataloğunda, 14 sayfa üzerinde 28 çift ayakkabı, fatura edilmek üzere satışa sunuldu. Bunu izleyen zamanda şirketi giderek daha iyi iş yapmaya başladı. Otto Kataloğu 50’li yılların ortasında, 32’si renkli olmak üzere, 100 sayfayı buldu. Cirosu 1960’a kadar 100 milyon DM’a ulaştı. Otto bu sıralarda daha çok tekstil ürünleri satışına önem verdi.

Başarısının teminatı yalnız küçük ekibinin coşkusunda gizli değildi. Otto’nun şirketini yönetirken uyguladığı oniki ilkenin de bunda rolü büyüktü. Otto’nun sloganı haline gelen Heraklit’in “Panta Rhei” (“Her şey akmaktadır”) sözünde, Otto’nun dinamizmi ve yeniliklere açık oluşu ifade edilmektedir. Yönetici pozisyonundaki çalışanları, 50’li yıllarda sık sık bu sloganla istemedikleri biçimde karşı karşıya kalıyorlardı. Otto yöneticilerini çok sık değiştiriyordu. Otto 50’li yılların ortasında elektronik data işlemine şirketinde yer veren ilklerden biriydi. Bu sayede toptan siparişlerin işlenmesi kolaylaşıyor ve masraflarda bir düşüş sağlanıyordu.

Otto’nun Oniki İlkesi

1. Kendini tanı.

2. Bağımsız çalışmayı hedefle.

3. Konuları tartış ve başkalarını bigilendir.

4. Sorunları basitleştir.

5. Sistematik bir biçimde çalışarak fırmanın değerli know-how bilgisini koru.

6. Kusurları analiz ederek yapıcı eleştirilerde bulun.

7. Hareketlerinde tutarlı ol.

8 Gizli risklerden sakın.

9. Her şeyi akıcı tut.

10. Böl ve büyü.

11. Zekâ tecrübenin yerini tutmaz.

12. Konulara hakim ol ve uzağı gör.

Otto, 50’li yıllarda işletmesinin bütün alanlarıyla bizzat ilgilendiği halde, şirketin giderek büyümesi karşısında temel sorunlara ve yönetime yoğunlaştı. Rakipleri karşısında ayakta kalabilmek için 1963’te telefonla sipariş servisini kurdu. Otto Postalama Şirketi bundan beş yıl sonra özel hedef gruplarına yönelik ilk kataloğunu esas kataloğa ek olarak çıkardı.

Otto yeni iş alanları açabilmek için ilk hisselerinin % 50’sini satarak, alışveriş merkezlerinin inşaatı ve işletilmesi işine girdi ve Kuzey Amerika’nın taşınmazlarıyla çok kârlı bir iş kurdu. 57 yaşına geldiğinde şirketinin yönetim kurulu başkanlığını bırakarak, bundan böyle denetim kurulu başkanlığını üstlendi. 1969’da kurduğu üç vakıf tıp araştırmalarına ve hasta çocukların korunup desteklenmesine yönelik hizmetler vermektedir.

Şirketin cirosu 1970’de ilk defa milyarlık limiti geçti. Otto teslimat servisini en iyi biçimde gerçekleştirebilmek ve posta servisinden daha bağımsız bir hale gelebilmek için, 1972’de Hermes adlı hızlı paket ulaştırma servisini kurdu. Bunu izleyen yıllarda Otto Fransa, ABD ve Hollanda’da katalogla satış yapan şirketlere ortak oldu. Bu sayede ve eski rakibi Schwab firmasının hisse çoğunluğunu satın almakla piyasada başta gelen pozisyonunu sağlamlaştırdı.

Ürünlerini büyük mağazalara satma konusundaki girişimleriyse pek başarılı olamadı.1975’te bu denemeleri bıraktı ve ayrıca otomobil yıkama tesisleri zincirinin çalışmalarına son verdi. Otto 71 yaşına gelince denetim kurulu başkanlığından istifa etmekle beraber, bu sefer onursal başkanlığa getirildi. Oğlu Michael şirketin yöneticiliğini üstlendi. Şirketin kurucusu Otto bundan iki yıl önce Yıldızlı Büyük Federal Yararlılık Haçı ödülünü almıştı.

Asım Kocabıyık

Haziran 30th, 2012

Asım Kocabıyık, 1924 yılında Afyon’un Tazlar Köyü’nde doğdu. İlköğrenimini ve ortaokulun ilk 2 yılını Afyon’da, orta son sınıfı İstanbul’da, lise öğrenimini ise İstanbul Erkek Lisesi’nde tamamladı. Daha sonra girdiği İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden 1947 yılında mezun oldu.

Asım Kocabıyık, babası Ahmet Kocabıyık’ın kurduğu İstikbal Ticaret T.A.Ş.’de kurucu ortak ve Yönetim Kurulu Üyesi olarak görev aldığında henüz 20 yaşında bir üniversite öğrencisiydi. Böylece ilk kez iş hayatına 1944 yılında, demir-çelik ithalatı ve tarım ürünleri ihracatı yapan ve Borusan’ın çekirdeğini oluşturan İstikbal Ticaret’le atılmış oldu.

1946-1948 yılları arasında, İstiklal Caddesi’nde ortak olarak çalıştığı tüccar terzilik işi sırasında yünlü kumaş işi hakkında tecrübe sahibi oldu. Bu devrede sanat çevresiyle yakın ilişki içinde bulundu. Asım Kocabıyık, babasının rahatsızlanması üzerine, 1948 yılında İstikbal Ticaret ile daha yoğun olarak ilgilenmeye başladı. 1951 yılında, askerlik hizmetini tamamladıktan sonra, bir süre İngiltere’de kalarak yabancı dil eğitimi aldı. 1952 yılı Ağustos ayında babasının vefatı üzerine işleri tamamen devraldı.

Asım Kocabıyık, 1954 yılında Nurhan Kocabıyık’la evlendi ve Ahmet, Zeynep ve Nükhet adlı üç çocuk sahibi oldu.

1955 yılında ticari faaliyetlerinin yanı sıra, imalat işine de girdi.

Borusan’la bütünleşen bir yaşam

Asım Kocabıyık’ın yaşamı, Borusan’ın yaşamıyla iç içe geçmiştir. Onun yaşamının kilometre taşları, Borusan Grubu’nun gelişimine ilişkin tarihçeyi verir. Bu tarihçenin belli başlı dönüm noktaları şöyledir:

1958 yılında çelik boru imalatı alanında faaliyet gösteren Borusan Boru, Sefaköy’de, bin m²’si kapalı, toplam 4 bin m² alan üzerine kuruldu.

