Charlie Chaplin

Haziran 30th, 2012

Amerikan yapımı sessiz filmlerde canlandırdığı acınacak halde, ama aynı zamanda komik küçük serseri (Şarlo/Charlot) karakteriyle dünya çapında ün kazandı. 1914’te oynadığı ilk filmini izleyen iki yıl içinde ABD’nin en tanınmış kişilerinden biri olmuş, 1920’lerin başlarına gelindiğinde filmlerinin sağladığı gelirlerin yüksekliği karşısında hiçbir istediği ücreti ödeyemez hale gelmiş, o da ancak yapımcılığını kendisinin üstlendiği filmlerde rol almıştır. 1920’lerin sonlarında sesli sinemaya geçilmesinden sonra yalnızca birkaç filmde görünmekle yetinmesine karşın, ilk dönem filmlerinin sinema klasikleri olarak değerlendirilmesi ve yeni izleyici kitlelerince de ilgi görmesi nedeniyle ününü hemen hiç yitirmemiştir. Uzun metrajlı büyük komedi filmleri arasında The Kid (1921;Yumurcak), The Gold Rush (1925;Altına Hücum), City Lights (1931;Şehir Işıkları), Modern Times (1936;Asri Zamanlar) ve The Great Dictator (1940;Şarlo Diktatör) sayılabilir.

İngiliz sinema oyuncusu ve yönetmeni Charlie Chaplin (asıl adı Charles Spencer Chaplin), 16 Nisan 1889’da İngiltere’nin başkenti Londra’da dünyaya geldi. 25 Aralık 1977’de İsviçre’de öldü. Her ikisi de müzikhol oyuncusu olan annesi Hannah ve babası Charles Chaplin’den, daha küçük yaşta şarkı söyleyip dans etmesini öğrenmişti. İlk kez sekiz yaşındayken, bir klog dansı gösterisi olan “Eight Lancashire Lads” (Sekiz Lancashire’lı Delikanlı) ile sahneye çıktı. Babasının bundan kısa bir süre sonra ölmesi, annesinin de sık sık akıl hastanesine girip çıkması yüzünden Chaplin’in çocukluk yılları, yatılı okul ve yetimhanelerde sıkıntıyla geçti. Bu dönemde bazen geçici sahne işleri buldu, bazen de sokaklarda yaşamak zorunda kaldı.

On yedi yaşındayken, üvey ağabeyi Sydney kendi çalıştığı ve çeşitli danslar, oyunlar, komedi programları sunan Fred Karno vodvil topluluğunda ona iş buldu. 1913’e değin Karno’yla çalışarak sayısız müzikhol skecinde oynayan Chaplin, o yıl filmlerde rol almak üzere Keystone’un tek makaralık slapstick filmleri yapımcısı Mack Sennett, Chaplin’i Karno turnesi sırasında New York’tayken fark etmişti. Chaplin Aralık 1913’te 150 dolar haftalıkla sinema yaşamına adım attı ve bir daha da sahneye dönmedi.

Chaplin, melon şapka, dar bir frak ceketi, bol pantolon, büyük ayakkabılar, bıyık ve bastondan oluşan ünlü görünümünü ikinci filmi olan Kid Auto Races at Venic’te (1914,Venedik’te Ufaklıklar Oto Yarışları) yarattı. Ama bu tipin özellikleri henüz tam anlamıyla oluşmamıştı. Bununla birlikte, haftada iki film gibi büyük bir hızla çevrilmesine karşın, Chaplin komedileri olağanüstü bir başarı sağlamıştı. Kısa bir süre sonra Chaplin’in kendi filmlerini yönetmesine izin verildi, ücreti de gitgide astronomik rakamlara ulaştı. 1915’te Essanay şirketinden haftada 1. 250 dolar, 1916’da Matual şirketinden haftada 10 bin dolar ve ayrıca sözleşme için 150 bin dolar, 1917’de de First National şirketinden sekiz film için 1 milyon dolar aldı. İki yıl sonra, dönemin önde gelen yıldızları Mary Pickford, Douglas Fairbanks ve ünlü yönetmen D. W. Griffith ile, her birinin kendi filmlerinin dağıtımını bağımsızca yürütmesi koşuluyla, United Artists’i kurdu. First National ile olan sözleşmesi The Pilgrim (1923;Şarlo Hacı) filmiyle sona erdikten sonra, 1966’da Universal için yaptığı A Countess from Hong Kong’a (Hong Kong’lu Kontes) değin filmlerini yalnızca kendi şirketi adına çekti.

Chaplin’in bu hızlı yükselişi bir ölçüde, filmlerinin pazarlamasında, konularından çok filmde oynayanların önemli olduğu yıldız sisteminin gelişmesinden kaynaklanıyordu. Aslında Pickford, Fairbanks ve başkalarıyla birlikte Chaplin’in perdedeki kişiliğinin halk tarafından büyük bir coşkuyla kabul görmesi de, bu sistemin yerleşmesinde oldukça etkili oldu. Chaplin The Tramp’te (1915;Şarlo Serseri), yarattığı küçük serseri tipini yalnızca eğlendirici değil, aynı zamanda sevimli de kılabilmek amacıyla, sempatikliğinin de altını çizmeye başladı. Kendi filmlerinin hem yıldızı, hem yönetmeni, hem de yazarı olduğu için, Şarlo karekterinin içerdiği anlamları irdelemek için eşsiz bir konumdaydı. Bir eleştirmenin “zenginlerin bakış açısından çizilmiş bir yoksul tipi” olarak tanımladığı, Chaplin’in “küçük adam” dediği Şarlo, Easy Street (1917;Şarlo Polis), Shoulder Arms (1918;Şarlo Asker), Yumurcak, Altına Hücum, Şehir Işıkları, Asri Zamanlar ve ilk sesli filmi olan Şarlo Diktatör gibi filmlerde gelişti. Chaplin’in kendi yaşamından çizgiler taşıyan Limelight’ta (1952;Sahne Işıkları) kısa da olsa, yeniden gözüktü.

Chaplin’in çok hareketli bir özel yaşamı oldu. Dört evliliğinin üçü filmlerinin başrol oyuncularıyla, 1918’de Lita Grey ve 1936’da Paulette Goddard’la gerçekleştirdi. 1943’te oyun yazarı Eugene O’Neill’in kızı Oona O’Neill’le evlendi. İlk iki boşanması ve 1944’te kendisine açılan babalık davası sansasyon yarattı. Chaplin 1942’de, savaşta Almanlara karşı ikinci bir cephe çağrısında bulunduğunda gene manşetlere çıktı. Siyasal tavrına yöneltilen saldırıda, hiçbir zaman ABD vatandaşlığına geçmemiş olmasının payı da vardır. Mavi Sakal öyküsünün iğneleyici bir uyarlaması olan Monsieur Verdoux (1947), pek çok çevrenin yanı sıra Amerikan ordusunu da oldukça sinirlendirdi. ABD hükümetinin vergi borcu için sıkıştırması, ayrıca bazı politikacı ve köşe yazarlarının yıkıcı etkinliklerle ilişkisi olduğunu ileri sürmeleri üzerine Chaplin 1952’de ülkeyi terk etti. Geri dönüş hakkının ABD Adalet Bakanlığı’nca soruşturulacağını öğrenince 1953’te Cenevre’de bu haktan vazgeçtiğini açıkladı.

Bundan sonra ailesiyle birlikte İsviçre’de Vevey yakınlarında Corsier-sur-Vevey’de yaşamaya başladı. 1957’de Londra’da yaptığı A King in New York (New York’ta Bir Kral), Amerika’ya Karşı Etkinlikleri Soruşturma Komitesi’ne, anlamsız televizyon reklamlarına ve Amerikan tarzı yaşamın başka yanlarına yönelik eleştirilerle dolu bir komediydi. Film, Chaplin’in özellikle reddettiği komünizm yanlılığı suçlamalarının artmasına yol açtı. 1966’da başrollerini Marlon Brando ve Sophia Loren’in oynadığı, kendisinin de hem senaryosunu yazdığı, hem de küçük bir rolde göründüğü A Countess from Hong Kong’u (Hong Konglu Kontes) çekti. 1972’de kendisine verilen özel Oscar ödülünü almak üzere ABD’ye gitti.

