İsa Yusuf Alptekin

Haziran 30th, 2012

1901 yılında Doğu Türkistan’ın Kaşgar vilayetine bağlı Yenihisar kazasında dünyaya geldi. Öğrenimini Doğu Türkistan’da tamamladıktan sonra çeşitli memuriyet görevlerinde bulundu.

1926 yılında Batı Türkistan’a geçerek burada milli mücadele taraftarlarıyla irtibata geçti. 1931’de Hoca Niyaz tarafından başlatılan ayaklanma sırasında Doğu Türkistan’daki valilerin halka yaptıkları zulmü Çin hükümetine anlatarak, bu durumun önlenmesini, aksi takdirde ayaklanmanın yayılacağını, Rusya’nın işgalinin sözkonusu olacağını anlattı. Ayaklanma sırasında ve sonrasında milliyetçilik faaliyetlerini sürdürdü.

1936 yılında Çin Meclisi üyeliğine de seçildi. Mücadelesini daha çok siyasi alanda yoğunlaştırmıştı. 1944’de İli’de başlayan ayaklanma neticesi kurulan hükümete girmesini İlililer istemedi. Ancak 3 yıl sonra Doğu Türkistan Hükümeti’nin başkanlığı Türkler’e verildiğinde hükümetin genel sekreterliğine getirildi. Bir yıldan fazla kaldığı bu görev esnasında, milliyetçi, anti-emparyalist ve anti-komünist politikalar sebebiyle, Rusya’nın ve Çin’in tepkilerini üzerine çekti.

1949’da Çin’in Doğu Türkistan’ı işgali ile birlikte o günkü Hindistan’ın Keşmir eyaletine iltica etti.

1954 yılında Türkiye’ye geçti. Türkiye’ye gelir gelmez İstanbul’da Doğu Türkistan Göçmenler Cemiyeti’ni kurarak, bundan sonraki faaliyetlerini Doğu Türkistan davasının dünya kamuoyuna anlatılmasında yoğunlaştırdı. Yabancı ülke yöneticileri nezdinde olduğu kadar Türkiye hükümetleri nezdinde de Doğu Türkistan davasının anlatılması için mücadele verdi. Parti liderleriyle görüştü. Başbakan ve cumhurbaşkanlarıyla görüştü.

Bu günden itibaren Doğu Türkistan Türkleri’nin durumunu bütün dünyaya anlatmaya devam etti. Bütün ömrünü bu konuya vakfetti.

İsa Yusuf Alptekin 17 Aralık 1995 gecesi vefat etti.

Mehmetçik

Haziran 30th, 2012

Şehit olan kahraman MEHMETÇİK‘lerimizi minnet ve şükranla anıyoruz.
Aziz ruhları şad olsun.

Vatan için yaşayıp, Vatan için öldünüz.
Siz toprağa değil kalplerimize gömüldünüz…


Tarih genelde tozlu sayfaları arasında bazı şeyleri gizler. Sanki ölmüşün hikayesi olarak anlatılır tarih. Fakat tarih kitaplarının gizleyemediği bir savaş vardır ki bu savaş bir milletin varoluş mücadelesinin adıdır. Binlerce isimsiz kahraman tek yürekte birleşmiş zafer olmuştu. Binlerce yürek bir milletin varoluşu için ölmüştü. Adı Mehmet’ti, adı ahmet, satılmış, kerim… Fakat hepsinin ortak adı Mehmetçik‘ti.

Dosta düşmana göstermiş, haklı olarak övgüye layık olmuştu Mehmetçik Çanakkale Savaşı’nda.

Bir çok hikaye vardır anlatılan. Bir çok destan.

Bunlardan bir tanesi de Üsteğmen Cosey’in anlattığı hikaye. Cosey’in ağzından işte Mehmetçik;
23 Nisan 1915 günü Conkbayırı’nda Türkler ve Birleşik Kuvvetler arasında korkunç siper savaşları oluyor. Siperler arasında 8-10 m. mesafe var. Süngü hücumundan sonra savaşa ara verildi. Askerler siperlerine çekildi. Yaralılar ve ölüler toplanıyor. İki siper arasında açıkta ağır yaralı ve bir bacağı kopmak üzere olan İngiliz Yüzbaşı avazı çıktığı kadar bağırıyor, ağlıyor, kurtarın diye yalvarıyordu.

Ancak hiçbir siperden kimse çıkıp yardım edemiyor. Çünkü en küçük bir kıpırdanışta yüzlerce kurşun yağıyordu. Bu sırada akıl almaz bir olay oldu. Türk siperlerinden beyaz bir iç çamaşırı sallandı. Arkasından arslan yapılı bir Türk askeri silahsız siperden çıktı. Hepimiz donup kaldık. Kimse nefes alamıyor, ona bakıyorduk. Asker yavaş adımlarla yürüyor, siperdekiler kendisine nişan almış bekliyordu. Asker yaralı İngiliz subayını okşar gibi yerden kucakladı, kolunu omuzuna attı ve bizim siperlere doğru yürümeye başladı. Yaralıyı usulca yere bırakıp geldiği gibi kendi siperlerine döndü. Teşekkür bile edemedik. Savaş alanlarında günlerce bu kahraman Türk askerinin cesareti, güzelliği ve insan sevgisi konuşuldu. Dünyanın en yürekli ve kahraman askeri Mehmetçiğe derin sevgi ve saygılar.

Üsteğmen Cosey (Sonradan Avustralya Genel Valisi olmuştur)

Şehit Mehmetçik’lerimizi rahmet ve minnetle anıyoruz.

Deniz Gezmiş

Haziran 30th, 2012

27 Şubat 1947’de Ankara’nın Ayaş ilçesinde doğdu. Öğretmen bir ailenin çocuğu olması sebebiyle ilk ve ortaöğrenimini Sivas’da, liseyi İstanbul’da okudu. Gezmiş, henüz lise öğrencisiyken sol düşünceyle tanıştı ve kendini dönemin eylemleri içinde buldu. 1965’de Türkiye İşçi Partisi (TİP)’nin Üsküdar ilçe başkanlığına üye oldu. 7 Kasım 1966’da İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine girdi.

30 Ocak 1968’de Devrimci Hukuklular Örgütünü kurdu. 7 Mart 1968’de İÜ Fen Fakültesi konferans salonunda düzenlenen AIESEC genel kurul toplantısında konuşma yapan Devlet Bakanı Seyfi Öztürk’ü protesto ettiği için tutuklandı. 2 Mayıs’a kadar tutuklu kalan Gezmiş, 30 Mayıs’ta 6. Filo’yu protesto ettiği için yargılandı ve beraat etti.

Milli Demokratik Devrim (MDD) görüşünü benimseyen Deniz Gezmiş, bu görüşün özellikle devrimci öğrenciler arasında yayılmasında etkili oldu. Ekim 1968’de eylemlerde birlikte olduğu Cihan Alptekin, Mustafa İlker Gürkan, Mustafa Lütfi Kıyıcı, Cevat Ercişli, M. Mehdi Beşpınar, Selahattin Okur, Saim Kurul ve Ömer Erim Süerkan’la birlikte Devrimci Öğrenci Birliği (DÖB)’ni kurdu. 1 Kasım 1968’de TMGT (Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı) , AÜTB, ODTÜÖB ve DÖB’ün başlattığı Samsun’dan Ankara’ya Mustafa Kemal Yürüyüşü’nü düzenledi.

1969’da Filistin’e gitti, gerilla eğitimi gördü. THKO örgütünü kurdu. Örgütün ilk eylemi olan İşbankası Ankara Emek Şubesi soygununa katıldı. Yine Ankara’daki Balgat Amerikan Üssü’nden dört Amerikalının kaçırılması eylemine katıldı. Sivas Gemerek’te çatışmada yakalandı. Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan ile birlikte 6 Mayıs 1972 tarihinde Ankara Merkez Kapalı Cezaevinde idam edildi.

Rabiye Kadir

Haziran 30th, 2012

1948 yılında doğdu. Çin’in Sincan Uygur Özerk Bölgesi (Doğu Türkistan’da) yaşayan Uygur halkının insan hakları için mücadele eden Uygur aktivist. 2005 yılından bu yana ABD’de yaşamakta ve Uygurların sesini dünyaya duyurmaya çalışmaktadır.

Rabiye Kadir ilk kocasından ayrıldıktan sonra, 27 yaşında 6 çocuk annesi olmasına rağmen tekstil sektöründe bir şirket kurmuş ve bu iş ile o kadar başarılı olmuştur ki sonunda Urumçi’de iki mağaza sahibi olmuştur.

1978 yılında, Sıdık Hacı Rozi ile evlenmiş, birlikte 3 çocuk yapmış, 2 çocuk ta evlatlık edinmişlerdir.

Sonra Sincan Ticaret odasının başkanı seçilmiş ve 1992 yılında Milli Halk Kongresi’nin üyesi olmuştur. Kısa süre sonra da kadın haklarının savunucusu olarak Çin Hükümetinin delegasyonuna alınmış ve 1995 yılında BM’nin Pekin’de gerçekleştirdiği Dünya Kadınlar Konferansına katılmıştır.