1964 yılında Pendik’te, su borusu imal eden, 50 bin ton/yıl kapasiteli yeni bir boru fabrikası kuruldu. 1985 yılında bu tesisler Gemlik’e taşındı.

1968 yılında Borusan Boru’nun ilk fabrikası, aynı bölgedeki yeni ve modern binasına taşındı. 1969 yılında ilk boru ihracatı gerçekleştirildi.

1960 yılında ise, beyaz eşya, yapı endüstrisi, otomotiv yan sanayi ve madeni eşya sanayine yönelik hafif çelik profilleri üreten Kerim Çelik kuruldu. 1970 yılında Amerikan Eaton S.r.L. lisansı ile supap ve supap aksesuarları üreten Supsan kuruldu. Supsan’ın faaliyete geçmesi ile otomotiv sanayine adım atılmış oldu. 1972 yılında, Asım Kocabıyık, şirketlerini Borusan Holding A.Ş. bünyesinde bir araya getirdi. 1973 ‘te Boru Nakliyat, 1975 ‘te ise Borusan İhracat İthalat kuruldu. Yine 1975 yılında, Birlik Galvaniz Borusan Grubu’na katıldı. 1976’da, bugün de dünyanın sayılı tesisleri arasında yer alan Borusan Boru Gemlik tesisleri faaliyete geçti.

Kocabıyık, 1980 ‘li yılların başında, sanayi tesislerinin yanı sıra ticari kuruluşlara da yer verme kararı aldı.

1984 ‘te kurulan Borusan Oto, BMW ile başladığı distribütörlük sektöründeki faaliyetlerine 1995 ‘de Rolls Royce’u, 1998 ‘de ise Land Rover’ı ekledi.

1994 ‘de Borusan Makina, dünyanın sayılı kuruluşlarından Caterpillar’ın Türkiye yetkili temsilciliğini aldı.

Yine 1994 yılında, Türkiye’nin ikinci büyük soğuk sac üreticisi ve aynı zamanda sektörün tek özel girişimi niteliği taşıyan Borçelik faaliyete geçti.

2000 yılında, Boru Nakliyat, Bortrans ve Borusan İhracat, İthalat ve Dağıtım şirketleri, Borusan Lojistik adı altında birleşti. Böylece, yeni bir iş kolu olarak entegre lojistik alanında faaliyete başlandı.

Yine 2000 yılı başında, Borusan ilk teknoloji yatırımını gerçekleştirerek, Borusan Teknoloji’yi kurdu. Time, Bnet ve Pargem, aynı yıl iştirak olarak Grup’taki yerlerini aldı.

Borusan Elektronik’in ilk girişimi niteliğinde olan, Türkiye’nin ilk otomobil referans sitesi Otomax.com, 2001 yılında faaliyete geçti.

Dünya çelik devi Fransız Arcelor firmasıyla Borçelik ortaklığında 2001 yılında çalışmalarına başlanan ve toplam 140 milyon dolara mal olan Sıcak Daldırma Galvaniz Hattı projesinin açılışı 2003 yılının Eylül ayında gerçekleştirildi. Yatırımın 2. fazı ise 2004 yılının Nisan ayında devreye alındı. Bugün tam kapasite ile faaliyette olan Borçelik’in yassı çelik üretim kapasitesi yüzde 100 artarak 350 bin tona ulaştı. Toplam üretim kapasitesi ise, yeni galvanizleme tesisi ile birlikte 900 bin tona çıkmış oldu.

2004 yılında Bnet, alternatif telekom operatörü ses hizmetleri vermek üzere isim değiştirdi ve Borusan Telekom adıyla faaliyetlerini sürdürmeye başladı. Grubun diğer teknoloji şirketi Pargem de Borusan Telekom’a bağlandı.

2004 yılının Aralık ayında Borusan Birleşik Boru Fabrikaları ve Mannesmann Boru Endüstrisi şirketleri sinerjinin daha etkin hale getirilmesi amacıyla tek çatı altında birleşti. Borusan Mannesmann Boru’nun toplam aktif büyüklüğü 285 milyon doları aşarken, sermayesi 177 milyon dolara çıktı.

Borusan Grubu çelik, distribütörlük, lojistik ve teknoloji ana iş kollarında faaliyet göstererek 2004 yılını 1.6 milyar dolar ciro ve yüzde 107 kar artışı ile tamamladı. 2005 yılı konsolide ciro hedefi ise 2 milyar dolardır.

Bugün 21 şirketi ile faaliyet göstermekte olan Borusan Holding’in Kurucu Başkanı Asım Kocabıyık, Kasım 2001’de Borusan Holding Yönetim Kurulu Başkanlığı’nı oğlu Ahmet Kocabıyık’a devrettikten sonra kendini aktif iş yaşamı boyunca hiç kopmadığı sosyal alandaki gönüllü faaliyetlerine adadı.

Bu tarihten itibaren Borusan’ı biraz daha dışarıdan ve günlük çalışmanın yoğun temposundan kurtulmuş bir şekilde değerlendirme olanağı bulduğunu belirten Asım Kocabıyık, düşüncelerini şu şekilde dile getiriyor:

“Borusan’ın hızla büyüyüp serpilmesini, bir bakıma gençlikten yetişkinliğe geçmesini izlerken mutlu oluyorum. Bugün Türk ekonomisinin en dinamik güçlerinden biri olan ve milletimizin refahının artmasına katkıda bulunan bir grubun kurucusu olmak bana gurur veriyor.

Grubumuz kararlı adımlarla hedeflerine doğru ilerliyor. Borusan’ın bugün geldiği noktada istikbale korkmadan bakabilmesinin altında yatan 3 önemli güç vardır.

Bunların başında Borusan’ın daima dürüst iş yapması; çalışanlarına, müşterilerine ve iş ortaklarına verdiği sözleri tutması geliyor. Dürüst çalışmanın ve verilen sözleri tutmanın karşılığında elde edilen güvenin, bir şirket için en önemli sermaye olduğunu biliyoruz.

Bizi bugünlere getiren ve istikbale taşıyacak olan bir başka güç ise planlı çalışmamız, atacağımız adımları iyi hesaplayabilmemizdir. Bu sayede bugüne dek hep önümüzü daha net görmeye ve doğru kararlar almaya muvaffak olduk.

Bizi güçlü kılan üçüncü faktör de bu topraklara ve bu millete karşı duyduğumuz sorumluluktur. Türkiye sayesinde başarılı olduğumuzu hiç unutmadık. Attığımız her adımda, aldığımız her yatırım kararında milletimize olan sorumluluğumuzu aklımızdan çıkarmadık. Kazancımızın önemli bir kısmını milletimizin sorunlarının çözümüne ayırmakta tereddüt etmedik. Bu sorumluluk duygumuz bundan sonra da aynı şekilde devam edecektir.”