FİLMOGRAFİSİ
“Caught in a Cabaret” (1914 yarım düzine kadar oyunculuk yaptığı filmden sonraki ilk oynayıp yönettiği film), “Kid Auto Races in Venice” (Ünlü Şarlo kılığını ilk kez taşıdığı film), “Tillie’s Punctured Romance”, “The Tramp-Şarlo Serseri”, “Easy Street”, “The Immigrant-Şarlo Göçmen”, “A Dog’s Life-Köpek Hayatı”, “Shoulder Arms- Şarlo Asker”, “Sunnyside-Şarlorda Kırlarda”, “A Day’s Pleasure-Keyifli Bir Gün”, “Pay Day-Maaş Günü”, “The Kid-Yumurcak”, “The Pilgrim- Şarlo Kaçak”, “A Woman in Paris-Paris’li Kadın”, “Gold Rush-Altına Hücum”, “The Circus-Sirk”, “City Lights-Şehir Işıkları”, “Modern Times-Modern Zamanlar”, “The Great Dictator-Büyük Diktatör”, “Monsier Verdoux”, “Limelight-Sahne Işıkları”, “A King in New York-New York’ta Bir Kral”, “A Countess from Hong Kong-Hong Kong’lu Kontes”.

Ayhan Işık

Haziran 30th, 2012

1929 yılında İzmir’de doğan Ayhan Işık, 1953’te Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü’nden mezun oldu. Sinemaya geçmeden önce grafiker olarak çalışan sanatçı, çeşitli dergilere kapak resimleri yaptı. Grafikerlikten sinemaya 1951’de Yıldız Dergisi ve İstanbul Film’in açtığı yarışmayı kazanarak geçiş yaptı. Aynı yıl “Yavuz Sultan Selim ve Yeniçeri Hasan” filmiyle ilk kez beyazperdede gözüktü. İkinci filmi “Kanun Namına” ile oyunculuktaki yeteneğini kanıtlayarak üne kavuştu. 1959 yılında Amerika’ya gitti ve sinema konusunda incelemelerde bulundu. Türkiye’ye döndükten sonra yeni filmler çevirerek ününü sürdürdü. 1972’de film yıldızlarının sahneye çıkma modasına uyarak, Klâsik Türk Müziği dalında solistlik yaptı.

Oyunculuğunun yanı sıra yapımcılık yapmaya da başlayan Işık, bir süre sonra da oyuncu ve yönetmen olarak “Örgüt” filmini çekti ve bu arada TV’de bazı reklam filmlerinde rol aldı. Türk sinemasının belki de en büyük oyuncularından biri olan Ayhan Işık, ikinci filminden sonra fiziği ve yeteneği ile dikkatleri çekerek, ölene kadar çevirdiği bütün filmlerde hep başrol oynadı. “Kral” ünvanını alan Işık, ününü en uzun süre koruyan ilk oyuncu oldu. Işık; 1954’te Türk Film Festivali’nde, 1962’de Ses, 1965’te Artist ve daha bir çok yayın organının düzenlediği yarışmalarda “en başarılı erkek oyuncu” seçildi. Ayhan Işık, 1979’da beyin kanaması sonucu hayata veda etti.

Kemal Sunal

Haziran 30th, 2012

1944 yılında Malatya’nın Doğanyol ilçesinde doğdu. Vefa Lisesi’nden mezun oldu. Sanat hayatı, “Zoraki Takip” adlı tiyatro oyunuyla başladı. 1 yıl kadar Kenterler Tiyatrosu’nda çalıştıktan sonra Devekuşu Kabare Tiyatrosu’nda görev aldı. 1973 yılında Ertem Eğilmez’in yönettiği bir filmle sinemaya transfer oldu ve kalabalık kadrolu filmlerde rol almaya başladı.

Türk sinemasında başta ”İnek Şaban” tiplemesi olmak üzere canlandırdığı pek çok tiple sevenlerinin kalbinde taht kuran Kemal Sunal, 7’den 70’e herkesin sevgisini kazandı. 1944 yılında İstanbul’da doğan Kemal Sunal, Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni bitirdi. Sanat yaşamına amatör olarak ”Zoraki Tabib” oyunu ile atılan Sunal, bir süre Ulvi Uraz ve Devekuşu Kabare Tiyatrosu’nda çalıştı. Daha sonra sinemaya geçerek, önceleri bazı filmlerde önemsiz roller canlandıran Kemal Sunal, 1973’den sonra kalabalık kadrolu komedi filmleri ile üne kavuştu.

Türk sinemasının en büyük komedyenlerinden biri olan Sunal, peşpeşe çevirdiği filmlerle ticari açıdan büyük başarı kazandı. 1977’de Antalya Film Festivali’nde ”En başarılı erkek oyuncu” ödülünü alan Sunal, oyunculuğu ve özellikle değişik tiplemesiyle Türk sinemasında komedi oyunculuğuna yeni bir soluk getirdi. 1974 yılında evlendi. Ali ve Ezo adlarında, biri kız diğeri erkek iki çocuğu oldu. 1990’lı yıllardan itibaren filmleri kesintisiz olarak televizyonlarda yayınlanmaya başladı; ama kendisi bu gösterimlerden hiç para kazanmadı.

12 Eylül öncesi dönemde yarım bıraktığı üniversiteyi, Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi, Radyo Televizyon ve Sinema Bölümünü’nü 1995 yılında bitirdi ve master yapmaya başladı. Onu unutmamız mümkün değil! Hayatı boyunca toplam 82 filmde rol aldı. 3 Temmuz 2000 tarihinde öldü.

Russell Crowe

Haziran 30th, 2012

Bir Avustralya yapımı olan ” Blood Oath ” ( 1990 ) adlı filmle sinema dünyasına atılan Russel Crowe bu tarihten itibaren 20’nin üzerinde filmde irili ufaklı roller aldı. Yeteneğinin gerçek anlamda keşfedilmesi ise 1997 yapımı ” L.A. Confidential ” filmiyle gerçekleşti. Gösterdiği performans ile En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu dalında Oscar’ın sahibi olan Kim Basinger ile ” American Beauty ” ( Amerikan Güzeli ) ile 2000 yılının En İyi Erkek Oyuncu Oscar’ını kazanan Kevin Spacey’nin yer aldığı filmde 1950’lerin polis teşkilatının kirli yüzünü anlatılıyordu. Filmde, teşkilat içerisinde dönen entrikalara karşı mücadele eden dürüst polisi canlandıran Crowe, başarılı oyunculuğu ile filmi sırtlayanlar arasında gösterildi.

Karizmatik ve yoğun oyunculuğu ile çok farklı duyguları geniş bir perspektifte içten bir şekilde sunmayı başaran aktör, son yıllarda başiarılı filmlere imza atarak kısa zamanda Hollywood yıldızlarının arasına girdi. Rol aldığı hareketli ve şiddet içerikli filmlerde kötü adamları canlandıran Crowe, özellikle masum ve sıcak bakışlarıyla karakterin insancıl doğasını yansıtabilmesi anlamında Sean Penn, Daniel Day Lewis ve Edward Norton gibi yeteneklere benzetiliyor.

1992 yılında rol aldığı ” Proof ” filmiyle En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dalında Avustralya Film Enstitüsü Ödülü’nün sahibi olan Russel Crowe, bir sonraki sene ” Romper Stomper ” ile aynı enstitüden bu sefer En İyi Erkek Oyuncu ödülünü aldı. Sadist bir Nazi liderini canlandırdığı filmdeki olağanüstü performansı ile bir anda dikkatleri üzerinde toplayan aktör, 1994 yapımı ” The Sum of Us ” filminde utangaç, şirin bir homosexüel genci canlandırdı.

Sharon Stone’un yer aldığı ” The Quick and the Dead ” filmiyle Hollywood sinemasında adını duyurmaya başlayan Russel Crowe, 1995 yılında Denzel Washington ile başrollerini paylaştığı ” Virtuosity ” ile çıkışını sürdürdü.

Filmlerde canlandırdığı kötü adam tiplemelerinden çok da farklı bir karakteri olmadığını iddia eden aktör, özellikle kaba, uzlaşmaz ve soğuk tavırlarıyla beklenilenin aksine oldukça beğeni topluyor. Sert bir mizacı olduğunu her fırsatta dile getiren Russel Crowe, bu yönüyle oynadığı karakterleri canlandırmakta fazla zorlanmadığını vurguluyor Klasik Hollywood filmlerinde oynamak taraftarı olmadığını belirten oyuncu, özellikle deneyimli karakter oyuncuları ile çalışmaktan büyük zevk aldığını söylüyor. 1992 yılında Anthony Hopkins ile birlikte rol aldığı ” The Efficiency Expert ” bunlardan biri. Yetenekli aktörlerin yanı sıra güzel yıldızların yanında da oynama fırsatı bulan Crowe, Bridget Fonda ile ” Rough Magic “, Kim Basinger ile ” L.A.Confidiential ” ve Salma Hayek ile de ” Breaking Up ” gibi filmlerde yer aldı.