Rabiye Kadir Çin Halk Kongresi’nde 1997 yılında yaptığı bir konuşmada Çin Hükümetinin Sincan politikasını çok sert eleştirmiş ve bu yüzden kısa süre sonra Halk Kongresinden çıkarılmıştır. Rabiye Kadir aynı yılda (1997) kadın haklarını ve kadınların meslek dünyasındaki imkânlarını genişletmek için mücadele amacı ile Bin-Analar-Harekatını yaratmıştır.

1999 yılında Rabiye Kadir Hükümet sırlarını kamu oyuna taşımakla suçlanmış ve 8 yıl hapis cezasına çarptırılmıştır. 2005 yılının mart ayında, uluslararası baskı sonucu hapishane’den erken bırakılmıştır.[2] Hürriyetine kavuşan Rabiye Hanım eşinin de yaptığı gibi ABD’ye iltica etmiş ve bugüne kadar orada yaşamaktadır. Çocuklarının beşi hala Çin’de tutulmakta ve gizli servis tarafından izlenmektedir.

2006’nın kasım ayında Münih’de yeni kurulan Dünya Uygurlar Kurultayı’nın (WUC) başkanı ilan edilmiştir. 2004 yılında Norveç’de, insan hakları için savaşmasından dolayı Thorolf-Rafto-Ödülü’nü almıştır.

Hekimoğlu

Haziran 30th, 2012

Hekimoğlu (? – 26 Nisan 1913, Fatsa) asıl adı Hekimoğlu İbrahim olup Fatsa’nın Yassıtaş köyündendir. Uzun yıllar Fatsa, Ordu, Tokat, Niksar, Samsun dağlarında hüküm süren, halk arasında mertliği, yiğitliği ve yardımseverliğiyle şöhret yapan ve adına türkü yakılan halk kahramanlarından biridir. Osmanlı Devlet Arşivinde Ayhan Yüksel’in araştırmalarına göre, 1900’lerin ilk yıllarında Fatsa’da değirmencilik yaparken haksız bir suçlamayla karşılaşıp Gürcü bir beyin yeğeni tarafından vurulmak üzereyken atik davranarak beyin yeğenini vurmuş ve ardından dağa çıkmıştır. Daha sorna Gürcü Bey’i kan davası güderek Hekimoğlu’nun köyünde zulum yapmış ve ardından 3 kişi daha dağa çıkarak Hekimoğlu’na katılmıştır. Hekimoğlu zalimin zulmunu yanına bırakmamış, aynalı martinisiyle, attığını vurmasıyla namı yürümüş ve olay Türk-Gürcü çatışmasına dönmüştür.

15 Aralık 1908’de Fatsa müderrisinin Dahiliye Nezareti’ne çektiği telgrafnamede durum ayrıntılarıyla anlatılmış ve Hekimoğlu’nun dağdan indirilmesi için destek ve takip istenmiştir. Ama gerek Hekimoğlu’nun becerisi gerekse Türk köylerinden destek görerek saklanmasıyla uzun süre Hekimoğlu dağdan indirilememiş ve Gürcü Bey’e karşı faaliyetlerini arttırmıştır. Bir kaç sene sonra Osamanlı Devleti’nden affını talep etmişse de Şura-yı Devlet kararıyla af talebi kabul olunmamış ve 26 Nisan 1913 gönü doğduğu köyde sekiz saat süren bir çarpışma sonrası öldürülmüştür. Hekimoğlu Türküsü ise ölümünden sonra adına yakılmıştır.

Ahmet Bedevi ( Manisa Tarzanı)

Haziran 30th, 2012

1899 yılında Bağdat’a 100-125 km kadar kuzeyde olan Samarra şehrinde dünyaya gelmiş Kerkük kökenli bir Türkmendir. Kurtuluş Savaşı’ında savaştığı için kırmızı şeritli İstiklal Madalyası sahibidir. Hayatını Manisa’yı tüm Türkiye’ye örnek olacak şekilde ağaçlandırmaya adamış ve yaşadığı süre boyunca binlerce ağaç dikmiştir. Spil Dağında yaşayan ve Manisa sokaklarında üzerinde sadece şort ile dolaşan Ahmet Bedevi’ye halk Manisa Tarzanı adını takmıştır. 1963 yılında hayatını kaybedince Manisa halkınca bir efsaneye dönüştürülmüş, heykeli dikilmiştir. Her yıl ölüm yıldönümü olan 31 Mayıs’da Manisa’da Ahmet Bedevi için törenler düzenlenir

Türk Ordusu’nda hem 1. Dünya Savaşı, ardından hem de Türk Kurtuluş Savaşı’ na katılır. Ancak Kurtuluş Savaşı’ndan hemen önce, Kafkas Cephesi’nde Kazım Karabekir Paşa’nın komutası altında er olarak olarak görev alır.
Kurtuluş Savaşı’ nın ardından Türkiye Büyük Millet Meclisince Kırmızı Şeritli (kurdelalı) İstiklal Madalyası ile şereflendirilir. Her resmi kutlamada göğsüne bağladığı bir palmiye yaprağının üzerine bu madalyayı takar ve tören alanına büyük bir gurur içinde katılır.
Kurtuluş savaşı sonlarında işgalci düşmanın orduları yurdumuzu terk edişleri sırasında Batı Anadolu’ daki her yeri ateşe verirler. Alevler öyle kuvvetlidir ki Manisa’ nın yemyeşil manzarası katran karasına dönüşür.
Tutkulu bir doğa sevdalısı olarak bu durumu üzüntüyle gören Bedevi, savaş sonrasında Manisa’nın manzarasını tekrar yeşile dönüştürmek üzere burada kalmaya karar verir. Askerlik bitmiştir, ancak ona göre bu vatan için ağaç dikmek yeni bir kutsal görevdir. Azimle mücadele ederek bir kaç senede mutlu sona ulaşır.
Yoksul ve yalnız bir yaşam geçirir. 1 Haziran 1933’te 30 lira aylıkla bahçıvan yardımcısı olarak Manisa Belediyesi’nin kadrosuna alınır.
Kendisi de yoksul olduğu halde Belediye’den aldığı aylığı fakirlere yiyecek ve giyecek almak için harcayacak kadar yardımseverdir.
Yaz, kış şortla ve lastik pabuçlarla dolaşır, Sadece üzerine eski gazete sererek kullandığı ahşap bir sedirinin bulunduğu Spil Dağı’ndaki küçük kulübesinde yorgansız, yataksız ve yastıksız uyur.
Tek malvarlığı bunlardır. Yaşamında fazla masrafı olmadığından paraya ihtiçaç duymaz, kazancını fakirler için harcar.
Bir süre sonra saçını ve sakalını uzatmaya karar verir ve görünümünden ötürü halk ona “hacı” demeye başlar. Başkalarının 25-30 dakikada çıkabildiği Spil Dağın’daki Topkale Tepesine o, lastik pabuçlarıyla birkaç dakikada çıkar, kendi saatine göre saat 12:00 olunca muhtemelen askeriye’den kalma eski bir top arabasından 1 el top atışı yaparak saatin 12:00 olduğunu halka da bildirir. Bu yüzden halktan bazıları ona “topçu hacı” da der.
Ve 31 Mayıs 1963’te hayata gözlerini yumar.

Sütçü İmam

Haziran 30th, 2012

Sütçü İmam, (asıl adı İmam, süt satarak geçimini sağladığı için “Sütçü” lakabı verilmiştir) 1871 yılında Kahramanmaraş’ta doğdu. Uzunoluk semtinde süt satarak geçimini sağlayan, hem de fahri olarak bugünkü Çınarlı ( eski Bektutiye) Camiinde imamlık yapan İstiklal Savaşı kahramanı.

Sütçü İmam olayı

İkinci Fransız kuvvetlerinin şehre girişinin ertesi günü (31 Ekim 1919 Cuma) şehirdeki huzursuzluk had safhaya varmıştı. Bir grup Fransız Ermeni askeri ikindi üzerinde Uzunoluk Caddesi’nden kışlaya dönüyorlardı. O anda Uzunoluk Hamamından yüzleri peçeli iki Türk kadını çıktı. Üç kişi olan ve sarhoş durumda olan Fransız Ermeni askerlerinden birisi, hamamdan çıkan Türk kadınlarına saldırdı ve peçesini yırttı. “Artık burası Türklerin değildir, Fransız memleketinde peçe ile gezilmez” diyerek kadıncağıza sarılıp ilişmek istedi. Peçesi yırtılan ve zor durumda kalan kadıncağız bayılıp yere düştü. Diğer kadın da imdat istercesine bağırdı. Olayı Kel Hacı’nın kahvesinden gören Türkler dışarı çıkarak, askerlerin üzerine yürüdüler. Türkler, Ermeniler’e ihtarda bulunarak yollarına gitmelerini söylediler. Ermeniler kötü sözler sarfederek silah kullandılar. Bu arada Çakmakçı Sait orada kurşunla yaralandı ve şehit oldu. Gaffar Osman da yaralandı. Bu sırada Sütçü Imam, Karadağ tabancasını alarak hamamın hemen karşısında bulunan dükkanından hızla olayın olduğu yere geldi. Silahını Ermeni askerlerinin üzerine boşalttı. İlk kurşunu atan Kahraman Sütçü İmam’ın silahı ile yaralanan Ermeni askeri arkadaşlarının yardımı ile kışlaya götürüldü. Yaralı asker bir gün sonra öldü. 1 Kasım 1919 tarihinde ölen Ermeni için büyük bir cenaze töreni düzenlendi. Sütçü İmam ise Nalbant Bekir’den aldığı bir atla Bertiz’in Ağabeyli köyünde bulunan Beyazıt oğlu Muharrem Bey’in yanına gitti

Sütçü İmam Ermeni ve Fransızlar tarafından sürekli arandı. Bulunması için de Kahramanmaraş Hükümeti çok sıkıştırıldı. Bütün çabalara rağmen Sütçü İmam bulunamadı.