Kaan Soyak

Haziran 30th, 2012

Türk Ermeni İş Geliştirme Konseyi Eş Başkanı

1961 yılında doğdu. Alyans-Tempo Denizcilik ve Taşımacılık Şirketi’nin Kurucu Başkanı ve ortağı. Aynı zamanda çeşitli Amerikan güvenlik şirketlerinin Ortadoğu’da danışmanı. Latin Amerika ve Karayipler Güvenlik Konseyi Yönetim Kurulu Üyesi. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ilk defa ABD hükümetinin Orta Asya ve Kafkaslar’a gönderdiği insani yardım yüklerinin kontrat olarak bu ülkelere teslim edilmesini organize etti. İlk Türk-Rus ortak firmasını kurup Türkiye’ye ilk Rus sermayesini getirdi. Türk-Ermeni İş Geliştirme Konseyi (TABDC) Türk tarafı Eşbaşkanı ve 1996’dan beri Türk-Ermeni ilişkileri üzerine çalışıyor. Ermenistan’ın bağımsızlığından sonra, iki ülke arasındaki ve Ermeni diyasporası ile Türk hükümeti arasındaki ilk temasları başlattı. Hem Türkiye hem de Ermenistan hükümetleri tarafından akredite olarak iki ülke ve iki toplumun yakınlaşması üzerine çalışıyor. Avrupa Ermeni diyasporası (TABDC-EU) ve Amerika Ermeni Diyasporası (TABDC-US) ile ilişki kurdu. ODTÜ Uluslararası İlişkiler mezunu.

ABD’ye yerleşen ve ABD vatandaşı olan Soyak aynı zamanda New York Rotary Kulüp Üyesi. New York Kulübü 1909 yılında kurulan dünyanın en eski rotary kulüplerinden birisi… Bu kulüp aynı zamanda rotary kulüpleri adına Birleşmiş Milletler’e danışmanlık yapan bir kulüp. Kaan Soyak kulübün bu konudaki yetkilisi dış ilişkiler sorumlusu.

Evli ve 2 çocuk babasıdır.

Kaan Soyak ve kardeşi Noyan Soyak‘ın şirketi 1990’dan beri Rusya’da, 1994’ten bu yana ise ABD’de faaliyet gösteriyor. ABD yönetiminin insani yardım yüklerini taşımak için açılan Asya’ya yönelik ihalelere katılan ve Ermenistan ve Azerbaycan gibi destinasyonların ihalesini kazandıkça Ermenistan’a da taşıma yapmaya başladılar. Bu yükleri ülkenin içine kadar taşımak zorunda olduklarından Ermeni partnerlerle tanıştılar.

Soyak lojistik Amerikan firması olarak bu işi yapıyordu. Ermeniler bu işin arkasında Türklerin olduğunu öğrendiince Levon Ter Petrosyan’ın cumhurbaşkanlığı döneminde hükümet yetkilileri görüşmeye davet etti. Petrosyan’ın ağabeyi Telman Ter Petrosyan Soyak’lara Türk ve Ermeni işadamları arasında bir iş konseyi kurmalarını önerdi. Bunun çok faydalı olacağını düşünen Kaan ve Noyan Soyak öneriyi kabul etti. 1997’de Türk Ermeni İş Geliştirme Konseyi kuruldu. Konseyin Ermenistan’daki eşbaşkanlığını Arsen Ghazarian yapıyor. Kuruluşundan iki ay sonra Telman Ter Petrosyan vefat etti ve ardından Levon Ter Petrosyan cumhurbaşkanlığından ayrıldı.

TURKISH TiME Dergisinin 2002 Temmuz sayısında Noyan Soyak ile yapılan söyledi kendisine yöneltilen sorusuya “Konseyinizin adı Türk – Ermeni İş Geliştirme Konseyi. Amacınız sadece Ermenistan’la değil tüm dünya Ermenileriyle ilişkileri geliştirmek mi?”

“Ermeni diasporası dünyada çok geniş bir etki alanına sahip. Sadece ABD’de ya da Avrupa’da değil. Örneğin Rusya’da Moskova ticaret yaşamında büyük etkileri var. İran, Suriye, Lübnan hatta Arjantin’de bile etkin Ermeni diasporası var. Üstelik ticaret alanında son derece yetkin ve deneyimliler. Ermenistan’da bugün nüfus iki milyon ama dünya genelinde sekiz milyon daha Ermeni yaşıyor. Üstelik tahminime göre bunların yüzde 70’i Türkçe konuşuyor.” cevabını verdi.

5 Ocak, 2005 15:32:00 (TSİ) Manşet programında Mehmet Ali Birand’ın “Ermeni Lobisi” ile ilgili sorularını yanıtlayan Kaan Soyak:

“Ermeni Diasporası Amerika’da çok aktif bir kampanya içerisinde. Bu kampanyanın daha etkin olabilmesi için Amerika ve Amerika üzerinden de Avrupa’nın bütün kurumlarıyla, bütün siyasi yapılarıyla, bütün devlet yapılarıyla, valilikleriyle ve bütün bildiğiniz kurumlarıyla şu anda çok detaylı görüşmeler sürdürüyorlar. İki tane grup var diasporada. Yüzde 20’lik bölüm aşırı milliyetçi Taşnak Partisi ve bağlantılı kişiler. Diğer yüzde 80 ise diğer siyasi partilerle bağlantıları olmayan, genelde kilise üyesi bağımsız ve demokratik bir Ermenistan olmasını destekleyen kişiler.

Soykırımı konusu Taşnaklar’ın ekmek kapısı. Eğer bu konu ortadan kalkarsa Taşnakların da en büyük gelir kaynağı da ortadan kalkmış olacak. Dolayısıyla da tüm Ermenileri de birleştiren yegane unsur. Amerika ve Avrupa’daki kampanyaların başını Taşnaklar çekiyor. Aslında Diaspora Ermenilerinin arasında Türkiye’nin Avrupa’ya katılımına karşı açık bir düşünce ve açık bir tutum yok. Ancak, Avrupa Birliği içerisinde Türkiye’nin üyeliğini istemeyen ülkeler soykırım konusunu bir kılıf yaparak Türkiye’ye karşı olduklarını bu şekilde gösteriyorlar.” cevabını verdi.


02.03.2007 tarihinde Refarans Gazetesi’nden Nuray Başaran’ın Kaan Soyak ile yaptığı Söyleşi:

Poster gibi fotoğraf ABD Kongresi’nde dağıtıldı

Kaan Soyak, Türkiye ile Ermenistan arasında olumlu adımların atıldığı bir dönemde Hrant Dink’in öldürülmesinin çok kötü bir tesadüf olduğunu söyledi. Soyak, ‘Öyle bir insanın kaybolması tabii bizim yüzümüzü çok kötü bir hale getirdi, yani yüzümüzü kaybettik’ dedi. Soyak, Ermeni tasarısının ABD Kongresi’nden geçecek gibi göründüğünü de söyledi.