Hollywood dünyasında arkadaş olarak Tom Cruise ve Nicole Kidman çiftinin kendisine yakın olduğunu belirten Russel Crowe, her ne kadar giderek yıldızı yükselse de Hollywood’da kalıcı olmak istemediğini ve ilerde Avustralya’daki çiftliğini onarmak gibi projelerinin olduğunu söylüyor.

1999 yılına ” The Insider ” ile birlikte giren Russel Crowe, aynı yılı içerisinde üç filmde birden yer aldı: Yönetmenliğini Ridley Scott’un yaptığı ” Gladiator ” ile ” Yaşam Kanıtı ” ( Proof of Life ) ve ” Flora Plum “.

Bunlardan ” Gladyatör ” ile 2001 Oscar’larında ” En İyi Erkek Oyuncu ” dalı adayı olan Crowe, rakipleri Geoffrey Rush, Ed Harris, Tom Hanks ve Javier Bardem’i geride bırakarak Oscar heykelciğinin sahibi oldu.

Russell Crowe, 2001 yılında gösterime giren, “A Beautiful Mind” (Akıl Oyunları) filminde, Amerikalı ünlü matematikçi John Nash’in hayatını canlandırdı. 

Nicolas Cage

Haziran 30th, 2012

Nicolas Cage, Nicolas Coppola adıyla Losangeles’de, edebiyat öğretmeni August Coppola ve dansçı Joy Vogelsang’ın olğlu olarak 1964’de dünyaya geldi. Los Angeles’in kenar mahallerinden birinde dünyaya gelen Cage, özellikle sürekli, depresyon geçiren annesinin ilgisizliğinden kaynaklanan kötü aile koşulları içerisinde büyüdü. Okuldan nefret ederek bir an evvel okulu bitiren aktör, ilk olarak kısa dönem TV dizilerinde oynadı. 1982 yapımı “Fast Times at Ridgemont High” filminde küçük bir rol alan Cage böylece sinemaya ilk adımını atmış oldu.

Esas ismi Nicolas Coppola olan ve ünlü yönetmen Francis Ford Coppola’nin yiğeni olan Cage, amcasının “Rumble Fish” (Siyam Balığı) (1983) adlı filminde rol aldı. Aynı yıl kendisini yıldızlığa yükselten filmi “Valley Girl“de oynayan aktör, yine yönetmenliğini amcası Coppola’nın yaptığı ve başrolünde Kathleen Turner’ın da yer aldığı “Peggy Sue Got Married (Peggy Sue Evlendi)” adlı filmde rol aldı.

Deneysel performansları tercih eden yetenekli oyuncu, stüdyo filmlerinden, medyatik gösterilerden ve Hollywood eleştirmenlerinden kaçmayı hep başardı. Cher ile birlikte rol aldığı Norman Jewison’un “Moonstruck (Ay çarpması)” (1987) adlı dönemin aşk filmlerine yeni bir soluk getiren filmde oynadı.

Bu filmdeki performansı ile Coen Kardeşlerin dikkatini çeken Cage, yönetmenlerin “Raising Arizona” adlı filminde yer aldı. Bu iki filmle giderek ünlenen aktör, 1990 yapımı ” Vampire’s Kiss (Vampir Öpücüğü)” ve 1992 yapımı “Honeymoon in Vegas (Vegas’ta balayı)” adlı filmlerle çıkışını sürdürdü.

Artık film başına 4 milyon dolar gibi yüksek rakamlar alabilen bir oyuncu haline gelen Cage, Mike Figgis’in bağımsız yapımı “Leaving Las Vegas (Elveda Vegas)” (1995) da düşük bir ücretle görev aldı. İntihar etmeye karar veren bir alkoliği canlandırdığı filmle En İyi Erkek Oyuncu dalında Oscar Ödülü’nün sahibi oldu.

Daha sonraki senelerde genellikle aksiyon filmlerinde izlediğimiz aktör, Sean Connery ile başrolü paylaştığı “The Rock (Kaya)”, mahkumlarca kaçırılan bir uçağın içerisinde azılı katillerle mücadele eden kahraman eski polisi canlandırdığı “Con Air“, John Woo’nun yönetmenliğini üstlendiği ve başrollerinde John Travolta’nın yer aldığı “Face/Off(Yüzüze)“ta rol aldı.

Meg Ryan’ın da rol aldığı romantik bir film olan ve ünlü Alman yönetmen Wim Wenders’in “Wing of Desire” adlı filminden esinlenen “City of Angels (Melekler Şehri)” ile tarzını değiştiren Nicolas Cage, “Snake Eyes (Yılan Gözler)” filmiyle aksiyon filmlerine dönüş yaptı. “Nosferatu” adlı sessiz korku filminin yapılışını konu alan “Shadow of the Vampire” ile yapımcılığa yönelen Cage, 2000 yapımı “Gone in 60 Seconds” için 20 milyon dolar aldı.

Aktör, aynı yıl içinde çekilen “Aile Babası” isimli filmde, yoğun bir iş yaşamı ile güzel, huzurlu bir yuva arasında seçim yapmak zorunda kalan Jack Campbell karakterini canlandırdı.

Clint Eastwood

Haziran 30th, 2012

Asıl adı Clinton Eastwood’tur. 1930 yılında San Fransisco’da doğdu. Okul hayatı çok hareketli geçti. Liseden sonra güç gerektiren işlerde çalışan Eastwood 1955’lerde Hollywood’a geldi.

Oyunculuğa televizyondaki western filmleriyle başladı. Bu filmler Clint Eastwood’un piyasada kabul görmesini sağladı.Kariyeri boyunca oyunculuğun yanı sıra yapımcı ve yönetmen yönleriyle de ön plana çıkan aktör, uzun boylu, sessiz ve kaba kovboy tiplemesiyle 1960’lı yılların sinemasında bir ikon haline geldi.

Kendisine ait Malpaso adlı yapım şirketiyle orta bütçeli yapımlara imza atan Eastwood, kanlı ticari filmlerden tutun da, kişisel ve duygu yüklü filmlere kadar pek çok yapımda yer aldı.

Televizyonda edindiği tecrübeyle birlikte oyunculuğunda minimalist bir üslup yakalayan Eastwood, Avrupa’ya geçti ve spagetti western türünün unutulmaz yönetmeni Sergio Leone’nin spagetti üçlüsünde oynadı. 1964 yılında “ A Fistful of Dollars (Bir avuç dolar) ile “ herkes ya zengin olur ya da ölür ” temasından yola çıkarak kanlı kovboy filmleri serisine başlayan aktör, başı boş gezen ve acımasız Amerikalı kovboy portresiyle dünyaca üne kavuştu. İki yıl sonra “ For A Few Dollars More (Bir kaç dolar için) ve efsane “ The Good, The Bad, and The Ugly (İyi, Kötü, Çirkin) filmlerinde oynayan aktör, klasik revizyonist western türünün klasiklerine imza attı. Ülkesine geri döndükten sonra 1968 yılında “ Coogan’s Bluff ”da canlandırdığı akıllı şehirli kovboy tiplemesiyle, filmin yönetmen Don Siegel ile uzun bir iş arkadaşlığına ilk adımını attı.

Siegel’in 1971 yapımı “ Dirty Harry (Kirli Harry) adlı filminde canlandırdığı “ Kirli ” Harry Callahan adlı polis karakteriyle ikinci bir efsane daha yaratan aktör, bu ölümsüz ve kural tanımaz polis karakterini 1983 yapımı “ Sudden Impact ” adlı filmde tekrarladı. Kirly Harry’nin yönetmeni Siegal Eastvood hakkında şunları söyleyecekti:” Kendi imajının ne denli iyi olduğunun bu kadar bilmeyen bir adamla çalışmadım.”

Adil erkek portreleri çizmeye devam eden aktör, aksiyon filmlerinin yanı sıra “ Every Which Way But Loose ” ve “ Any Way You Can ” gibi popüler komedi filmlerinde rol aldı.

1980’lerle birlikte sinema endüstrisindeki albenisini kaybetmeye başlayan aktör, 1988 yılında “ The Dead Pool ” ile beşinci kez Kirli Harry karakterini oynadı. Ardından “ The Rookie ” ve “ White Hunter, Black Heart ” gibi başarısız yapımlarda yer alan aktör, oldukça ilginç bulunan “ The African Queen ” adlı yarı kurgusal bir filmde yer aldı. 1992 yılında başrolünde kendisinin yanı sıra Morgan Freeman’ın da yer aldığı “ Unforgiven ”ın yönetmenliğini üstlenen Eastwood, o dönem En İyi Film ve En İyi Yönetmen dallarında Oscar kazandı. Aktörün daha önce birlikte çalıştığı Don Siegel ve Sergio Leone gibi usta yönetmenlere ithaf ettiği film, 100 milyon dolar gibi yüksek bir gişe hasılatı elde etti.