Tülay Özbek

Haziran 30th, 2012

Spor eğitimini Almanya’da alan ve bu ülkede yaşayan Özbek, uluslararası yarışmalarda Türkiye’yi temsil etti. 1989’da İspanya’da düzenlenen Dünya Bayanlar Vücut Geliştirme Şampiyonası’nda dördüncü, 1992’de İtalya’daki şampiyonada ikinci oldu.

Uluslararası Vücut Geliştirme Şampiyonası’nda ikincilik elde eden Özbek’e Uluslararası Vücut Geliştirme Federasyonu (IFFB) tarafından “Dünyanın en iyi ve en teknik sporcusu” ünvanı verildi. Aynı yıl İtalya’da gerçekleştirilen Akdeniz Şampiyonası’nda ve 1995’te İstanbul’da yapılan Avrupa Şampiyonası’nda altın madalya kazandı. 13. Dünya Büyük Bayanlar Şampiyonası’nda ikincilik kürsüsüne çıktı.

Noel Baba

Haziran 30th, 2012

Bütün dünyada Noel Baba olarak tanınan Aziz Nicholaos, Türkiye’nin Akdeniz kıyılarında önemli bir Lykia kenti olan Patara’da doğmuştur.

M.S. 300’e doğru Patara refah içindeyken kentte yaşayan zengin buğday tüccarının bir oğlu olur ve ona Nicholaos adı verilir. Doğduğunda göğün bir hediyesi, ana-babasının dualarının ve sundukları adakların bir meyvesi, fakirlerin bir kurtarıcısı olarak dünyaya geldiğine işaret edilmiştir. Daha gençliğinde bile mucizeler yarattığına inanılır. Bu inanca göre inşa halindeki bir kilisenin yıkılmasıyla enkaz altında kalan Nicholaos, annesi ağlayıp inlerken, üzerine yığılan taşların altından sağlam olarak kurtulmuştur.

Bir süre sonra babası öldüğünde büyük bir servetin tek mirasçısı olmuş ve servetini yoksullara yardım için harcamaya karar vermiştir. Bu sırada Patara’da önceleri çok zengin olan bir şahıs fakirleşmiş ve kızlarının çeyizini yapamayacak duruma gelmiştir. Çaresizlikten kızlarını satmayı bile düşündüğü bir anda, Nicholaos durumu görerek onlara yardım etmeye karar verir. Kendini belli etmemek ve aynı zamanda gururlarını kırmamak için kızların evine gece gider. Onlar uykuda iken büyük kızın açık olan penceresinden çeyizine yetecek olan bir kese altını içeri atar. Sabah parayı bulan büyük kız çok sevinir ve kötü durumdan kurtulur.

Daha sonra ortanca ve küçük kızın çeyiz paralarını da karşılamak isteyen Nicholaos, pencereleri kapalı olduğu için bacadan atar. İşte Noel Baba’nın yılbaşında hediye bırakma öyküsü böylece doğar. İkonalarda ve resimlerde de Nicholaos’ın üç altın top ile gösterilmesi bu yüzdendir.

Aziz Nicholaos’un yaşamıyla ilgili bir öykü de şöyledir;

Nicholaos hacı olmak üzere Kudüs’e gider. Geri dönüşünde fırtınaya tutulan gemiyi dualarıyla batmaktan kurtarır, ayrıca denize düşerek boğulan bir denizciyi de diriltir. O günden sonra Aziz Nicholaos denizcilerin de koruyucu azizi olarak kabul edilmiştir.

Nicholaos bir müddet sonra Patara’nın komşu kenti Myra’ya göç eder. Myra Başpiskoposu ölmüş yerine geçecek kişi üzerinde anlaşma sağlanamamıştır. Bunun üzerine sabah kiliseye ilk gelen kişinin başpiskopos olması kararlaştırılır. Aziz Nicholaos kiliseye ilk gelen kişi olarak başpiskopos seçilir. Burada da mucizelerine devam ederek üç generali ölümden kurtarır. Diğer bir öyküsü ise şöyledir:

0 yıl Myra’da kıtlık çıkar. İskenderiye’den Byzantion’a mısır götüren bir filo Myra’nın limanı olan Andriake’ye uğrar. Nicholaos hemen limana koşar ve her gemi başına bir miktar mısır vermelerini ister. Gemiciler Byzantion’a vardıklarında istemeyerek verdikleri mısırların yerlerinde olduğunu hayretle görürler.

Hıristiyanlara karşı olan İmparator Diocletianus ve Licinius zamanında Nicholaos da diğer Hıristiyanlar gibi bir ara hapsedilmiştir. M.S. 325 tarihinde Hıristiyanlık içindeki problemleri çözmek için İznik’teki (Nikaea) meclis toplantısına Myra Başpiskoposu olarak katılır. Yolda giderken bir handa öldürülerek salamura yapılmış üç çocuğu dirilttiği daha sonra Bonaventure adlı bir kilise adamı tarafından iddia edilmiştir. Ögrencilerin de koruyucusu olduğuna inanılan Aziz

Nicholaos’un 6 Aralık 343’te 65 yaşında iken öldüğü sanılmaktadır. Myralılar onun adına bir kilise yaparak içindeki lahitte onu sonsuz uykusuna bırakmışlardır.

Haçlı Seferleri sırasında 20 Nisan 1087’de Bari’den gelen tüccarlar kemiklerini çalıp Bari’ye götürmüş ve yaptıkları bazilikaya gömmüşlerdir. onun olduğu sanılan geride kalmış bir kısım kemik ise bugün Antalya Müzesi’nde saklanmaktadır.

Noel Baba Kilisesi

Aziz Nicholaos öldüğünde yapılan kilise veya şapel 529 yılındaki zelzelede yıkılınca daha büyük belki de bazilika tipinde bir kilise yapılmıştır. Peschlow, büyük apsisin güney tarafında eşit apsisli iki küçük mekân ile bugünkü binanın kuzey yan nefinin büyük kısmının bu ilk yapıya ait olduğunu tahmin etmektedir. Bu kilise VIII. yüzyılda zelzele veya Arap akınlarıyla yıkılmış, daha sonra tekrar yenilenmiştir. 1034 yılında Arap donanmasının denizden yaptığı akınlarla harap olmuştur. On yıl harap durumda kalan kilisenin 1042’de Bizans İmparatoru IX. Konstantin Monomakhos ve eşi Zöe tarafından tamir ettirildiği kitabesinden anlaşılmaktadır. XII. yüzyılda binaya bazı ekler yapılmış, kilise tekrar onarılmıştır.

XIII. yüzyılda Türklerin eline geçen Myra’da, kiliseyi serbestçe ibadet etmek için kullandığını ve kilisede bazı onarımların yapıldığını anlıyoruz. 1738’de büyük kilisenin yanındaki şapel tamir edilmiştir. 1833- 1837 yılları arasında Anadolu’yu gezen C. Texier, Myra’ya da uğramış ve kitaplarında kiliseden bahsetmiştir. Ondan on yıl kadar sonra 1842 yılı Mart ayında Teğmen Spratt ile Prof. Forbes de Myra’ya gelmiş, kilisenin bir krokisini çıkarmışlar ve kilisenin yanında bir manastırın olduğunu görmüşlerdir.

1853 yılında Kırım Harbi sırasında Ruslar kilise ile ilgilenmişler ve burada bir Rus kolonisi kurmak için Anna Golicia adındaki Rus kontesi adına toprak almışlardır. Ancak Osmanlı Devleti işin siyasî yönünü farkedince Rusların aldıkları toprakları geri almış, yalnızca kilisenin onarım istekleri kabul edilmiştir. Böylece 1862 yılında August Salzmann adında bir Fransız, Nicholaos Kilisesi’nin onarımı ile vazifelendirilmiştir. Bu restorasyonlar kilisenin aslını bozacak kadar kötü yapılmıştır. Bu restorasyon sırasında 1876’da bugün görülen çan kulesi de ilave edilmiştir.