Yıllardır Türkiye’nin karşısına konulan Ermeni soykırımı iddiaları bu kez Türkiye açısından umutsuz ve ciddi bir vaka olarak karşımızda duruyor.

Günlerdir ABD nezdinde hem Türk hükümeti hem de parlamenterlerimiz birebir görüşmeler yapıyor ama gelen haberler hiç de iç açıcı değil. Son gelişmeleri iki ülke arasında hem siyasi hem de ticari ilişkileri sürdüren Türk Ermeni İş Geliştirme Konseyi Başkanı Kaan Soyak’a sorduk. Soyak, gelişmelerin ciddi olmakla birlikte hâlâ sorunun önüne geçilebilmesinin mümkün olduğunu söyledi. Soyak, şu anda ABD’den Türkiye resminin flu göründüğünü ve siyasi bir boşlukla karşı karşıya olunduğunu vurguladı. 

Hrant Dink cinayeti, Türk-Ermeni ilişkilerini nasıl etkiledi? Dünyada nasıl algılandı?

Bu cinayet tabii ki hepimizi çok üzdü. Hiç beklemediğimiz bir anda, beklemediğimiz bir şekilde oluştu. Tam da ben Ermenistan’dan dönmüştüm cinayet olmadan 2 gün önce. Orada çok da iyi görüşmeler yapmıştık. Sınırların açılmasıyla ilgili bir konferansa katılmıştım ve her şey çok iyiydi. Hatta Dışişleri Bakanı Oskanyan’la da görüştüm. Tabii bunların içerisinde en son geldiğimiz nokta, Ermenistan tarafının istediği diplomatik ilişkilerin kurulması ve sınırın açılması talebi. Türk tarafının da istediği ortak bir tarih komisyonunun oluşturulması. Bu ikisinden birinin önce, birinin sonra olması yerine; her ikisinin de aynı anda ele alınması konusunda Oskanyan’dan olumlu görüş aldım. Bu, bizim Türk tarafının da istediği bir şeydi. Bu güzel haberle döndüm.

Kimler vardı, kimler temsil ediyordu, yoksa siz tek başınıza mıydınız?

Şimdi biz işadamı sıfatıyla tabii seyahatlerimizi yapıyoruz. Ancak Türkiye’ye gelince birçok kurumu haberdar ediyoruz. Bunların içinde Genelkurmay, Dışişleri, Milli Güvenlik Kurulu var. Yani tek başına yapılmış bir şey değil. Sonra 19 Ocak sabahı tam artık görüşmeler pozitife gidiyor, tarih komisyonu olabilecek derken, aynı gün Hrant Dink’in öldürülmesi bizim bütün çalışmalarımızı durdurdu. Hepimiz açıkçası ne yapacağımızı şaşırdık. Çünkü Hrant diyasporada belirli aşırı milliyetçi grupların önüne çıktığımızda tabii ben Türk olarak bir yere kadar anlatabiliyorum ama o bir Ermeni olarak Türk pasaportunu göstererek Türkiye’de ne kadar rahat yaşadığını, hiçbir sıkıntısının olmadığını, “Korunmaya ihtiyacın var mı” diye soranlara; “Hayır, niye korunmaya ihtiyacım var ki ben Türkiye’de yaşıyorum, Türküm” diyen bir insandı.

Öyle bir insanın kaybolması tabii bizim yüzümüzü çok kötü bir hale getirdi, yani yüzümüzü kaybettik. Ve hazin bir cenaze töreni yaşandı. En ilginci Fransa’dan ilk kez olarak Türkiye’ye bazı Ermenileri getirdik. Bunların içinde Fransa’da bu soykırım tasarılarını gündeme getirenler de dahil. Ertesi akşam, cenaze akşamı da onlarla yemeğe gittik. Orada hepsinin söylediği Türkiye’de bir şok yaşadıkları. Çünkü ilk kez hayatlarında Türkiye’ye gelmişler. Sabah otelden dışarı çıkınca “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz” sloganlarıyla 100 binin üzerinde insan görünce bir şoka girdiler. Ve akşam “Keşke Türkiye’ye daha önce gelseydik. Biz bambaşka bir şey düşünüyorduk. Orada yürüyenler de Ermeni değil, Türklerdi. Yapılan jest bizi çok etkiledi” dediler. Bazı gruplar bana “Sence hepimiz Ermeniyiz, hepimiz Hrant’ız demek doğru mu, değil mi” diye sordu.

Bu Türkiye’de de çok tartışıldı…

Ben de dedim ki Dünya Kupası’nda Türkiye, Brezilya ile futbol maçı oynandığında Erivan’daydım. Bir otelde 100 kişiye yakın insan maçı seyredecekti. O gün ben Türk bayrağı tişörtleri götürmüştüm Erivan’a. Maç oynanırken oradaki yabancı görevliler ve Ermenistan’daki diplomatlar Brezilya’yı tutuyorlardı. Ermenileri de ben bir tarafa aldım. Türk bayrakları giydirdim üzerlerine, Türkiye diye bağırttırdım, “Bugün hepimiz Türkiye’yi tutuyoruz, bugün hepimiz Türküz” dedim bu maç için. Onlar da Türkiye diye slogan attılar.

Şimdi aklıma o çağrışım geldi. O gün hepimiz Türküz diyerek Ermenistan’daki Erivan’daki Ermeniler Türk olmadılar yani bu bir jest aslında. Bunun da böyle algılanması lazımdı.

Sonuçta tabii bu sloganın çok yardımı oldu Türk-Ermeni ilişkilerinin yumuşatılması için.

Ertesi gün Ermenistan Dışişleri Bakan Yardımcısı’yla bizim Ankara’dan gelen diplomatlarımız güzel de bir görüşme yaptılar. Bu görüşmede işte tarih komisyonu ve diğer sorunların da ele alınacağı durumun aynı anda ele alınması gündeme geldi. Ve şimdi bu konuda Ermenistan tarafından bir mektup bekleniyor.

Bu cinayetin tarihi bir tesadüf mü? Bu durum dışarıda nasıl algılanıyor?

Tabii Ogün Samast’ın yakalandığında Türk bayrağının önünde çekilen fotoğrafı bir devlet kahramanı gibi basına yansıdığında ertesi gün bu resim Amerikan Kongre üyelerine dağıtıldı. Şimdi tabii herkes tam o acıyla şok içindeyken böyle bir resimle de karşılaşınca, karşılarında sanki Türkiye devleti bundan suçluymuş gibi, ABD Kongresi’nde de böyle bir izlenim yaratılıyor. Bu resmi Kongre’de dağıtanlar da aşırı milliyetçi Taşnak kuruluşları.