1993 yılında “ In the Line of Fire (Ateş Hattında) adlı filmde Gizli Servis görevlisini canlandıran aktör, usta bir katili canlandıran John Malkovick ile çok muhteşem bir oyunculuk sergiledi. Yönetmenliğini ünlü Alam yönetmen Wolfgang Petersen’in üstlendiği film, birkaç ay içerisinde 100 milyon mark gibi bir hasılat yakalayarak aktörün son dönemdeki ikinci büyük ticari başarısı oldu. 1993 yılında “ A Perfect World ” adlı filmin yönetmenliğini üstlenen Eastwood, bir kanun kaçağıyla, onun kaçırdığı küçük çocuk arasındaki duygusal ilişkiyi ele aldı. Aktör, filmde Kevin Costner’ın canlandırdığı kanun kaçağını yakalamaya çalışan bir polisi canlandırdı.

Bu filmin ardından pek çok orta düzeyli filmde rol alan aktör, yönetmenliğini yaptığı “ Midnight in the Garden of Good and Evil (İyi ile Kötünün Bahçesinde Geceyarısı) ” ile dikkatleri üzerine çekti. John Berendt’in gerçek bir olayı ele alan aynı adlı kitabından uyarlanan film, Savannah’da yaşanan bir cinayet davasını konu alıyordu. Eastwood, 1999 yılında insanı son ana kadar şüphede bırakan gerilim filmi “ True Crime ”ın yönetmenliğinin yanı sıra yapımcılığını da üstlendi.

Edvard Norton

Haziran 30th, 2012

Avukat bir baba ve öğretmen bir annenin çocuğu olarak 18 Ağustos 1969’da ABD’de doğan başarılı aktörün çocukluğu Columbia’da geçti. Daha sonra 1991 yılında, astronomi bölümünde başladığı Yale Üniversitesi’nden Tarih konusunda ihtisas yaparak mezun oldu. Çocukluğunda birkaç tiyatro oyununda rol alan genç oyuncu, liseden sonraki öğrencilik yıllarında da okuduğu üniversitenin yapımı olan birçok tiyatro oyununda görev aldı.

Tiyatrodan sonra sinemaya adımını atan Norton, ilk olarak 1996 yapımı psikolojik drama filmi olan “Primal Fear”da Richard Gere’le birlikte rol aldı. Filmde canlandırdığı çift karakterli katil rolü ile en iyi erkek oyuncu dalında Altın küre Ödülü’nü kazandı. Ardından Woody Allen’ın yönetmenliğini yaptığı “Everyone Says I Love You” adlı komedi filminde Drew Barrymore’un nazik nişanlısını canlandırdı. 1997 yılında başarılı sanatçının annesi Robin Norton, beyin kanserinden hayatını kaybetti. Zirve basamaklarını hızlı adımlarla çıkan başarılı aktör, “The People vs. Larry Flynt” filminde azimli bir ceza avukatını canlandırdı ve filmdeki performansıyla tüm dikkatleri üzerine çekti.

1998 yılında tekrar sinema severlerin karşına çıkan ünlü aktör, “Rounders” adlı kumar gerçeğini gözler önüne seren drama filminde, Matt Damon’un “Solucan” lakaplı arkadaşını canlandırdı. Yine aynı yıl Amerika’daki ırkçılığı konu alan “American History X” filmi ile izleyicilerin karşısına geçti. Bu filmdeki performansıyla da Oscar adaylığını elde etti.

1999 yılında ise Brad Pitt ve Helena Bonham Carter ile birlikte “ Fight Club ”da rol alan Norton, modern şehir hayatında yabancılaşmış, bireyin kendi iç hesaplaşmasını karakterize eden bir rol üstlendi. “Saving Private Ryan”daki (Er Ryan’ı Kurtarma) Matt Damon’un oynadığı Er Ryan rolü ilk önce Norton’a teklif edildi fakat Norton bu filmde oynamayı reddetti.

2000 yılına gelince oyunculuktan sonra yönetmenliğe de adım atan başarılı sanatçı, “Keeping the Faith” filminin yönetmenliğini üstlendi ve filmde aynı zamanda en yakın arkadaşıyla aynı kadına aşık olan papazı canlandırdı. 2001 yılında ise Robert de Niro, Marlon Brando ve Angela Bassett gibi ünlü isimlerle beraber rol aldığı “The Score” filminde, saldırgan ve yetenekli olan genç bir hırsızı canlandırdı.

Belgin Doruk

Haziran 30th, 2012

Türk Sineması’nın “Küçük Hanımefendisi” olarak bilinen Belgin Doruk, 1936 yılında Ankara’da doğdu. 1952’de ortaokul son sınıfta iken Yıldız Dergisi ve İstanbul Film’in açtığı yarışmayı Ayhan Işık ve Mahir Özerdem ile birlikte kazanarak sinemaya geçti ve ilk filmi olan “Çakırcalı’nın Definesi”ni çevirdi. 1953 yılında yapılan güzellik yarışmasında Türkiye 2. Güzeli seçildi. Türk sinemasının belirli bir döneminde en çok film çeviren ve en çok sevilen oyuncu oldu. Zeki Müren’le birçok filmde başrol oynadı (1959’da Kırık Plak, 1961’de Hep O Şarkı, 1962’de Bahçevan, 1963’de İstanbul Kaldırımları, 1964’de Hayat Bazen Tatlıdır). 1964 yılında Orhan Elmas’ın yönettiği “Duvarların Ötesi” adlı filmde Tanju Gürsu ile başrolü paylaştı. Ayhan Işık ile iyi bir ikili oluşturdu ve birlikte çevirdikleri “Küçük Hanım” serisi çok tutuldu. Sanatçı, çoğunlukla melodramların ya da duygusal güldürülerin değişmez oyuncusu oldu.

Sinemada ilk çıkışını, “Yeşil Köşkün Lambası” filmiyle yaptı. Yönetmen Faruk Kenç ile evlenip boşandı, daha sonra yapımcıÖzdemir Birsel ile evlendi. 1970 yılında yapılan 2. Adana Film Festivali’nde Yuvanın Bekçileri filmiyle En İyi Kadın Oyuncu ödülünü aldı.1975’ten sonra sinemadan ayrılan sanatçı, 26 Mart 1995 yılında İstanbul’da öldü.

Anthony Quinn

Haziran 30th, 2012

PERDENİN ZORBA’sı, bir tür ilkel toprak ve doğa adamının en görkemli sinemasal yansıması… Köylüden ihtilalciye, ressamdan büyücüye, boksörden boğa güreşçisine, gangsterden kovboya her rolü kendi kişiliğini katarak oynayabilen, aynı kolaylıkla Onassis, Notre Dame’ın kamburu, Gauguin, Papa veya Hazret-i Hamza olabilen ve 60 yıllık mesleğine 100 film sığdıran büyük oyuncu…

Meksika’da Chiuhaha kasabasında doğduğu kesin… Annesinin Meksikalı, babasının

İrlandalı olduğu da… Ancak mesleklere gelince çelişkili bilgiler var. Annesinin Pancho Villa’nın yanında savaşmış sert bir kadın, bir `soldadera’ olduğu söylenir. Babası ise bir söylentiye göre bir kameraman, bir diğerine göreyse mevsimlik işçi olarak işe başlayıp sonradan Hollywood’un ilk günlerinde bir hayvanat bahçesi kuran bir serüvencidir. Karmaşık kökenleri ve Latin/Anglo-Sakson karışımı kanı, onun ilerde hemen her ırktan ve kökenden kişilikleri rahatlıkla oynamasını sağlayacaktır. Quinn, gerçek ve eksiksiz bir dünya vatandaşıdır.

İlk gençliğinde boğa güreşine merak sarar, arenaya çıkar. Sonra 1936’da sinemaya adım atar. İlk filmlerindeki çok küçük rollerini, zaman içinde büyük rollere çevirir!… Ama bu Meksikalı, kızılderili veya gangster rolleri, ona şöhretin yolunu açacak gibi değildir. O yıllardaki asıl başarısı, 1936’da The Plainsman -Ovalar Kaplanı, iki yıl sonra The Buccaneer – Korsan, ertesi yıl da Union Pasific- Pasifik Ekspresi filmlerinde rol aldığı ünlü yönetmen Cecil B. de Mille’in evlat edindiği kızı Katharine de Mille’in kalbini çalarak onunla evlenmesidir. Ama bu bile, 1930’ların sonlarında Quinn’e bekledigi ünü getirmeyecektir.