Birçok kentin koruyucu azizi olan Noel Baba’ya adanmış iki bine yakın kilise bulunmaktadır. O’nun yaşam öyküsü ve mucizeleri birçok kitapta yer almış, ancak en eskisi 750-800 yılları arasında Byzantion’da Stadion Manastırı Başkeşişlerinden Michael tarafından yazılmıştır. Şimdi biz Anadolu Bizans mimarisinin ilgi çekici bir yapısı olan St. Nicholaos Kilisesi’ni beraberce gezelim.

Müze girişinden sonra taş döşeli yoldan aşağıya doğru inilir. İnerken Noel Baba’nın heykeli solumuzda yeşillikler içinde görülür.

IV. yüzyılda burada bulunan tek kubbeli kilisenin güneyine VIII. yüzyılda haç şeklinde bir şapel ile kuzey tarafına da eklemeler yapılmıştır. Ayrıca 1862-63 senelerinde de binaya dış narteks ile iç narteksin bazı kısımları ilave edilmiştir.

Binanın esas girişi batı yönünde olmasına karşılık biz gezi yönünde anlatmayı daha uygun bulduk. Bugün iki sütunu ayakta kalmış bir avludan bir iki basamakla Bizans Devri’nde ilave edilmiş güney nefine inilir. Haç biçimli bu bölümün doğu kısmında üç kemerli pencereye sahip bir apsis yer alır. Apsisin önünde orijinal stylobat ile ortasında altar kaidesi hâlâ görülür. Apsis nişinin içinde yer yer renkleri kaybolmuş ve belirsizleşmiş aziz figürleri vardır. Bunların altındaki küçük niş içindeki fresko Noel Baba’ya aittir. Bu bölüm ve esas kilisenin güneydoğu şapelinin tabanlarında farklı desenlerde mozaik panolar görülür. Batı yönünde merdivenlerin karşısındaki niş içerisinde İsa, Meryem ve Yahya freskoları vardır.

Buradan iyi muhafaza edilmiş kapı çerçevesi bizi lahitlerin bulunduğu kısma, yani haç biçimli şapelin uzun kısmına çıkartır. Lahitlerin yer aldığı nişler içindeki freskolar bugün net olarak görülmese bile çeşitli aziz tasvirlerini içeren freskolar ile bezenmiştir. Kuzey duvarındaki ilk nişle sütunların üzerinde Meryem freskosu ilginç örneklerdir. Noel baba freskosunun bulunduğu ikinci niş sütununun ters konduğu yazılarından anlaşılmaktadır.

Nişler içinde yer alan lahitlerden birinci niş içindeki akarthus yaprakları ile süslü Roma Devri lahdinin Noel Baba’ya ait olduğu kabul edilir. Hatta Noel Baba’nın denizcilerin de azizi olmasından dolayı lahdin üzerinin balık pulu desenleriyle süslendiği söylenir. 20 Nisan 1087’de Bari’li korsanlar, Noel Baba’nın kemiklerini almak için lahdi kırmışlar, bazı kemikleri alarak Bari’ye götürmüşlerdir.

İkinci niş ile karşısındaki nişte bulunan lahitler sadedir. Burada nişler içindeki lahitlerden başka yerde iki mezar daha bulunmaktadır. Buradan bir kapı ile kilisenin iri blok levhalarla döşeli avlusuna geçilir. Avluda ise bir niş içerisinde boşaltılmış iki mezar bulunur. Yanında bulunan mermer üzerinde haç ve çapa motifi Noel Baba için yapılmış olmalıdır. Solda duvar içine yerleştirilmiş mezardaki kitabede 1118 tarihi yer alır. Avludan önce dış nartekse, sonra üç kapı ile ana mekâna (naos) açılan iç nartekse geçilir. Burası gruplar halinde piskoposların resmedildiği freskolarla süslenmiştir. Buradan geçilen esas mekân üç kemerle yan neflere açılır. Ana mekânın güneyinde iki nef vardır. İkinci nefte niş içindeki lahitte Noel Baba’nın mezarı olduğu söylenir ise de üzerindeki kadın erkek kabartması bunun böyle olmadığını gösterir. Yan nefin karşısındaki niş içerisinde ise bir başka mezar vardır. Kuzey nefin kubbesinde Hz. İsa ve 12 havarinin freskoları bulunur. Yanda ise yan nefin kazısı yapılmaktadır. Bu kazının yapıldığı nefin batı kısmında ise üç oda bulunur. Binanın ortasında pencereli ve kasnaklı bir kubbenin olması gerekirken, Salzmann yaptığı tamir sırasında mekânın üstünü kapatarak, kesme taştan kaburgalı büyük bir çapraz tonoz kullanmıştır.

Yırcalızade Ahmet Şükrü Efendi

Haziran 30th, 2012

Kurtuluş Savaşı yıllarında Balıkesir Alacamescit’te direniş meşalesini yakarak silahlı mücadele kararı alan ve 41 Bayrak Adam olarak anılan Kuvayı Milliyecilerdendir.

Üç kuşaktır Balıkesirli olan Yırcalı ailesi, Osmanlı’nın bir sancağı olan ve bugün Soma’ya bağlı Yırca köyünden Balıkesir’e yerleşir. Şükrü, nâmı diğer Yırcalızade Şükrü, İttihatçılar arasında önemli görevler üstlenir. Sonra Balıkesir’de Kuvayı Milliye Hareketinin de öncüleri arasında yer alır.

Atatürk Samsun’a yol alırken, o ve 40 arkadaşı, işadamı Aydın Bolak’ın babası Mehmet Vehbi’nin başkanlığında Balıkesir’de 40 Bayrak Adam diye anılan bir eylem grubu kurar. Yunan’a karşı kurulan Redd-i İlhak Cemiyeti en büyük toplantılarından birini yine Balıkesir’de bu kişilerin öncülüğünde yapar.

Oğlu İbrahim Sıtkı Yırcalı DP’den 9., 10. ve 11. Dönem Balıkesir Milletvekilliği, Bakanlık ile Balıkesir Senatörlüğü yapmıştır.

Küçük oğlu Sırrı Yırcalı 1954-1960 yılları arasında Demokrat Parti’den iki dönem (10 ve 11. dönem) Balıkesir milletvekili seçildi.

Yırcalı ailesi Balıkesir’in en ünlü ailelerindendir.


Kuvayi Milliye, Cumhuriyeti, Mustafa Kemal Atatürk’ü, onun önderliğinde Türk milletini ve Türkiye’yi yeniden tarih sahnesine çıkaran harekettir. Yunanlıların Ege Bölgesindeki bu işgallerini, Balıkesirli vatanseverler şimdiki Balıkesir Lisesi’nin bulunduğu binadaki “Okuma Yurdu“n da bir araya gelip işgalleri protesto etmişlerdir. 8 Mayıs 1919 günü Mehmet Vehbi Bey İzmir’in işgali sonrası yaşanan zulümden bahsettikten sonra;
“Bu faciaların Balıkesir’in başına gelmesi yakındır. Bu iş yazışma, protesto ile engellenemez. Yapılacak ilhak il fiilen reddetmek için ,bir Reddi-i İlhak heyeti kuralım. Bu cemiyete girmek her müslümanın borcudur.Bizim atacağımız her kurşun, Şark ve İslam aleminin ebedi kurtuluşuna ,yoksa maazallah ebedi esaretine sebep olacaktır.“
Alaca Mescit’te ki gizli toplantılar da Milli Mücadelenin temelleri atılmıştır.
Bu münasebetle, Alaca Mescit’te mücadeleyi başlatan 41 bayrak adamı ve Balıkesirliler 15 Mayıs 1919’da İzmir´in işgali üzerine, o günün Belediye Reisi Keçecizade Mehmet Emin Efendi’nin çağrısını, iliklerinde hissetiler…

Kimler vardır orada:
Karesi Mebusu Mehmet Vehbi bey,
Belediye Reisi Keçecizade Mehmet Emin bey,
Yırcalızade Şükrü Efendi,
Hasan Basri Çantay hoca ve diğerleri…
Her türlü kararı almaya tam yetkili 41 bayrak adam…
Mehmet Vehbi Bolak bey başta olmak üzere,
Şehrin ileri gelenleri şimdiki Kuva-yi Milliye Müzesi’nin bulunduğu yerdeki Okuma Yurdu’nda toplanmışlar, yapılan toplantıda, hiçbir şeyin fayda etmeyeceği anlaşılmış ve Leblebici Raşit efendinin;
Düşmanı geri döndürecek kuvvet, namlunun ucundadır” sözleri karar olmuştur. İşte, kıvılcım bu cümleyle çakılmış, Kuva-yi Milliye ateşlenmiştir.

8 Mayıs 1919´da Alaca Mescit’te mevlit vesilesiyle toplananlar,
…dinledikleri mevlitten sonra, ilhakı red ve milli mücadeleye karar vermişlerdir. Ardından sürekli toplanılan Alaca Mescit’te ise silahlı mücadele kararı alınmıştır.