Genelkurmay bu resimleri yayımlayan yayın kuruluşuna akredite yasağı koydu. ABD’de böyle bir şey yapılabilir miydi?

Hayır hayır kesinlikle yapamaz. Çünkü Türkiye’nin milli çıkarlarına yardım etmedi bu yayın. Genelkurmay’ı son derece haklı buluyorum. Yani o resimler Amerikan Kongresi’ndeki 435 üyenin eline ulaştı. Şimdi onu nasıl temizleyeceksiniz? Açılan yaraları temizlemek çok zor.

Söz konusu yayın kuruluşunu bundan bir süre önce Amerikalılar aldı biliyorsunuz.

Yani yayın kuruluşlarının sahipleri Amerikalılar, İngilizler, Fransızlar, Almanlar olabilir. Ancak ABD’de de bazı yayın kuruluşlarının sahibi, işte Murdoch gibi Amerikalı olmayan kişiler olabiliyor. Ama hiçbir zaman ABD’nin aleyhine bir yazıyı belirli kurumlara danışmadan koyamazlar. Bunun sahibi kim olursa olsun, bence bizim devlet olarak önlemleri kendimizin getirmesi lazım. CNN Türk’te de yayımlanabilir, ne oldu CNN Türk’ün de belirli bir yüzdesi Amerikalılara ait. Yani bence böyle bakmamalı.

Resmin etkilerinde kalmıştık…

Etkileri çok kötü oldu tabii bu resmin. Hâlâ onu temizlemekle meşgulüz. Yine de o 100 binin üzerinde insanın “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeniyiz” diye yürümesindeki olumlu etkiyi yok edemedi. O bir gerçek.

Sayın Abdullah Gül’ün seyahatinden sonraki haberler çok iç açıcı görünmüyor. Ermeni tasarısı geçecek mi?

Şimdi bizim Türkiye olarak geçmişte Kongre’ye bu tür Ermeni konularında yaptığımız temaslar yeterli değildi. Bence hem Sayın Bakanın hem de beraberinde gittiği heyetin Kongre üyeleriyle çok sayıda ilişkiye girmesi ve bizden de parlamenterlerin düzenli olarak gitmesi çok olumlu. Olumlu olduğu ölçüde de biraz geç kalınmış bir adım. Çok önceden yapılması gerekirdi.

Türkiye’nin lobi şirketi olarak Neo-con’larla anlaştığı, bunun da eksik olduğu yönünde haberler geldi.

Çok doğru. Ben ABD’de yaşıyorum. Biz maalesef yıllarca lobimizi tam anlamda yapamadık. Yani ne hükümetlerimiz ne de Genelkurmayımız anlatabildi. Yani öyle bir hep “arm wrestling diplomacy” dediğimiz bilek güreşi diplomasisiyle yaptık her şeyimizi. Ya benim yolumdan ya da öbür yoldan git. Oysaki Amerika’da siyaseti yapan kurumlar var. Birçok organizasyon birçok dernek var, birçok kurum ve acente var. Bunların içinde siyaset yapılıyor. Daha sonra Amerikan Dışişleri Bakanlığı’na geliyor ki yürütülmesi için. Biz de hep o son nokta ile muhatabız.

Bu konuda Demokratlar etkili olacak galiba.

Tabii ki eğer tasarı gelirse zaten Demokratlar’ın oyuyla geçecek. Yani neo-con’lara kalsa yine geçirmezler. Lobi olarak çalıştığımız kuruluşa baktığımızda ise Türkiye maalesef neo-conlar da Demokratlar da gelse hep aynı kuruluşa veriyor lobi işlerini. Bu durum da enteresan.

Ne kadar zamandır aynı kuruluşa veriyor?

Benim bildiğim bir 8-9 yıldır aynı kuruluşa veriyor. Bunun yanında ABD’de yaşayan objektif konulara bakabilen birçok Türk asıllı Amerikalı var, onlara değişik görevler verilebilir. Hep tartışılan ABD’nin süper güç tanımıyla bir planı projesi var diyelim. Bu plan ve projeyi biz hep Amerikan Dışişleri Bakanlığı’ndan öğrenmek durumunda kalırsak gecikiyoruz, zaten Ermeni konuları da bunların içersinde.

Bizim daha detaylı birlikte çalışmamız ve bu planın yürümesinde önemli yerlerden zamanında ve doğru bilgi alabilmemiz gerekiyor. Ermeni konularında eğer tasarı geçerse ABD ile ilişkilerimiz bozulur diye tehdit ediyoruz. Irak için ABD’nin bize ihtiyacı var, üslerini riske atamaz diye düşünüyoruz. Bir taraftan bilmeliyiz ki Demokratlar zaten Bush’un Irak politikasına baştan beri karşılar, yani onlara gereken etkiyi verdiğini hiç sanmıyorum.

Tasarıya karşı olan ABD hükümeti de Türkiye’den bir jest beklemekte, bu jest ile aslında hepimiz bu tasarıyı engelleyebiliriz. Kanımca Ermeni sorununa kökten çözüm bulmak zorundayız.

Milletvekillerinin seyahatleri ertelendi.

Boşu boşuna gideceklerinden dolayı ertelenmesi doğruydu. Çünkü gidip de orada görüşeceğiniz kimse olmazsa boşu boşuna oluyor, harcırah parasına yazık.

Sınırların açılması, buna karşılık tarihin ortak olarak çalışılması konusunda bir anlaşmaya varılmıştı Ermenistan’da. Bu etkili olmaz mıydı mesela?

Çok olurdu. Tasarı çoktan rafa kaldırılmıştı bile. iki ülke arasında karşılıklı bir protokol yeterliydi.

Bunun için çok geç mi?

Bence çok geç değil. Türkiye’nin acilen bunu yapması lazım. Radikal bir jest herkesi rahatlatır hem de çok geç olmadan.

Peki bu öneriyi Türk tarafına söylediniz mi? Yaklaşım nasıl?

Tabii biliyorlar. Hem Sayın Başbakan, hem Dışişleri Bakanı biliyor. Herkes mantıklı karşılıyor ama “Acaba bunu yapmadan bir sonucu elde edebilir miyiz” diye bakıyoruz herhalde.

Başbakan Gürcistan’a gitti ve enteresan bir projeyi başlattı. Trenle İpek Yolu Projesi deniyor özetle. Bu bir tesadüf mü?