Savaş yıllarında Paramount’tan ayrılıp Warner Bros ve FOX’la çalışır. Rollerinin önemi çok yavaş biçimde artmaktadır. Sert, giderek çirkin fiziğinin ardında saklı o müthiş dinamizmi henüz bilinmediği için, yönetmenler ona önemli rolleri lâyık görmezler. Blood and Sand – Kanlı Meydan, They Died with their Boots On – Sayılı Kahramanlar, The Oxbow İncident- Oxbow Olayı, Buffalo Bill gibi filmlerde hep asıl kahramanın yanıbaşındaki adam veya adamlardan biridir. Sayılı Kahramanlar’da kızılderili şef Crazy Horse veya Bataan’a Dönüş’teki Filipinli savaşçı rollerine aynı inandırıcılığı katabilmektedir.

Sinemadan beklediğini bulamayan Quinn, Broadway’e yönelir, orda “İhtiras Tramvayı” oyununda Marlon Brando’nun yerini alarak eşit düzeyde başarı kazanır. 1951’de üç yıllık bir ayrılıktan sonra Hollywood’a döndüğünde şansı artmış gibidir. Robert Rossen ın şaşırtıcı boğa güreşi filmi The Brave Bulls – Kanlı Kılıç’ta başarı kazanır. Hemen ardından, Meksika kökenlerini hatırlayan Elia Kazan tarafından Viva Zapata’da Marlon Brando/Zapata’nın kardeşini oynamak için seçilir. İki oyuncu da Oscar adayı olarak, Broadway’deki rekabetlerini sürdürürler. (Zaten sette de pek anlaşamadıkları hem Kazan’ın, hem de Brando’nun anılarında yazlıdır.)

Bu ilk raundu Quinn kazanır, yardımcı oyuncu olarak heykelciği kucaklar. Dört yıl sonra da Minnelli’nin Lust for Life – Ölmeyen İnsanlar’ındaki Gauguin rolüyle ikinci yardımcı oyuncu Oscar’ını alacaktır. Ancak Brando, sonraları iki baş oyuncu Oscar’ıyla elbette bu yarışı önde bitirir.

İlk Oscar’ı Quinn’in şansını artırır. Art arda Ride Wayuero – İki Aşk Arasında, Blowing Wild – Müthiş Mücadele gibi gösterişli western’lerde Robert Taylor, Ava Gardner, Gary Cooper, Barbara Stanwyck gibi starlarla ve eşit düzeyde rollerde oynar. Avrupa sinemasının ilgisini çeker. Fellini’nin ilk büyük filmi La-Strada -Sonsuz Sokaklar’da nefes kesici bir Zampano olur. Küçücük, bebek kadın Gelsomina’ya tutulan gezginci, dev gösteri adamı… İtalya’da çevrilen bir Hun İmparatoru Attila’da Attila olur, uluslararası yapım Ulysses – Kral Ülis’in Maceraları’nda ise kralın en yakın arkadaşı…

Fransız yapımı bir Notre Dame’ ın Kamburu’nda Gina Lollobrigida’nın oynadığı Esmeralda’ya vurulan kambur Quasimodo olur. Yeniden Hollywood’a dönüp Lust for Life – Ölmeyen İnsanlar’la ikinci Oscar’ını alır. O artık büyük bir yıldız ve uluslararası bir stardır…

Quinn bundan sonra, o ünlü etnik portreler galerisini açar. Wild is the Wind – Vahşi Aşk’ta Anna Magnani, Hot Spell’de Shirley Booth, Black Orchid – Siyah Orkide’de Sophia Loren’in karşısında hep İtalyan kökenlileri oynar. Last Train from Gun Hill – Kan Davasının Sonu, Warlock – Korkunç Mücadele; Hellen in Pink Tights- Korkunç Kumpanya gibi klâsikleşen western’lerde, bu türün kalıplarını aşan incelikli kişilikler çizer. Kayınpederi De Mille’in hastalanması üzerine onun başladığı The Buccaneer – Karsan filmini (ikinci çevrim) yönetmen olarak tamamlar. (Bu alandaki tek denemesi.) 1960’larda, Nicholas Ray’in The Savage İnnocents-Vahşi Masumlar’ında Eskimo olur!…

Arabistanlı Lawrence’in Bedevi şeyhi, Barabbas’ın Barabbas’ı, Zorba the Greek – Zorba’nın Yunanlı ermiş Zorba’sı hep odur. Cacoyannis’in filminde bu ünlü Nikos Kazancakis kahramanına, yaşam sevgisi, Akdeniz felsefesi, sirtaki adımları ve uzo tutkusuyla karışık müthiş bir canlılık getirir ve son Oscar adaylığını kazanır. Bu rol onun sağduyulu, ayakları yere basan, ama aynı ölçüde hülyalı ve duygusal toprak adamları kimliğinin zirvesidir. Artık daha öteye gitmesi nerdeyse olanaksızdır.

Nitekim gidemez de… Ama hep dener. Daha iyisini değilse de farklısını, özgün ve yeni olanını yapmak için uğraşır. The Guns of Navarone – Navaron’un Topları, Lost Command-Zafer Yolları, The Twenty Fifth Hour- Yirmibeşinci Saat, The Rover-Maceralar Beldesi, The Magus-Büyücü, The Marseilles Contrad -Ölüm Anlaşması gibi uluslararası yapımlarda oynar. İsviçreli yazar Frederich Durrenmatt’tan uyarlanan The Visit-Ziyaret’te (1963) eşlik ettiği İngrid Bergman’ı beş yıl sonra A Walk in the Spring Rain – Bahar Yağmuru’nda yeniden bulur.

Anna Magnani ile yeniden karşılaşması ise Stanley Kramer’ın The Secret of Santa Vittoria – Kasabanın Sırrı’nda gerçekleşir. Baba’nın açtığı furyada, The Don is Dead – Baba Öldü’de kendi Corleone’sini yaratırken, The Shoes of the Fisherman’da Papa, The Message – Çağrı’da Hazreti-i Muhammed’in dava ve inanç dostu Hamza, The Greek Tycon -Akdenizli’de armatör Onassis olur.

70’lerdeki filmleri gösterişli, ama koftur. 80’lerde ise hep eski başarılarını yineler gibidir. Lion of the Desert – Çöl Aslanı, Çağrı’nın başarısını yinelemek isteyen Mustafa Akkad’ın kotardığı bir İslam usulü üstün yapım, The Richest Man in the World, yine Onassis’i oynadığı bir TV dizisidir. 90’lara ise The Revenge-İntikam, Ghosts Can’t Do It – Hayaletler Beceremez gibi gerçek facialarla girer. Acaba en küçük bir seçme duygusu kalmamışçasına bunamış mıdır? Üç eşinden olan toplam sekiz çocuğuna bakmak için paraya bu derece gereksinmesi mi vardır? Yoksa hep hayalini kurduğu (ve sonunda gerçekleştiremediği) bir Picasso’nun hayatı projesi için sermaye mi toplamaya çalışmaktadır?

Ancak Quinn, tükenmiş değildir. Nitekim son yıllarda kimi genç ve özgün yönetmenlerin filmlerinde küçük, ama çarpıcı roller almayı ve bu filmlere değer katmayı sürdürür. Spike Lee’nin Jungle Fever, John McTiernan’ın The Last Action Hero – Son Muhtefem Kahraman, Alexander Rockwell’in Somebody to Love -Sevecek Biri ya da Alfonso Arau’nun A Walk in the Clouds – Bulutlarda Yürüyüş filmleri gibi… 1980’lerin ortalarında yeniden Broadway’e dönmüş ve yıllar sonra Zorba karakterini sahnede canlandırmıştır. Bir aralar plâk dolduran ve “I Love You, You Love Me’ adlı parçasını listelere sokan da odur.

O, sinemadaki 60 yılı aşan çabasından henüz yorulmamış, enerjisini 85’e yaklaşan yaşına rağmen tüketmemiş bir sinema adamı, doğuştan bir oyuncu, mesleğini sonuna dek götürecek bir profesyoneldir. Bir zamanlar “benim sadece kızılderili oynayabileceğimi sanıyorlar,” diye tepki gösteren genç ve öfkeli aktör, artık bir dünya oyuncusuna ve bir beyazperde efsanesine dönüşmüştür. İslamiyet’in doğuşunu anlatan “Çağrı” filminde Hz. Hamza rolünü oynayan Quinn, Türk izleyicilerin gönlünde taht kurmuştu. Özyaşamını daha 1972’de, “The Original Sin-İlk Günah” adıyla yayınlayan Quinn’in günümüzde bu kitabı yeniden ele alıp birçok bölüm eklemesi gerekecektir!…

02 Haziran 2001 tarihinde ABD’nin Boston kentindeki bir hastanede tedavi gören Quinn solunum yetersizliğinden hayatını kaybetti. 86 yaşında hayata gözlerini yuman Athony Quinn ile ilgili tedavi gördüğü Brigham and Women’s Hastanesi’nde ayrıntılı açıklama yapılmadı. Bir hastane yetkilisi sadece Quinn’in 09:30’da öldüğünü belirtmekle yetindi. Bir süredir hastanede tedavi gören ünlü aktörün yakın arkadaşı, Rhode İsland eyaleti Providence kenti Belediye Başkanı Vincent Buddy Cianci, Quin’in solunum yetmezliğinden öldüğünü kaydetti.