Bu toplantıdan sonra 29 Mayıs 1919’da Yunanlılar Ayvalık’ın Cunda Adası’na asker çıkarınca, Türk Kurtuluş Savaşı’nın ilk askerî cephesi Yarbay Ali (Çetinkaya) Bey komutasıyla burada açılır. Cunda Adası’na o yüzden “Alibey Adası” denilmiştir.

Okuma Yurdu, Alaca Mescit toplantıları ve Balıkesir kongreleri ile düşmanın bölgedeki işgallere karşı ilk ciddi ve şuurlu hareket Balıkesirli sivil ve aydınlardan gelmiştir. Köylüsü ve kentlisi ile Balıkesirliler hiç bir yerden talimat almaksızın vatan müdafasına koşmuşlardır.

Beş kongre yaparak bir araya gelen Balıkesirliler 14 ay boyunca dört cephede Yunan orduları ile savaşarak, Balıkesir halkının ve Türk milletinin işgal ve esareti kabul etmeyeceğini Dünya kamuoyuna duyurmuşlardır. Bütün bunlar, ilk kongrenin Balıkesir’de toplandığını, ilk kurşunun Balıkesir Ayvalık’ta, son kurşunun da, Bandırma’da atıldığını göstermektedir.

Ege’de kendi imkanları ile düşman işgaline son veren tek şehir Balıkesir’dir.
Milli Mücadelenin en önemli dönemlerinde Balıkesir de Hasan Basri Çantay tarafından çıkarılan SES Gazetesi Balıkesirliler‘in ve Kuva-yi Milliyeciler‘in yanında yer alan Anadolu insanini gür sesi olmuştur.

Mehmet Akif Ersoy’da SES’in ilk sayısına gönderdiği yazıda:
Düşman sesi duymak istemezsen
Kardeş sesidir, uyan bu sesten;
Kalkınca görür ki aksam olmuş
Vaktiyle uyanmayan bu sesten

Dizeleri Balıkesir halkının ve Türk milletinin işgal ve esareti kabul etmeyeceğini Dünyaya haykırışı olduğu gibi Balıkesirlilerin vatan müdafasına koşmalarına kıvılcım olmuştur.

Köse Mihal

Haziran 30th, 2012

Uludağ eteklerinde, Harmankaya adı verilen Rum kalesinin tekfuru iken Müslüman olup, Osmanlı Devletine büyük hizmetlerde bulundu. “Mihal Gazi” adıyla anılır. Evlat ve torunlarının da Osmanlı Devletine büyük hizmetleri vardır.

Ahi Evren

Haziran 30th, 2012

Ahî Evren’in hayatıyla ilgili son yıllarda yapılan araştırmalar, onun kişiliği üzerindeki sis perdelerini dağıtmış ve hayatı hakkında daha geniş bilgilere ulaşılmasını sağlamıştır(1).

Ahî Evren’in tam adı Şeyh Nasreddin Mahmut el-Hoyî‘dir. Hoyî nispetinden de anlaşılacağı gibi, Ahî Evren aslen Azerî Türklerinden olup, Azerbaycan’ın Hoy kasabasındandır. Ahî Evren’in tahminî olarak Hicri 567 (Miladi 1175)’de Hoy’da doğduğu ve 93 yıl yaşadığı, büyük bir ihtimalle Türkmenlerin devrin Selçuklu sultanına karşı başlattıkları Kırşehir isyanında öldürüldüğü ifade edilmektedir(2).

Ahî Evren lakabı ile meşhur olan Şeyh Nasreddin Mahmut el Hoyî’nin çocukluğu ve ilk eğitim dönemi, memleketi olan Azerbaycan’da geçtikten sonra, Horasan’a giderek Fahrettin Razî‘nin eğitim halkasına katılır ve ondan feyz alır. Fahrettin Razî’nin büyük kelâm âlimi olması, Şeyh Nasreddin Mahmud’un da eğitim halkasında Şer’i ilimleri öğrendiğini ortaya koymaktadır. İlk tasavvufî terbiyesini Horasan ve Maveraunnehir’de Yesevî dervişlerinden alır. Zaten adı geçen yerlerde Yesevî tarikatı yaygındır(3).

Horasan’daki tasavvufî düşünceden feyz alması ve onun Horasanlı oluşu, yetiştiği ortam dolayısıyla, düşüncesinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur(4). Daha sonra Hac seyahati için memleketinden ayrıldığı ve bu seyahat esnasında Şeyh Evhad’ud-Din Kirmanî ile tanıştığı ve ona murîd olduğu bilinmektedir.

Ahî Evren, şeyhi olan Evhad’ud-Din Kirmanî’nin kızı Fatma ile evlenerek aynı zamanda damadı olmuştur. Ahî Evren kayınpederi ve şeyhi olan Kirmanî ile beraber Abbasî Halifesi Nasır Lidinillah tarafından Anadolu’ya gönderilmiştir(5).

Anadolu’ya gelen Ahî Evren ilk önce Kayseri’ye yerleşmiş ve burada bir debbağlık atölyesi kurmuş, Şeyhi ile beraber Anadolu’nun şehir, kasaba ve köylerini dolaşarak Ahîlik anlayışının yayılmasına ve teşkilatlanmasına öncülük etmiştir(6).

Ahî Evren devrin Selçuklu sultanı I. Alaaddin Keykubat tarafından sevilmiş ve sultana yakın olmuştur. Bu devirde tarikat pirlerinin, siyasî faaliyetlere iştirak ettikleri, hatta bazen sultanların üzerlerindeki nüfûzlarının hissedildiği bilinen bir gerçektir(7).

Ahî Evren, Mürşidu’l-Kifaye ve Yezdân Şınaht isimli eserlerini Konya’da sultan Alaaddin Keykubad‘a sunmuş ve onun isteği ile İbn Sîna‘nın “Risale fi’n-Nefs’in Natıka” isimli eserini Farsça’ya çevirmiştir. Sultanın oğlu tarafından (II. Gıyaseddin) zehirlenerek öldürülmesinden sonra, Ahî Evren’in devrin sultanı ile münasebeti azalmıştır. Çünkü, devrin sultanı II. Gıyaseddin’e karşı komplo hazırlamakta olan sadrazam Sadettin Köpek tarafından kurulan bir teşkilata yardım etmekle suçlanan Ahî Evren ve birçok Ahî tutuklanarak, işkencelere maruz kalmışlardır. Aslında Ahîler II. Gıyaseddin’e karşı oldukları gibi, Ahî dostu olan Kemalettin Kamyar’ı öldürten Sadettin Köpek’e de karşı idiler.

II. Gıyaseddin’in ölümü üzerine yerine geçen oğlu II. İzzeddin Keykavus, babası zamanında tutuklanan Ahî ve Türkmenleri serbest bırakmıştır. Beş sene tutuklu kalan Ahî Evren de serbest bırakılmış ve Denizli’ye gitmesine müsaade edilmiştir. Menakıb-nâmelere göre burada bahçıvanlık yapmış, Denizli’de belirli bir müddet kaldıktan sonra yerine talebesi ve müridi olan Ahî Sinan’ı halife bırakarak Konya’ya dönmüştür.

Ahî Evren’in Konya’ya dönüşü özellikle Mevlevîler tarafından hoş karşılanmamış, Moğol yönetimini benimseyen Mevlevîlerle Ahîler arasında çekişmelerin yeniden şiddetlenmesine zemin oluşturmuştur. Mevlevîlerle Ahîlerin arasında cereyan eden çekişmenin bir diğer sebebi de; Türkmenlerin, devlet yönetiminde bulunan Fars unsuruna karşı çıkmaları ve yönetimi ele geçirme arzusundan kaynaklandığı ifade edilmektedir(8).

Mevlevîlerin Moğol yanlısı bir tavır takınmaları ve Ahîlerle olan çekişme ve mücadeleleri Mevlânâ’nın şeyhi Şems-i Tebrizî’nin öldürülmesine kadar devam etmiş, Şems-i Tebrizi’nin öldürülmesi üzerine Ahî Evren Hz. Mevlânâ’nın oğlu Ala’ud-Din Çelebi ile beraber Kırşehir’e gidip oraya yerleşmiştir(9).

Bir kısım Ahî ileri gelenleri de Moğol baskısının ulaşamadığı uçlara gitmişlerdir ki, bunlar ileride Osmanlı Beyliğinin kuruluşunda önemli rol oynayacaklardır.

Başta Ahî Evren olmak üzere bütün Ahî müritleri diğer Türkmenlerle birlikte putperest Moğol istilasına ve Moğol yönetimini benimseyenlere karşı direnmişlerdir. Özellikle Kayseri şehrinde olan Ahîler bu direnişlere öncülük etmişler, fakat ihanete uğramaları neticesinde kılıçtan geçirilmişlerdir. Ahî Evren’in o sırada tutuklu oluşu katliamdan kurtulmasını sağlamıştır(10).