Hiçbir medeni ülke bir başka ülkenin tamamıyla izole edilmesinin barış getireceğine inanmaz. Siz bugün büyük bir projeden Türkiye’yi de by-pass ederseniz veya Ermenistan’ı da es geçerseniz bu durumun inanın bölgeye hiçbir yararı olmaz. Dolayısıyla ben son imzalanan Kars-Tiflis-Bakü tren yolunun erken olduğu düşüncesindeyim. Olmasın demiyorum ama erken olduğunu düşünüyorum. Zamanlaması biraz kötüydü. Ve gerek Ermenistan kamuoyunda gerekse diyaspora kamuoyunda olumlu bir etki yaratmadı. Adeta duran ateşi alevlendirdik. Ben kiminle görüşsem herkes çok üzgün; Ermenistan’ın izole edilmesine, herkes bu projeyi Ermenistan’a karşı bir proje diye düşünüyor.

Tasarı konusunda son durum nedir şimdi ABD’de?

Amerika’da en son durum tasarının geçeceği yönünde. Ben de yani inanın ilk kez bu kadar umutsuz konuşuyorum. Kongre’de Amerikan Ermeni Dostluk Grubu çok güçlü, çok kalabalık, bu sefer Museviler de Yahudi dernekleri de bu işe fazla dokunmuyor. Eskiden dokunuyorlardı.

Tasarı geçti diyelim. Ertesi gün ne olacak?

Bir kere 2 yönü var bunun: Manevi olarak elimizde fırsat varken bu tasarının geçmesini engelleyememekten dolayı hepimiz bir yerde sorumluluk altındayız. Bu işi durdurabilecekken durduramamış olmanın sorumluluğunu taşıyacağız.

ALİYEV NEDEN YANIMIZDA DEĞİL
Başbakan Bakü-Akhalkalaki-Tiflis-Bakü tren yolu temel atma töreninde Tiflis’te Aliyev ile birlikte olduğunu kaydeden Kaan Soyak, “Aliyev, ‘Gürcistan’ın da parasını biz öderiz’ dedi. Tren yolu inşaatı işini hızlandırmak istiyor, bu adımlar da tabii ki diyasporadaki aşırı milliyetçi Ermeniler üzerinde tam ters bir etki yaratıyor, kaldı ki Ermenistan’ı by-pass eden bu tren yolunun ABD Kongresi’nde de pek sempati yarattığı  söylenemez. Türkiye, Kafkaslar’da barışın sağlanmasında öncülük edeceğine, küçük ölçekli devletlerin kavgasına karışıp büyük resmi kaçırıyor. Madem, Ermeni lobisine karşı mücadele etmek kararı alındı, peki o zaman neden bu tasarıya karşı Azerbaycan’la beraber hareket edemiyoruz? Neden Fransa’ya gittiğinde Aliyev açıkça soykırım tasarısına karşı konuşmuyor?” dedi.

TÜRKİYE FIRSATLARI KAÇIRIYOR
Türkiye’nin hep fırsatları kaçıran bir ülke olduğunu belirten Kaan Soyak, “Petrosyan dönemini kaçırdık, Taşnak Partisi o zaman yasaklıydı. Türkiye Taşnakların yasaklı olduğu dönemi kaçırdı. Türkiye ile Ermenistan o yıllarda hemen dost olmalıydı. Ama bu firsatı kaçırdık. Şimdi 21. yüzyıldayız ve sınırlar hâlâ kapalı. Bu durum her iki tarafta da düşmanlığı kamçılıyor. Çünkü sınırların kapalı olmasının sonucunda Ermenistan ekonomisi yurtdışından gelen para transferlerine dayalı bir hale geldi, yani her geçen gün diyasporasına daha bağlı olmaya başladı. İşler daha da kötüye gitmeden  önce bizim radikal önlemlerle adımlar atmamız gerekiyor” dedi.

Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükkanıt’ın ABD gezisinin son derece olumlu algılandığını kaydeden Kaan Soyak, “Bence en büyük nedeni, tabii benim izlenimim, siyasi otoritenin zayıflayıp gerekli yerlerde gerekli adımları atamadığı kanısı ABD’de hâkim olmaya başladı. Bu durum da Büyükanıt’ın  ziyaretine daha fazla önem verilmesine neden oldu. Hep duyduğum siyasi otoritenin geçici adımlar atıp günü kurtarmaya baktığı, oysa bölgedeki Irak olsun, Ermeni sorunu olsun, kökten çözümler gerektiren birçok sorun var, ve bu sorunların çözümünde şu ana kadar bir ilerleme olmadı. Siyasi bir boşluk hissediliyor” diye konuştu.

KÖKTEN ÇÖZÜM VE JEST BEKLENİYOR
ABD’deki tüm ziyaretlerden haberdar olduğunu kaydeden Soyak, “Gelen parlamenter gruplarına yaptıkları görüşmelerde aşağı yukarı size bu söyleşide söylediklerim söyleniyor. Tasarıların gündeme gelmemesi için Ermenistan’la ilişkilerde adım atılması ve ilerleme olması önemle tavsiye ediliyor” dedi. Soruna Türkiye’nin kökten çözüm bulması gerektiği, gündelik formüllerin işe yaramadığının anlatılmaya çalışıldığını kaydeden Soyak, “Ayrıca tabii ki, bu tasarının geçmemesinin Türkiye’nin siyasi spectrum’u açısından ne denli önemli olduğu dile getiriliyor ve geçmemesi için herkesin elinden geleni yaptığı çalışmalarda Türkiye’den de bir jest yapılması bekleniyor” dedi.

Louis Renault

Haziran 30th, 2012

Fransız girişimci Renault 20. yüzyılın başlarında Fransa’nın en büyük otomobil şirketini kurdu. Motorlu araç sporlarına tutkun olan Renault, şirketini Birinci Dünya Savaşı sıralarında ülkesinin en büyük silah yapımcısı haline getirdi.

Renault, 12 Aralık 1877’de Paris’te bir tüccarın üç oğlundan biri olarak dünyaya geldi. Henüz öğrenciyken taşıt araçlarına meraklı olan Louis, yeni gelişmekte olan motorla işletilen otomobillerin çekiciliğine kapılmıştı. Biriktirdiği paralardan 20 yaşındayken, motor gücü 0.75 beygir olan De Dion Bouton markalı üç tekerlekli bir otomobil satın aldı. Paris yakınlarında Billancourt’daki eski bir garajda bu aracı parçalarına ayırdı ve pek çok ayrıntısını düzeltti.