Filiz Akın

Haziran 30th, 2012

1943 yılında Ankara’da doğan Akın, Ankara Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Arkeoloji Bölümü’nde bir süre okudu. Sinemaya geçmeden önce bir acentada çalıştı. 1962’de Artist dergisinin düzenlediği yarışmayı kazanarak Yeşilçam’a geçti ve aynı yıl “Akasyalar Açarken” adlı filmini çevirdi. Ardından “Şakayla Karışık” adlı filmde Ajda Pekkan’la başrolü paylaştı. “Kadın Berberi” ve “Kadın Terzisi” filmlerindeki rolleriyle oldukça ünlenen sanatçı, 1964 yılında oynadığı “Yankesici Kız” adlı sinema filminde, değişik türdeki karakterleri başarıyla canlandırabileceğini tüm sinemaseverlere kanıtladı. Bir yıl aradan sonra film arşivine bir yenisini daha ekleyen Akın, 1965’te “Kolejli Kızın Aşkı” isimli filmde Ayhan Işık’la başrolü paylaştı. Ardından “Çıtkırıldım” da benzer bir tiplemeyi canlandıran Filiz Akın, bu filmde başrolü Cüneyt Arkın’la paylaştı. Filmde şımarık kızı canlandıran Akın, ciddi öğretmen Cüneyt Arkın’la sorunlar yaşamaktadır.

Yine aynı yıl, Ayhan Işık’la “Tamirci Parçası” adlı filmde oynayan sanatçı, burada da zengin kız tiplemesini canlandırdı. “Hindistan Cevizi”nde ise başrolü Zeki Müren’le paylaşıp yine havai bir kompozisyonu canlandırdı. Filmde yazarlığını Zeki Müren’den gizleyen Akın, daha sonraları “yazar olup gerçek kimliğini gizleyen zengin kız” rollerini sık sık tekrarlayacaktır. Nitekim yıllar sonra oynadığı “Gül ve Şeker” adlı filmde de aynı rolü canlandırmıştır. Bu filmi Sadri Alışık’la oynadığı “Efkarlı Sosyete” izler.

1967 yılında oynadığı “Sözde Kızlar” filminde başına türlü belalar gelen kızı canlandırdı. Peyami Safa’nın eserinden uyarlanan filmde Filiz Akın, morfinman olur, tecavüze uğrar ve hastane köşelerine düşer. Yeşilçam’ın güzel sarışını olan Akın; “Seni Seviyorum” filminde şımarık çiftlik kızını, “Silahlı Paşazade” filminde Cüneyt Arkın’ın aşkından yanıp tutuşan paşa kızını, “Hüzünlü Aşk” filminde bar şarkıcısını ve yine Cüneyt Arkın’la başrollerini paylaştığı “Lekeli Melek” filminde bir sekreteri canlandırdı. Daha sonra çekilen “Affedilmeyen” adlı filmdeki rol arkadaşı yine Cüneyt Arkın’dır. Bu filmin konusu da diğer birçok Yeşilçam filminin konusu olan zengin kız ve fakir erkeğin unutulmaz bir büyük aşk yaşamasıdır.

Reklam filmlerinde de oynayan sanatçı, sinemacı Türker İnanoğlu ile evlendi ve bu evliliklerinden, daha sonra tüm sinema severlerin tanıyacağı, “Yumurcak” adlı seri filmlerinin başrol  çocuk oyuncusu “İlker İnanoğlu” doğdu. Sinemada özellikle romantik rolleri canlandıran Filiz Akın, 1969 yılında şarkısıyla ünlü “Reyhan” filminde Kartal Tibet’e aşık olan şarkıcı kızı canlandırdı. Yine aynı yıl “Karlı Dağın Eteği” adlı filmde bu kez Ayhan Işık’a aşık olan kızı canlandırdı. Ardından “Ağlıyorum” filminde iki kız kardeşi birden canlandırdı ve bu kez aşık olduğu erkek Ediz Hun’du. Filmlerini sahnede çokça şarkı söylediği “Cilveli Bir Kız”, “Oyun Bitti”, “Cambazhane Gülü Fadime” ve “Oyun Bitti” izler. Başarılı sanatçı, unutulmaz vapur sahnesinin olduğu “Aşka Tövbe”, intiharı seçen kadını canlandırdığı “Acı Hatıralar”, hüzünlü şarkılar söylediği “Seni Sevmek Kaderim” filmleriyle sevenlerinin beğenisini bir kez daha kazandı.

1973 yılında, Kemal Sunal’ın da ilk kez beyaz perdede rol aldığı “Tatlı Dillim” filminde yine iki kız kardeşi (biri köylü diğeri de kentli) birden canlandırdı. “Yumurcağın Tatlı Rüyaları”nda melek rolünü, “Beyaz Gül” de Kartal Tibet’e, “Memleketim” filminde de Tarık Akan’a aşık olan kadını canlandırdı başarılı sanatçı. “Ankara Ekspresi” filmindeki rolüyle “Antalya Film Festivali”nde “en başarılı kadın oyuncu” seçilen Akın, MİT eski Müsteşarı Sönmez Köksal’la evlendi. 1980’lerin başında sinemaya veda eden sanatçı, yıllar sonra TRT’de “Geçmiş Bahar Mimozaları” adlı televizyon dizisinde çıktı hayranlarının karşısına.

Erol Taş

Haziran 30th, 2012

Türk Sineması’nın kötü adam rolündeki büyük ismi Erol Taş, 28 Şubat 1928’de Erzurum’un Karaköse ilçesinde dünyaya geldi. Henüz iki yaşında iken, babası Hamza Bey’in ölümü üzerine annesi Nazife Hanım ile birlikte İstanbul’a taşındı. Okul çağında olmasına rağmen ailesine yardım etmek için okuldan ayrıldı ve çeşitli mesleklerde çalıştı. Bunların arasında hamallık, tezgahtarlık sayılabilir. O dönem aynı zamanda boksör de olan Taş, 1947 yılında İstanbul ve Türkiye ikinciliğini kazandı. Yine o yıl askere gitti ve üç yıl askerlik görevini yaptı. Askerden dönünce Cankurtaran’da bir iplik fabrikasında çalışmaya başladı.

Erol Taş’ın sinemaya tesadüf sonucu girişi de o sıralarda oldu. Sinemaya tesadüfi girişini şöyle anlatır sanatçı: “Lütfi Akad o bölgede bir film çekiyordu. Biz de işten kaytarıp çekimleri izliyorduk arkadaşlarla. Günlerce süren çekimlerden birinde mahallede oturan birkaç serseri, film ekibine musallat olup onları rahatsız etmeye başladı. Film ekibini korumak için birkaç arkadaşımla birlikte, serserilerle kavgaya giriştik ve Lütfi Bey’in yanında onlara bir güzel dayak çektik. Serseriler toz oldu tabi. Lütfi Akad daha sonra haber göndermiş bana, ‘Bir kavga sahnesi var, gelsin oynasın’ diye. Böylece sinema hayatım başladı. Filmdeki rolümü diğer yönetmenler de beğendi ve ardı ardına teklifler gelmeye başladı.”

Sinemaya ilk 1957 yılında Mümtaz Alpaslan’ın çektiği “Acı Günler” filmiyle girdi. Başlangıçta filmlerde figüranlık ve küçük roller ile görüldü fakat kısa zamanda yıldızı parladı. Bir yıl sonra Dokuz Dağın Efesi (1958 – Metin Erksan) filmde bir çobanı canlandırdı. Bu filmi takip eden yıllarda ise, Dikenli Yollar (1958 – Nişan Hançer), Peçeli Efe (1959 – Faruk Kenç), Şoför Nebahat (1960 – Metin Erksan), Köyde Bir Kız Sevdim (1960 – Türker İnanoğlu), Dişi Kurt (1960 – Ö. Lütfi Akad) ve Gecelerin Ötesi (1960 – Metin Erksan) gibi pek çok filmde değişik karakterleri canlandırdı.