II. İzzeddin Keykavus ile IV. Rukneddin Kılıçaslan arasında cereyan eden saltanat kavgası ve Moğolların Kılıçaslan’ı desteklemesi sonucu, Kılıçaslan tahta oturmuş, bunun üzerine II. İzzeddin Keykavus’u tutan Ahî ve Türkmen ileri gelenleri tekrar katliama tâbi tutulmuşlardır. Bu arada Kırşehir Emirliğine Nureddin Caca tayin edilmiştir.

Kırşehir’de ikâmet etmekte olan Ahî Evren ve diğer büyükler, bu tayine karşı çıkarlar ve ayaklanırlar. Ankara, Aksaray, Çankırı, Kastamonu ve Uçlarda isyanlar başlar ve en büyük isyan ve direniş Kırşehir’de olur. Kırşehir üzerine asker sevk edilir ve isyan edenler kılıçtan geçirilir. Bu isyanda Ahî Evren ve Mevlâna’nın oğlu Alaaddin Çelebi de muhtemelen öldürülmüşlerdir. 1261 yılına rastlayan bu hadise ile Ahî Evren’in hayatı son bulmuş, fakat fikirleri uzun yıllar varlığını korumuştur. Ahîlik anlayışı Osmanlı’nın sosyal hayatı vasıtasıyla günümüze kadar ulaşmıştır.

DİPNOTLAR
1) Bayram, M., “Ahî Evren Kimdir?”, Türk Kültürü Dergisi, Sayı. 191, Ankara, 1978, s. 18-20.
2) Bayram, M., “Ahî Evren’in Öldürülmesi ve Ölüm Tarihinin Tesbiti” İ.Ü. E.F. Tarih Enstitüsü Dergisi, Sayı 12, İstanbul, 1982, s. 534.
3) Ahmet-î Yesevî, “Divan-ı Hikmet’ten Seçmeler”, (Haz. K. Eraslan) Ankara, 1983, s. 27.
4) Şapolya, E.B., a.g.e., 1964, s. 27.
5) “Kadın Ansiklopedisi”, a.g.e., Cilt II., s. 516.
6) Bayram, M., a.g.e., 1978, s. 24.
7) Köprülü, M.F., a.g.e., 1976, s. 195-198.
8) Bayram, M., a.g.e., 1978, s. 25.
9) A.g.e., s. 522.
10) Bayram, M., “Anadolu Selçukluları Devrinde, Anadolu Bacıları Örgütünün Kurucusu Fatma Bacı Kimdir?”, Belleten, Sayı 180, Ankara, 1981, s. 465.

AHİ EVREN’İN FİKİRLERİ

Ahî Evren olarak meşhur olan Şeyh Nasireddin Mahmut el-Hoyî, ilk eğitimini Yesevî tarikatının yaygın bir şekilde bulunduğu Azerbaycan’da almış ve daha sonra ünlü İslâm âlimi Fahrettin Razi’nin eğitim halkasına katılarak ondan ders almıştır. Kayınpederi ile birlikte fütüvvet anlayışını Anadolu’da yaymak için Abbasi Halifesi Nasır’ın elçiliğini de yapmıştır. Buradan hareketle Ahî Evren’in fikirlerinin oluşmasında etkin rol oynayan faktörler şu şekilde sıralanabilir:

– Yesevî Tarikatı
– Fahrettin Din Razi’nin tedris halkası
– Kayınpederi Evhad’ud-Din Kirmani
– Fütüvvet Anlayışı.

Ahî Evren’in yaşam biçimini etkileyen faktörler ve bu etkiyle oluşan, kendisini pir kabul edenleri derinden etki altına alan fikirleri ve fikirlerinin pratiğe dönüşümleri Ahîliğin anlaşılmasında önemli yer tutar. Bu fikirler iki kısımda incelenebilir:

1. Sanatkârlık
2. Cihat

Ahî Evren’e göre Ahîliğe girenlerin bir sanata sahip olmaları gerekir. Çünkü Ahî helal kazanmakla görevlidir. Helal kazanmanın yolu kişinin kendi emeği ile geçinebileceği bir mesleğe sahip olmasından geçer. Ayrıca, zengin olan başkasına daha çok hizmet edebilir. Ahî Evren’e göre Ahî olan aynı zamanda cihat idealine de sahip olmalıdır. Çünkü, cihat Kur’an’da farz kılınmıştır.

Ahî Evren iki ana başlık altında toplanabilen fikirlerini, Ahmet Yesevî gibi, halkın anlayacağı bir dille anlatmış ve yaymıştır. Esasında o eser yazacak kadar âlimdir. Ancak, Ahî Evren pratik hayata ağırlık vermiştir. Onun bu yaklaşımı, fikirlerinin Anadolu’da çabuk yayılmasına sebep olmuştur. Ahî Evren Sünni, Şafiî ve Ehl-i Sünnet çerçevesinde olan tarikat anlayışına sahip oluşu kesinlik kazanmış bulunmaktadır(1). Fıkıhta Şafiî mezhebine mensup olan Ahi Evren, müridlerine Kur’an ve Sünnet doğrultusunda fikirler telkin etmiştir.

Ahîlerin hayatları ve yaşayışları incelendiğinde bu fikirlerin varlığı her zaman görülür. Ahîler, pirlerinin telkin ettiği Kur’an ve Sünnet hükümleri gereğince yaşamışlar ve çevrelerindeki kişilerle bu fikirler doğrultusunda ilişkide bulunmuşlardır.

DİPNOT
1) Bayram, M., “Baba İshak Harekatının Gerçek Sebebi ve Ahî Evren ile İlgisi”, Diyanet Dergisi, Cilt 18, Ankara, 1979, s. 78.

AHİ EVREN’İN ESERLERİ

Ahî Evren’e ait olduğu belirlenen eserler incelendiğinde, onun dinî ilimlere vakıf olduğu ortaya çıkar. Ahî Evren’in eserleri şunlardır(1).

1. Metâliu’l-İman
2. Menahic-i Seyfî
3. Tabsiratu’l-Mübtedi ve Tezkiretü’l-Müntehi
4. Yezdân-Şinaht
5. Murşidu’l-Kifaye
6. Ağaz u Encam
7. Medh-i fakr u Zemm-i Dünya
8. Risale-i Arş
9. Mukâtebat Beyne Sadruddin Konevî
10. Cihat-Nâme
Bu eserlerden “Menahic-i Seyfî”, bir ilmihal kitabıdır(2).

DİPNOTLAR
1) Bayram, M., a.g.e., 1978, s. 21.
2) Bayram, M., a.g.e., 1979, s. 78.

Evita Peron

Haziran 30th, 2012

1919 yılında Arjantin’in Los Toldos kentinde, beş çocuklu fakir bir ailenin en küçük çocuğu olarak dünyaya geldi Arjantin halkının efsane ismi Evita Peron. Babasını yedi yaşındayken kaybetti ve 14 yaşında aktrist olmak için Buenos Aires’e gitti. Buenos Aires’te bir süre işsiz ve parasız kaldıktan sonra radyolarda çalışmaya başladı. Radyoda şovlar yaparak ve tiyatroda küçük rollerde oynayarak hayatını devam ettiren Evita, 1944 yılında Juan Domingo Peron ile tanıştı. Genç bir subay olan Juan Peron, 1943 yılında ülke yönetiminde önemli bir görev üstlendi. “Teniente Coronel” yani albay unvanlı Juan Domingo Peron, 1943 yılındaki askeri darbede rol oynayarak siyasete girdi, Çalışma Bakanı olarak hükümette yer aldı ve ’emekçi babası’ olarak tanındı.

Düşük gelirli işçilerin durumlarını düzeltmeye yönelik çalışan Juan Domingo Peron, 1944 yılındaki darbenin ardından tutuklansa da Eva Peron ve arkadaşlarının işçileri yanlarına alarak başlattıkları grevler neticesinde serbest bırakıldı. Bundan çok kısa bir süre sonra da Eva ile Juan Peron evlendi. Juan Peron, 1946 tarihinde de Başbakan oldu, iki defa seçildi ve 1955 yılında gene bir askeri darbe ile ayrıldı. Birkaç darbe daha geçtikten sonra 1973 yılında Peron bir kere daha seçimle başa geldi, 1974 yılında ise öldü. Bu sefer Evita’nın ölümünden sonra evlendiği yeni eşi İsabel Peron başa geçti. 1976 yılında ise İsabel de hükümetle beraber düştü.

Evita, kocasının diktatörlüğü döneminde kadın hakları için çalıştı ve aktif anlamda siyasetin içinde yer almamasına karşılık, her zaman siyasetle ve halkla içiçe oldu. İşçi sendikalarının örgütlenmesinde önemli rol üstlendi ve 1947 yılında kadınların oy verme hakkı elde etmesini sağladı. Fakir halka yiyecek, para ve ilaç yardımında bulundu, çocuklar için de yardım kampanyaları düzenledi.