Bu yeniliklerden Renault’nun ilk küçük otomobili olan Voiturette ortaya çıktı. Bu aracın önemli yeniliği 3 ileri ve 1 geri vitesli mekanik dişlisiydi; 3’üncü vites sabit bir mil aracılığıyla doğrudan doğruya hareket ettirici arka dingile bağlanmaktaydı. Voiturette önceki kayış ya da zincir tahrikli otomobillere oranla daha sessiz ve daha verimliydi. Renault 21 yaşına geldiği 1898 yılının sonunda bu otomobili için ilk siparişlerini aldı. Erkek kardeşleri Fernand ve Marcel ile birlikte Renault Freres şirketini kurdu ve Şubat 1899’da buluşu için patent aldı.

Yüzyılın başında yaygın olan motorlu spor tutkusuna Renault da kapıldı. 1899’da ilk kez 172 km.’yi aşkın Paris-Trouville yarışına 22 yaşında katıldı ve bu yarışı kazandı. Böyle etkinliklerin satışı artırıcı bir reklam aracı olduğunu gören Renault, bunun ardından çok sayıda otomobil yarışına katılmayı sürdürdü.

Renault 20. yüzyılın başından sonra Voiturette’i giderek geliştirdi. B modeli 1900 yılında kapalı karoserisi olan ilk taşıt araçlarından biridir. Genç girişimci yılın sonunda Billancourt’daki fabrikasında 110 kişi çalıştırıyordu. Bir yıl sonra yeni geliştirdikleri spor tipi araba (E modeli) Paris-Bordeaux ve Paris-Berlin yarışlarında ikili zaferiyle sansasyon yarattı. İki silindirli motoru olan H modelinin (1902) ardından, Marcel Renault’nun Paris-Viyana yarışında zafere ulaştırdığı ilk dört silindirli K modeli geldi.

Renault’nun iki silindirli taşıt aracı (8CV) Paris’te taksi olarak ünlendikten sonra, şirketini başta gelen Fransız üreticisi haline getiren otomobilin seri üretimine başladı. Renault dış ülkelerde, 1907’de New York, Londra ve Berlin’de şubeler kurduğu gibi gemi ve uçak motorları üretimine de girişti. Kardeşlerinin ölümünden sonra (Marcel 1903, Fernand 1909) Louis fabrikayı kendi başına yönetti, yeni gelişmelere yoğunlaştı, üretim programını geliştirdi, iş bölümü ve seri iş bandı üretimini başlattı. Firması Birinci Dünya Savaşı’nda ülkesinin en büyük silah üreticisi oldu.

Başka yeniliklerin (1906: Amortisör, 1909: Solda direksiyon, 1921: Servo freni) yanı sıra Renault’nun taşıt araçları 20’li yıllarda uluslararası üstünlüklerini kanıtladılar. Otomobilleri kısa mesafelerdeki hız rekorlarının yanı sıra, uzun mesafelerde de (örneğin; çöl yarışları) yeteneklerini gösterdiler. Otomobil alanındaki çok sayıda yeniliğin arasında, hemen hemen her yıl yeni modeller çıkaran Renault’nun piyasaya sürdüğü Vivaxuatre 1933’ten sonra Paris’te sürekli taksi olarak kullanıla geldi.

Hitler’in Almanya’daki iktidarı ele geçirdiği yıl, Renault, Havacılık Bakanlığının isteği üzerine, yeniden uçak üretimine başladı. Birkaç yıl sonra, yaşam boyu çalışmasının ürünü olan fabrikasının 1940’ta Alman birlikleri tarafından işgal edilmesine ve 1942/43’te bombalanmasına tanık oldu. 24 Ekim 1944 tarihindeki ölümünden kısa bir süre önce Renault, ülkesinin müttefikler tarafından kurtarılışını gördü. 67 yaşında ölen Renault, fabrikasının 1945’te devleştirildiğini göremedi.

Sinan Aygün

Haziran 30th, 2012

Ankara Ticaret Odası (ATO) Başkanı Sinan Aygün, 1959 yılında Ankara’da doğdu. İlk, orta ve lise eğitimini Ankara’da tamamlayan Aygün, Gazi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü‘nden mezun oldu. İnşaat müteahhitliği ve inşaat malzemeleri satışı yapan bir dükkanı bulunmaktadır.

Sosyal konularda raporlar hazırlatarak toplumla paylaşan Aygün özellikle kredi kartları konusundaki yanlış uygulamalara dikkat çekerek halkın beğenisini kazanmıştır.

Halen Ankara Ticaret Odası Başkanlığı görevini yürüten Aygün, evli ve bir çocuk babasıdır.

Ergenekon soruşturması
1 Temmuz 2008 günü sabahı, Ergenekon Soruşturması kapsamında yapılan operasyon ile İstanbul Cumhuriyet Savcısı Zekeriya Öz ve Mehmet Ali Pekgüzel’in talimatıyla Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün Terörle Mücadele Şubesi tarafından gözaltına alınmıştır.

Sinan Aygün’ün evinde arama yapan polisler, daha sonra Aygün ile birlikte ATO Genel Merkezi’ne geldi. Polislerin koluna girmiş biçimde ATO Genel Merkezi’ne girdi. Bu anlarda kameralar tarafından görüntülenen Aygün, gazetecilerin gözaltı nedenini sorması üzerine “Atatürk’ü sevmekle suçlanıyorum.” dedi. Aygün, ATO Genel Merkezi’ndeki odasına çıkarılarak, burada da polisler tarafından arama yapıldı.

Ergenekon soruşturması kapsamında Beşiktaş adliyesinde sorgulanan ATO Başkanı Sinan Aygün nöbetçi mahkeme kararı ile “terör örgütüne üye olmak suçundan” tutuklanarak Metris Cezaevi’ne gönderildi. Aygün’ün Adliye’den araca bindirilişi sırasında oldukça bitkin ve moralsiz olduğu gözlendi.

Tahliye Oldu
Ergenekon soruşturması kapsamında Kocaeli 2 No’lu F Tipi Yüksek Güvenlikli Cezaevi’nde tutuklu bulunan Ankara ticaret Odası (ATO ) Başkanı Sinan Aygün 15 Temmuz 2007 günü tahliye edildi.

Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklanan ve 8 Temmuz 2008 tarihinde Kocaeli 2 No’lu F Tipi Yüksek Güvenlikli Cezaevi’ne konulan Aygün ‘ün tahliyesi, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi ‘nin tahliye kararının Cezaevi’ne ulaşması üzerine gerçekleşti.

Aygün, işlemlerin tamamlanmasının ardından saat 21.32’de Cezaevi’nden çıktı.

Cezaevi çıkışında bekleyen gazetecilere açıklamalarda bulunan Aygün , şunları söyledi:

‘Tutukluluk halimi, Türkiye Cumhuriyeti Devletine , 14 gün misafir olarak kaldığımı kabul ediyorum. Gördüğünüz gibi giydiğim gömlekle daha sağlam, daha sıhhatli çıkıyorum. Allah içeridekilere sabır versin. Müsaade ederseniz, bu kadar açıklama yapıyorum. Yarın ATO Meclis toplantısı sonrası açıklama yapacağım.’