Taş’ın oynadığı filmlerdeki rollerden bazı örnekler vermek gerekirse: Hayat Kavgası’nda (1964 – Tunç Başaran) dediği dedik bir baba, Devlerin Kavgası’nda (1965 – Kemal Kan) kötü kardeş, Seveceksen Yiğit Sev’de (1965 – Hüsnü Cantürk) çiftlik sahibi, Sırtımdaki Bıçak’da (1965 – Natuk Baytan) karısı ve sevgilisi tarafından öldürülen bir koca, Son Darbe (1965 – Hicri Akbaşlı) ve Cevriyem’de (1978 – Memduh Ün) bir komiser, Aslanların Dönüşü ve Yedi Dağın Aslanı’nda (1966 – Yılmaz Atadeniz) bir cengaver, İnce Cumali (1967 – Yılmaz Duru), Tutku (1974 – Hüsnü Cantürk), Toprağın Teri (1981 – Natuk Baytan) ve İsyan’da (1979 – Orhan Aksoy) kötü ağa, Maskeli Beşler ve Maskeli Beşlerin Dönüşü’nde (1968 – Yılmaz Atadeniz) bir Meksikalı, Aslan Bey’de (1968 – Yavuz Yalınkılıç) eski bir Rus Generali, Gelin Kız’da (1970 – Orhan Elmas) oba beyi, Kanıma Kan İsterim’de (1970 – Çetin İnanç) idamlık katil, Ök-süzler’de (1973 – Ertem Göreç) dilendirici, Belalılar’da (1974 – Melih Gülgen) çetebaşı, Tatlı Nigar’da (1978 – Orhan Aksoy) zengin bir kasabalı, Çayda Çıra’da (1982 – Yücel Uçanoğlu) zengin bir ağa, Alınyazısı’nda ise (1986 – Orhan Elmas) eski bir külhan beyi olarak çıktı karşımıza. Gerek teknik ve konu, gerekse de sinema dili açısından vasat diyebileceğimiz bu ve benzeri filmlerde Taş, dönem dönem çeşitli roller aldı. Ancak sinemada onu adından sıkça söz ettiren filimler Susuz Yaz, Duvarların Ötesi ve Gecelerin Ötesi oldu.

1960 yılı yapımlı “Gecelerin Ötesi”, oyunculuk kariyeri için önemli bir fırsat oldu sanatçı için. Henüz sinemaya yeni yeni ısınmaya başlayan Taş, bu filmle Metin Erksan’la tekrar çalışma fırsatı buldu. Ekrem (Erol Taş), bu filmde aynı çevreden gelen, farklı endişe ve tutkularını ortak bir eylemde birleştiren altı kahramandan birisidir. Uzun yıllar bir tekstil fabrikasında işçi olarak çalışmış ancak geriye dönüp baktığında fazla bir yol alamadığını görmüştür. Bu ezik yaşantısından doğan bunalımı, isyanı onu diğer beş arkadaşı ile birlikte soygun fikrinde harekete geçirmiştir. Fakat sistemin hazırladığı son bu filmde de değişmemektedir.

Erol Taş’ın yer aldığı bir başka önemli yapım ise, Necati Cumalı’nın romanından 1963’de Metin Erksan tarafından filme alınan “Susuz Yaz” oldu. Bu filmde Hülya Koçyiğit ve Ulvi Doğan ile bir üçleme çizen Taş, Osman karakterini canlandırdı. Osman’ın kötülüğü son derece yalındır ve ben merkeziyetçi bir yapı hakimdir. Yıllar önce eşini kaybetmiştir ve hapisteki kardeşinin (Ulvi Doğan) karısına (Hülya Koçyiğit) sahip olmak istemektedir. Etrafındaki herkesten bir nevi intikam almaya başlar ve önce köyün suyunu keser. Suyu alınan köylü ürünsüz kalır, toprağı çoraklaşır. Nasıl susuz kalan toprak halkına ihanet ederse, yıllar önce eşini kaybeden Osman’da bastıramadığı cinselliğine zalimce isyan eder. Tutkusuna yenik düşen Osman’ın bu özelliği doğasındaki ilkelliği ile birleştiğinde doyumsuzluğu tümden ele verir kendini. Osman’ın kötülüğünün temelinde yatan bir diğer önemli nokta ise tarladaki korkuluk ile paylaştığı yalnızlığıdır. Yalnızlığını sadece tutkularıyla bastırabilir. Tutkuları ise onun ölümüne giden yolun hazırlayıcısıdır.

Tarihsel bir süreç içinde değerlendirildiğinde Erol Taş, bir başka önemli rolünü 1964’de Orhan Elmas’ın yönettiği “Duvarların Ötesi” filminde oynadı. Filmde müebbet hapse mahkum edilen Babaç (Erol Taş), kendisi gibi müebbet yiyen ya da idamlık altı arkadaşı ile hapisten kaçar. Amaçları özgür olabilmek, koğuşun dışında rahat bir nefes alabilmektir. Ancak ‘duvarların ötesi’nde kendilerine seçtikleri sığınak da hapishaneden daha farklı değildir onlar için. Aslında nereye kaçarlarsa kaçsınlar her yer bir hapishanedir onlara. Çünkü sistem tarafından suçlanmış toplum tarafından da dışlanmaktadırlar. Gerçek suçlu kimdir? Babaç ve arkadaşlarının mı yoksa sistemin yanlış dönen çarkı mı?

Ö. Lütfi Akad tarafından 1966’da çekilen Hudutların Kanunu’nun konusu Güneydoğuda bir sınır kasabasında geçmektedir. Toprak verimsizdir ve tek geçim yolu kaçakçılıktır. Kaçakçı olmamak için direnen Yılmaz Güney’in aksine Erol Taş yani Ali Cello çoktan çareyi bu işte bulmuştur bile. Sınırdan kaçak davar geçirmektedir ancak sonunda başlattığı oyuna yenik düşer ve bir çatışmada vurularak ölür. Hudutların sert ve acımasız kanuna karşı Ali Cello’nun kötülüğü bile dayanamamıştır. Taş bu filmde de çoğunluk kötü adam rollerinden birisini alışılagelmiş bir oyun tarzı ile oynamaktadır.

1968’de Nuri Ergün tarafından çekilen “Dertli Pınar” ise Taş’ın ağa tiplemeleri için örnek gösterilebilir. Mahmutoğlu Hilmi Ağa (Erol Taş) köylünün toprağını çeşitli dalaverelerle hatta silah zoru ile elinden almakta ve etrafındaki herkese hükmetmektedir. Daha fazla toprağa sahip olma tutkusu saplantı halini almıştır. Bunun için yapamayacağı şey yoktur. Ancak her şey planladığı gibi gitmez, bütün çabasına rağmen sonunda yenildiğini anlar ve suçunu itiraf eder. Oyun düzeyinin vasat olduğu bu filmde Taş abartılı olduğu kadar da kontrolsüz bir oyun sergilemektedir.

Sinemada kötü adam rolleri ile bilinen sanatçı, bu tiplerin dışına çıktığı filmlerde, aslında her tür karakteri rahatlıkla oynayabileceğini de ispatlamıştır. Zaman zaman da olsa oynadığı iyi tiplerle seyirciyi şaşırtmıştır. Bir başka Akad filmi olan “Ana”da Taş, bu kez kötülükten kaçmaktadır. 1967’de çekilen ve Türkan Şoray’la başrolü paylaştığı Ana filmi onun az rastlanan iyi adam tiplemeleri için gösterilecek ilginç bir örnektir. Yaptığı balık ağları ile geçimini sağlayan Şevket (Erol Taş), kan davası yüzünden ailesi ile birlikte köy köy dolaşmaktadır. Sinemanın kötü adamı olarak bilinen Taş, filmdeki Şevket tiplemesinde tamamen farklı bir karakter çizmektedir. Kanlısı rolündeki Kadir Savun’la sanki rolleri değişmiş gibidirler. Bu seyirci içinde çok alışılagemiş bir durum değildir. Yıllar süren takibin sonunda Şevket kanlısı Musa (Kadir Savun) tarafından vurularak öldürülür.

Bir başka örnek ise, 1992 yılında çekilen, Mehmet Tanrısever’in yönettiği “Sürgün” filmidir. Erol Taş, sinemada rol bulduğu bu son filminde, kurtuluş savaşını görmüş yaşamış eski bir çavuşu oynamaktadır. Üniformasını üzerinden hiç çıkarmayan Süleyman Çavuş, göğsünde taşıdığı istiklal madalyası ile de büyük gurur duymaktadır. Çatak köyüne gelen öğretmenin (Bulut Aras) yeniliklerine sıcak bakar, ona yardımcı olur. Hatta köyün muhtarına karşı onu savunur. Öğretmenin köyden sürgün edilmesini engellemek için köy halkıyla birlikte Kaymakamlığa gitse de bu işe yaramaz. Bunun üzerine çavuş gururla taşıdığı istiklal madalyasını çıkarır ve köyden ayrılan öğretmene verir.