Evita Peron, 26 Temmuz 1952’de 33 yaşında kanserden öldü. Peron’un iktidardan düşmesinden sonra gömüldüğü yerden çıkartılan cesedi 16 yıl saklandıktan sonra önce eşinin yanına, sonra da aile mezarlığına defnedildi. Madonna’nın ünlü şarkılarından olan “Don’t Cry for me Argentina!” onun için bestelendi.

Nasreddin Hoca

Haziran 30th, 2012

Türk halk bilgesi. Halk dilinde, duygu ve inceliği içeren, gülmece türünün öncüsü olmuştur.

Sivrihisar’ın Hortu yöresinde doğdu, Akşehir’de öldü. Babası Hortu köyü imamı Abdullah Efendi, annesi aynı köyden Sıdıka Hatun’dur. Önce Sivrihisar’da medrese öğrenimi gördü. Babasının ölümü üzerine Hortu’ya dönerek köy imamı oldu. 1237’de Akşehir’e yerleşerek, Seyyid Mahmud Hayrani ve Seyyid Hacı İbrahim’in derslerini dinledi. İslam diniyle ilgili çalışmalarını sürdürdü. Bir söylentiye göre medresede ders okuttu, kadılık görevinde bulundu. Bu görevlerinden dolayı kendisine Nasuriddin Hâce adı verilmiş, sonradan bu ad Nasreddin Hoca biçimini almıştır.

Onun yaşamıyla ilgili bilgiler, halkın kendisine olan aşırı sevgisi yüzünden, söylentilerle karışmış, yer yer olağanüstü nitelikler kazanmıştır. Bu söylentiler arasında, onun Selçuklu sultanlarıyla tanıştığı, Mevlânâ Celâleddin ile yakınlık kurduğu, kendisinden en az yetmiş yıl sonra yaşayan Timur’la konuştuğu, birkaç yerde birden göründüğü bile vardır.

Nasreddin Hoca’nın değeri, yaşadığı olaylarla değil, gerek kendisinin, gerek halkın onun ağzından söylediği gülmecelerdeki anlam, yergi ve alay öğelerinin inceliğiyle ölçülür. Onun olduğu ileri sürülen gülmecelerin incelenmesinden, bunlarda geçen sözcüklerin açıklanışından anlaşıldığına göre o, belli bir dönemin değil Anadolu halkının yaşama biçimini, güldürü öğesini, alay ve eğlenme türünü, övgü ve yergi becerisini dile getirmiştir.

Onunla ilgili gülmeceleri oluşturan öğelerin odağı sevgi, yergi, övgü, alaya alma, gülünç duruma düşürme, kendi kendiyle çelişkiye sürükleme, Şeriat’ın katılıkları karşısında çok ince ve iğneli bir söyleyişle yumuşaklığı yeğlemedir. O, bunları söylerken bilgin, bilgisiz, açıkgöz, uysal, vurdumduymaz, utangaç, atak, şaşkın, kurnaz, korkak, atılgan gibi çelişik niteliklere bürünür. Özellikle karşısındakinin durumuyla çelişki içinde bulunma, gülmecelerinin egemen öğesidir. Bu öğeler Anadolu insanının, belli olaylar karşısındaki tutumun yansıtan, düşünce ürünlerini oluşturur.

Nasreddin Hoca, halkın duygularını yansıtan bir gülmece odağı olarak ortaya çıkarılır. Söyletilen kişi, söyletenin ağzını kullanır, böylece halk Nasreddin Hoca’nın diliyle kendi sesini duyurur.

Nasreddin Hoca, bütün gülmecelerinde, soyut bir varlık olarak değil, yaşanmış, yaşanan bir olayla, bir olguyla bağlantılı bir biçimde ortaya çıkar. Olay karşısında duyulan tepkiyi ya da onayı gülmece türlerinden biriyle dile getirir. Tanık olduğu olaylar genellikle halk arasında geçer. Hoca, soyluların, yüksek saray çevresinde bulunanların aralarına ya çok seyrek girer ya da hiç girmez. Sözgelişi onun tanıştığı söylenen Selçuklu sultanlarıyla ilgili gülmecesi yoktur.

Timur’la ilgili “hamam, Timur ve peştemal” gülmecesi de, Timur’dan çok önce yaşadığı için, sonradan üretilmiştir. Halk beğenisi Hoca’yı Timur gibi çevresine korku salan bir imparatorun karşısına hamamda çıkarak, “kızım sana söylüyorum, gelinim sen işit” türünden bir yergi yaratmıştır. Burada yerilen, dolaylı olarak kendini toplumun, halkın üstünde gören saray insanlarıdır.

Nasreddin Hoca gülmecelerinde dile gelen, onun kişiliğinde, halkın duygularını yansıtan başka bir özellik de eşeğin yeridir. Hoca eşeğinden ayrı düşünülemez. Onun taşıtı, bineği olan eşek gerçekte bir yergi ve alay öğesidir. Anadolu insanının yarattığı gülmece ürünlerinde atın yeri yoktur denilebilir. Eşek, acıya, sıkıntıya, dayağa, açlığa katlanışın en yaygın simgesidir. Soyluların, sarayların çevresinde üretilmiş gülmecelerde eşek bulunmaz, oysa at geniş bir yer tutar.

Bu konuda başka bir çelişki sergilenir. Gülmecede güldürücü öğe ile yerici öğe yanyana getirilir. Bunun örneği de kendisinden eşeği isteyen köylüye, “eşek evde yok” deyince ahırda onun anırmasını duyan köylünün “işte eşek ahırda” diye diretmesi karşısında, Hocanın “eşeğin sözüne mi inanacaksın benimkine mi” demesidir.

Onun gülmecelerinde, kaba sofuların “ahret” le ilgili inançları da önemli bir yer tutar. “Fincancı Katırları”, “Ben Sağlığımda Hep Burdan Geçerdim” başlıklı gülmeceler katı bir inanç karşısındaki duyguyu açığa vurur. Toplumda neye önem verildiğini anlatan “Ye Kürküm Ye” gülmecesi, Hoca’nın dilinde, halkın tepkisini gösterir.

Nasreddin Hoca’nın etkisi bütün toplum kesimlerine yayılmış, “İncili Çavuş”, “Bekri Mustafa”, “Bektaşi” gibi çok değişik yörelerin duygularını yansıtan gülmece türlerinin doğmasına olanak sağlamıştır. Bunlardan ilk ikisi saray çevresinin oldukça kaba beğenisini, üçüncüsü de gene halkın, Şeriat’ın katılığına karşı duyduğu tepkiyi dile getirir.

Bizim Tekir Nerede?

Hoca’nın canı bir gün etlice bir yahni ister…

Kasaba gidip bir okka et alır, eve gönderir.

Hoca’nın karısı yahniyi pişirirken komşuları çıkagelir. Gözü gönlü tok, eli açık olan kadıncağız komşularına yahni ikram eder. Komşular, yemeğin tamamını yiyip bitirir ve dönerler evlerine.

Bütün gün yahni özlemiyle akşamı zor eden Hoca evine döner. İştahla oturur sofraya. Biraz sonra karısı önüne bir tabak bulgur aşıyla bir kaşık koymaz mı? Hoca hiddetlenerek sorar ne olup bittiğini.

“Efendi,” der karısı, “Eti bizim Tekir yedi.”

Bu sözü duyan Hoca sinirlenerek eline bir sopa alır ve Tekir kediyi aramaya koyulur. Bir süre sonra Tekir görünür, bir deri bir kemik… Yürüyecek gücü yok, iskelet gibi…

Hoca şaşkın: “Hatun, yahnilik eti şu bizim Tekir mi yedi?” diye sorar. Karısı da “Evet Efendim, o hınzır yedi.” diye cevap verir.
Bunun üzerine Hoca alır eline el terazisini ve tartar Tekir kediyi… Tam bir okka çeker Tekir. Bunun üzerine karısına şöyle çıkışır

Hoca: “Hatun! Şu gördüğün bizim Tekir tam bir okka geldi. Öyleyse, yahnilik et nerede? Şayet et bu ise bizim Tekir nerede?”

Paolo Gatti

Haziran 30th, 2012

Paolo Gatti 18 Haziran 1955’de Roma’da, sanatçı bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Roma Santa Cecilia Konservatuarı Kompozisyon Bölümüne devam etmiş ve Guglielmo paparano, Gianni Nucci, Bruno Battisti, Da Mario, Francesco Romano,Enry Rivas (Alirio Diaz’ın öğrencisi) gibi farklı ustalarla klasik gitar çalışmalarını geliştirmiştir.

Ayrıca Rai radiouno’nun hafif müzik orkestrası eski direktörü Carlo Esposito’dan temel armoni dersleri almıştır.Otuz beş yıl boyunca birlikte çalışacağı Romalı aktör Fiorenzo Fiorentini’nin sanatsal çalışmaları sayesinde, kendini genç yaşta Roma halk müziği kültürünün kaynaklarının tarihini ve müziksel kalıplarını  araştırmaya adamıştır.