Aygün , İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Aykut Cengiz Engin ‘in ‘Ergenekon’ soruşturması iddianamesiyle ilgili açıklamasını izleyip izlemediğinin sorulması üzerine, o sırada Avukatlarıyla görüştüğünü, ancak serbest kaldığını televizyon haberlerinden öğrendiğini belirterek, ‘Türkiye Cumhuriyeti Devleti ‘ne teşekkür ediyorum’ dedi.

Asa Candler

Haziran 30th, 2012

Amerikalı girişimci Candler 1891 yılında Coca-Cola adlı meşrubat şirketini satın aldı. Yirmi yıla yakın bir süre içinde Coke’u uluslararası bir kuruluş haline getirerek kafein içeren bu meşrubatın dünya çapında yayılmasına önayak oldu.

Candler Carroll Country/Georgia’da dünyaya geldi. Orta halli baba evini 17 yaşında terkederek Cartersville/Georgia’da bir perakendecinin yayına çırak olarak girdi. 1873’de Atlanta’ya gelerek bir “drugstore”da iş buldu. Ayrıca pazar günleri kilise okulunda öğretmenlik yapıyorda. Birkaç ay sonra ortağı olduğu dükkânı, birkaç yıl içinde kentin en büyük ticarethanesi haline çevirdi. 1878’de kendisiyle eşit haklara sahip bir ortakla beraber Drugstore’u satın aldı. Sekiz yıl içinde de, bundan böyle Asa G. Candler and Company adını taşıyan şirketin tek sahibi oldu.

Coca-Cola’nın Tek Sahibi 1887 ilkbaharında, bir yıl önce Doc Pemberton tarafından yaratılmış olan Coca-Cola adlı şurubumsu bir içecek Candler’in dikkatini çekti. Akademik derecesini yasal yoldan aldığını hiçbir zaman kanıtlamayan eczacı ve sanayi kimyacısı Pemberton “ideal tat’ arayışında bu içkiyi bulmuştu. İçerdiği önemli miktardaki şeker ile Koka yaprakları ve Kola cevizleri dolayısıyla içkiye “Coca-Cola” adı verildi. Bu içki dondurmacılarda bardağı 5 cent’e satılmaktaydı. İlk hafta içinde satılan miktar 13 bardaktan ibaretti. Pemberton bu markayı günümüzde halâ kullanılmakta olan imza ile birlikte Amerikan Patent Dairesine tescil ettirdi.

Candlar aynı yıl içinde Coca-Cala’yı satın almaya karar verdi. Firma hisselerini birkaç ortakla beraber satın aldıktan sonra, bu ortakların hisselerini de yavaş yavaş satın aldı ve 1891 yılında şirketin tek sahibiydi. Tüm hakları ve Pemberton’un reçetesini satın almak için 2300 dolar ödemişti.

Cola’nın Amerika’ya Yayılması Coca-Cola satışı önceleri sadece Atlanta ile sınırlı kaldığı halde, Candler 90’li yılların başında birçok başka kente de dağıtım yapmaya başladı. Genel ticaret işinden çekilerek tümüyle meşrubat piyasasına yoğunlaştı. Şirketi 1892’de The Coca-Cola Company adıyla anonim şirkete çevrildi (sermayesi: 100.000 dolar). Candler bütün haklarını şirkete devredip karşılığında 1.000 hissenin yarısını aldı.

Candler inanılmaz reklam kampanyalarıyla Coca-Cola’yı ABD’nin tümüne yaymaya çalıştı. Şirketi, o dönemde çok sevilen bir yöntem olan parasız kupon dağıtma uygulamasına geçti. Kuponu getiren müşteriye bir bardak Cola parasız veriliyordu. Candler hedefine 1895’te erişti. Coca-Cola ABD’nin bütün federal eyaletlerinde satışa sunulmaktaydı. Birkaç yıl sonra Coke Meksika ve Küba’da da bulunabiliyordu.

Ruhsat Kiralama Yönteminin Başarısı Şirketin kalkınmasında Candler’in yüzyılın başında uyguladığı satış politikası çok etken bir rol oynadı. Cola’yı drugstore, süpermarket, benzinci ve spor alanları gibi yerlerde de satın alınabilmesi için şişelere doldurttu. Şişe doldurma lisansları sattı ve sınırlandırılmış bölgeler için ruhsat kiralama yöntemini uyguladı. 1900’dan sonra bütün ülkede şişe doldurma tesisleri mantar gibi topraktan fişkırmaya başladı.

Coca-Cola’nın içerdiği koka yüzünden uyuşturucu bağımlılığına neden olması konusundaki saldırılar doruk noktasına ulaştı. Karşı saldırıya geçen Candler, Cola’nın kokainden eser elementler içerdiğini itiraf ettiği bir broşür yayınlattı. Aynı anda, şirketi tarafından üretilen Coca-Cola tüketimine bağlı bir tek kokain bağımlılığı vakası ortaya çıktığı takdirde, işini derhal bırakacağına ilişkin dokuz yıl önce verdiği sözü yineledi. Tartışmalar sürüp gidince Cola’nın içeriği 1905’te hafif değiştirildi. Coca-Cola o tarihten beri kokainin zerresini içermemektedir.

Şirketini satması 1905’te bu içkinin reklamını yapan bir beyzbol yıldızını gösteren ilk ilan çıktı. Bugüne kadar sürüp giden, Coca-Cola ile spor arasındaki sıkı ticari bağlantı bununla başlamış oldu. Candler; Coca-Cola’yı Amerikan tarihinin parlak öğelerinden biri olarak sunmaya yönelik çabalarında son derece başanlı oldu. Böylelikle 1917’de Amerikan birliklerinin Avrupa’ya inmesinin ardından bir bardak Coca-Cola’yı kaldıran elin arkasından Özgürlük Anıtı’nın silüetini gösteren bir reklam çıktı. Yine 1917’de Candler “Soft Drink” (alkol içermeyen meşrubat) işinden çekilerek Atlanta Belediye başkanlığına seçildi. Hisselerin çoğuna sahip ortaklık paketini ailesine devretti ve aynı yıl içinde Atlanta’da öldü.

Ailesi, Candler’in ölümünden iki yıl sonra Coca-Cola Company’i 25 milyon dolara Atlanta’nın bir bankalar konsorsiyumuna sattı. Dört yıl sonra Robert Woodruff yönetici olarak şirketin başına geçti. CocaCola’yı uluslararası düzeyde ferahlatıcı tek içecek haline getirmeyi başardı.