Roma Melodileri konserini Roma Müzik Parkı Oditoryumu Giuseppe Sinopoli Salonu’nda Strazburg Avrupa parlementosu’nda, Pippa Caruso’nun  yönetimindeki Nova Amadeus Senfoni Orkestrası’nın gitar salosuna eşlik  ettiği “ Roma Şarkıları Galası “ etkinliği sebebiyle Roma Opera ve tiyatrosu’nda Giği Proietti, Nicola Piovani, Fiorella Mannoia, Renato Zero ile beraber Piezza del popolo’da düzenlenen Roma Şenliğinde ve Moskova Galina Vishnevskaja Şarkı Merkezi gibi önemli yerlerde sunmuştur.

Roma Belediye Başkanı Walter Veltroni tarafından Roma’daki kültür alanında önemli kişiliklere verilen “Sempati Ödülü’nü” almıştır. Gianni Rivera ve Antonella Venditti’yle beraber G.G.Belli Akademisi tarafından “Fahri Doktora “ layık görülmüştür.

Hüsamettin Yılmaz

Haziran 30th, 2012

1930’da Gönen’de doğan Yılmaz, 1953’te Gazi Eğitim Enstitüsü’nü bitirdi. Işıklar Askeri Lisesi ve Manisa Ortlu Spor Okulu’nda spor öğretmenliği yaptı. 1984 yılında Kıd. Albay olarak ordudan emekli oldu. Ankara Beden Terbiyesi Bölge Müdürlüğü yaptı. 1968’den itibaren TMOK üyeliği görevini üstlendi.

Ekrem Ay

Haziran 30th, 2012

1964’te doğan Ekrem Ay, gülle atmada 1988-1993 yıları arasında rekor üstüne rekor kırdı. Son rekoru 18.27 olan Ay, kendisine ait Türkiye rekorunu 10 kez yeniledi.

Nicaphore Niepce

Haziran 30th, 2012

1765 yılında doğan Fransız fizikçi önce din dersleri verdi. Fransız Devrimi sırasında ülke dışına giden Niepce, geri dönerek kısa bir süre orduda çalıştı. Ordudan ayrıldıktan sonra mekanik alanında yaptığı buluşları hayata geçirmeye uğraştı. Çeşitli görüntülerin güneş ışığının etkisiyle kabartma haline gelebilmesi için, sert kalaydan yapılmış bir levhanın üzerini ışığa duyarlı bazı maddelerle kapladı. 1826’da cam levha üzerinde bir görüntünün negatif kabartmasını elde etmeyi başardı ve fotoğraf çeken ilk kişi oldu. 1833 yılında öldü.

Alp Alpagut

Haziran 30th, 2012

8 Ocak 1974 doğumlu olan Alp, yelkene 1983 yılında Galatasaray kulübünde başladı. 1985’ten 1990’a kadar lisanslı olarak optimist’te yarıştı. 1993 yılında Saint Joseph Fransız Lisesini daha sonra Marmara Üniversitesi İşletme Fakültesi’ni bitirdi. Yelken sporuna 1983 yılında Galatasaray Kulübünde başladı. 1984′ ten 1990′ a kadar Optimist sınıfında yarıştı. 1990′ dan bu yana Laser sınıfında yarışmaktadır.

1987 yılından itibaren 250 defadan fazla milli oldu. Gerek yurt içinde gerekse yurt dışında en üst seviyedeki organizasyonlarda kulübünü ve milli takımı başarıyla temsil etti. Bunların arasında, 1996 Atlanta Olimpiyat Oyunları, 1997 Bari Akdeniz Oyunları ve birçok Balkan, Avrupa, Dünya şampiyonaları bulunmaktadır.

1998 Laser Radial Avrupa Kupası’nın Fransa , Hollanda ve Danimarka’ da yapılan üç etabında da birinci gelerek , genel klasmanda Avrupa 1.’ si oldu. Bu başarısı sonucunda Milliyet gazetesinin, tüm spor dallarını kapsayan, geleneksel yılın sporcusu yarışmasında 1998 ‘ in en başarılı 5. sporcusu seçildi. Renault Mais Şeref Kürsüsü Yarışmasında 3.lük ödülü aldı.

1998 Olimpiyat Meşalesi ödülünü kazandı.

1999 ve 2000 yıllarında da İtalya, Fransa, Hollanda, Portekiz deki yarışlar sonucunda, Avrupa Kupası şampiyonluğu ünvanını korudu.

Sonuçta, 1998-1999-2000 yıllarında Laser Radial Avrupa Kupasını kazandı.

1999 ve 2000 de Türk Yelken Vakfı tarafından yılın yelkencisi olarak ödüllendirildi.

13-20 Temmuz 2001 tarihleri arasında İspanya ‘nın Barcelona kentinde düzenlenen ve 35 ülkeden 235 sporcunun katıldığı Lase Radial Dünya Şampiyonası’nda 4. oldu.

17-25 Ağustos 2001 tarihlerinde Polonya ‘nın Puck kentinde yapılan Laser Standart Avrupa Şampiyonasına katıldı.

Uluslararası Sailcoach firmasından aldığı antrenörlük teklifi üzerine, 15 Eylül tarihi itibariyle Toulon’da (Fransa) dünya çapında yelkencilerle çalışmaya başlayacak olan Alp aktif sporculuk hayatına da devam edip uluslararası yarışlarda ülkemizi ve kulübünü temsil edecektir.

Alp, 1987’den beri millî takımda yer almaktadır.

Dereceleri

2 kez Donanma kupası 1.si

1 kez Cumhurbaşkanlığı Kupası 1.si

2 kez Cumhurbaşkanlığı Kupası 2.si

1 kez Başbakanlık Kupası 1.si

1 kez İstanbul Bölge 1.si

2 kez İstanbul Bölge 2.si

2 kez Marmara Bölge 1.si

2 kez Marmara Bölge 2.si

2 kez Türkiye 1.si

2 kez Türkiye 2.si

1 kez Türkiye 3.sü

1 kez Karadeniz Kupası 1.si

1990 Laser Radial Avrupa Şampiyonası (Lorient, Fransa) : 60 sporcu arasında 12.

1991 Laser Radial Dünya Şampiyonası (Porto Carras, Yunanistan) : 72 sporcu arasında 7.

1992 Laser Radial Avrupa Şampiyonası (Moss, Norveç) : 52 sporcu arasında 12.

1992 Laser Radial Balkan Şampiyonası : 1.

1997, Euro Cup’ta 170 sporcu arasında 1.

1998 laser radial sınıfı Avrupa Kupası Şampiyonu

Avrupa Kupası Laser Radial’de Hollanda ve Danimarka’da 1.

1999 laser radial sınıfı Avrupa Kupası Şampiyonu

14.04.1999, İtalya’da Avrupa Kupası’nda 3.

18.05.1999, Hollanda’da 2.

26.05.1999, yılın en başarılı 5. sporcusu, Milliyet Gazetesi

Eylül 1999, yelkende Avrupa Kupası yarışmalarında Laser Radial sınıfında 1.

2000 laser radial sınıfı Avrupa Kupası Şampiyonu

2001 laser radial Dünya Şampiyonasında Barcelona’da 225 sporcu arasında Dünya 4.

Ekim 2001 Fransa’da antrenörlük

Kaan Berberoğlu

Haziran 30th, 2012

İzmir Emniyet Müdürü Halit Berberoğlu ve Neslihan Bolbirlik’in ikinci çocuğu olarak İzmir Kahramanlar’da dünyaya gelen Kaan, yüzme sporuna 1981 yılında İzmir Kapalı Spor Salonunda başlamış, 1982 yılında Tuborg Yüzme İhtisas Kulübüne yazılmıştır. Antrenörü Serhat Açar ile birlikte, 1989’dan itibaren birçok Türkiye Şampiyonluğu’na imza atmış,1996 yaz olimpiyatında yarışmıştır. 1994 Balkan Gençler Yüzme Şampiyonası’nın 50 m serbest kategorisinde altın madalyanın sahibi olmuştur.

Berberoğlu, Türk Yüzme Sporu’nun efsanelerinden Can Kulduk, Halim Şenyürekli, Cem Bilgin gibi isimlerle aynı havuzu paylaşmış, Ay-yıldızlı bayrağı gururla taşımışlardır.

1995 yılında, Amerika Birleşik Devletleri’ne taşınarak spor hayatına bu ülkede devam etmiştir.1996 Yaz Olimpiyatları Atlanta’da ülkemizi 50 metre serbest dalında temsil etmiş, 63 kişi arasından 51. bitirmiştir. 1998 yılında, İstanbul’da yapılan Türkiye Şampiyonası’nda 50 metre serbest dalında Türkiye Rekoru’nun yeni sahibi olmuştur.

2004 yılında Türkiye’ye dönen Kaan Berberoğlu, Yasemin Destan ile evlenmiştir. 2006 yılının son çeyreğinde Dr. Yasemin Fatih Amato ile birlikte bir güzellik merkezi açarak, şirketin yönetim görevini üslenmiştir. Berberoğlu halen İzmir’de yaşamakta olup, aktif spor hayatına Aikido ve Tai-Chi Chuan öğreterek devam etmektedir.