Erol Taş’ı 1969 yılı itibariyle Çetin İnanç, 1971’den sonra ise Yılmaz Atadeniz’li macera filmlerinde sıkça görmekteyiz. Yılmayan Şeytan filminde (1968 – Yılmaz Atadeniz) Dr. Şeytan’ı oynar. Dr. Şeytan (Erol Taş), ‘Tanyant’ madenini kullanarak bir robot icat eder. Amacı ürettiği robotlarla dünyayı ele geçirmektir. Ancak filmin sonunda kısa devre yapan robotu tarafından öldürülür. Çeko’nun (1970 – Çetin İnanç) konusu ise 1875 yılında Meksika’da geçmektedir. Ramon isimli eşkıya (Erol Taş), köylülere türlü işkenceler yapmakta ve cinayetler işlemektedir. Bir başka Yılmaz Atadeniz filmi olan Maskeli Beşler ve Maskeli Beşler’in Dönüşü’nde (1968) ise (Erol Taş) yine Ramon ismi ile ancak bu kez Meksikalı bir general rolündedir. Kızıl Maske’de (1968 – Tolgay Ziyal) müze müdürü, Küçük Kovboy’da (1973 – Guido Zurli) çiftlik kahyası, Hakanların Savaşı’nda ise (1968 – Mehmet Arslan) Kubilay Han rollünü oynamaktadır.

Yaklaşık 200 filmde irili ufaklı çeşitli roller alan Erol Taş, oynadığı filmlerin altısında ise başrol oyuncusu olarak karşımıza çıkıyor: Mapushane Çeşmesi (1964-Suphi Kaner), Kanlı Kale (1965-Yavuz Yalınkılıç), Efenin İntikamı (1967-Yavuz Yalınkılıç), Eşkiya Kanı/Hakimo (1968-Yavuz Figenli), Konuşan Gözler (1965-Hicri Akbaşlı), Katırcı Yani Efenin Definesi (1967-Yavuz Yalınkılıç).

45 yıllık oyunculuk yaşamı süresince sinemaya büyük emek veren Erol Taş, bu emeğin bir sonucu olarak; 1965 yılında Duvarların Ötesi ile Antalya Film Festivali’nde, 1967’de İnce Cumali ile yine Antalya Film Festivali’nde, Sahildeki Ceset ile İzmir Film Festivali’nde, Susuz Yaz’daki oyunculuğu ile ise Turizm Bakanlığı ve Meksika Accopulco Festivali’nde en iyi yardımcı erkek oyuncu ödüllerini aldı. Sanatçı, 8 Kasım 1998 günü, Samatya SSK Hastanesi’nde hayata gözlerini yumdu.

Ezel Akay

Haziran 30th, 2012

Ezel Akay 1961’de Kastamonu’da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Mühendislik Fakültesi mezunu olan Ezel Akay, birçok tiyatro oyunu, televizyon ve sinema filminde yönetmenlik ve oyunculuk yaptı.

İFR Yapım şirketi’nin kurucu ortağı olarak reklam filmi prodüksiyonlarında 400’den fazla reklam filmine yönetmen olarak imza attı.

“Güneşe Yolculuk”, “Tabutta Rövaşata”, “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak” gibi uluslararası festivallerde ödül almış filmlerin yapımcılığını üstlendi.

Melek Baykal

Haziran 30th, 2012

Ferhunde Hanımlar dizisindeki Nermin, Hayat Bağlarındaki Nurhayat ve Cennet Mahallesindeki rollariyle tanınır. Ankara’da çekilen Ferhunde Hanımlar dizisiyle tanınmasının ardından gelen teklifleri değerlendirerek, İstanbul’a yerleşmiştir.

İstanbul doğumlu olan ve henüz 17 yaşındayken tiyatroya başlayan Baykal, ilk oyununda 85 yaşında bir kadını canlandırarak takdir topladı. Ankara Devlet Konservatuvarı mezunudur. Uzun süre Ankara Devlet Tiyatrosu’nda çalıştı. Dizi filmlerde rol almasına rağmen henüz bir sinema filminde oynamadı. Cennet Mahallesi adlı dizideki performansıyla beğeni topladı.

Oynadığı Bazı Tiyatro Oyunları

Romantika
Kral Lear
Bu Bir Rüyadır
Yunus Emre

Filmografisi

Görgüsüzler-2008
Cennet Mahallesi – 2004
Hayat Bağları – 1999
Melek Apartmanı – 1995
Ferhunde Hanımlar – 1993

Kadri Şarman

Haziran 30th, 2012

1943 yılında Sivas’ın Yıldızeli ilçesinde doğan Kadri Şarman, ilk ve ortaokul eğitimini, babasının maarif memurluğu yaptığı Sivas’ın Şarkışla ilçesinde tamamladı. Başöğretmen Ali Faik Şarman 1958 yılında Milli Eğitim Bakanlığı Tayin Terfi Şubesine tayin olunca Ankara’ya geldi. Kadri Şarman, Ankara Atatürk Lisesi ve 1969 yılında da AİTİA’den mezun oldu. 1966 yılında Türkiye Radyoları için açılan sınavda başarılı olarak 3 yıllık bir eğitim sonunda 1969 yılında kadroya geçti. 1969 yılından bugüne kadar TSM ses sanatçılığı görevini aralıksız devam ettirdi.

1993 1998 yılları arasında Türk Sanat Müziği müdürü olarak çalışan Kadri Şarman, birçok yurtiçi ve yurtdışı konserler verdi. Beste çalışmaları da yapan hocamızın TRT repertuarında okunan eserleri bulunmaktadır.

Halen, çeşitli amatör koroları çalıştırarak yetiştirdiği yüzlerce öğrencisi ile musikimize hizmeti devam ettirmektedir. Önceki çalışmalarına ilave olarak; ayrıca kurucusu ve Başkan Yardımcılığı görevini yürüttüğü, Mutlu Yaşam Sevgi Dayanışma ve Hizmet Derneği bünyesindeki “Mutlu Yaşam Türk Sanat Müziği Korosu” kurcusu ve çalıştırıcısı olarak katkılarını sürdürmektedir.

1996 yılında Milliyet gazetesinin açmış olduğu Türk Sanat Müziği beste yarışmasında 4. lük ödülünü alan sanatçımız evli, bir kız, bir erkek çocuk ve bir de torun sahibidir.

Perihan Altındağ Sözeri

Haziran 30th, 2012

Türk Sanat Musikisinin büyük yorumcusu Perihan Altındağ Sözeri, uzun yıllardır yaşamakta olduğu Erenköy’deki evinde 7 Nisan 2008 sabahı hayata gözlerini yumdu.

“Tüm Türkiye, Türk Sanat Müziğini radyolarımızdan onun sesiyle sevmiştir. Ankara Radyosu kadrosuna yaşının küçük olması nedeniyle kendisi için çıkartılan özel bir izinle girdi. O’nu Türkiye çapında şöhrete ulaştıran radyo eğitimine 1949 yılına kadar devam etti. Sahne çalışmaları ve radyo konserleri uzun yıllar aralıksız sürmüştür. Kendisi, Cumhuriyet aydınlanmasının en ünlü sanatçılarındandır.

Yaşamıyla ilgili kısa özgeçmiş; Kendisine Türk Kadınlar Birliği’nin “Cumhuriyete Kendi Alanında Emeği Geçmiş Gururumuz Kadınlarımız” Ödülü’nün sunumu sırasında dağıtılan kitapçıktan alınmıştır.

Perihan Altındağ Sözeri, 1953 yılında Radyo Alemi mecmuasında 20 hafta boyunca yayınlanan “Hayatım” yazı dizisinde ; (sayı 19. 2 Temmuz 1953 ) Sahibinin Sesi plak şirketi müzik şefi Artaki Candan’ı görmek için Ankara’dan trenle İstanbul’a gittiğini anlatır: “Artaki Candan’ın odasına girp karşısına sıralandığımız zaman teyzem elindeki kartı kendisine verdi. Hiç unutmam kartı okuduktan sonra anneme ve teyzeme sıra ile baktıktan sonra “hanginizsiniz efendim” diye sordu. Bahsedilenin bu küçücük zayıf kızın olabileceğini hiç düşünmemişti. Tasrih edilince [açıklanınca] gözlüklerinin üzerinden hayretle beni bir iyi tetkik etti. “Ya, gel bakalım küçük hanım” dedi. Artaki Candan’a (toprağı bol olsun) ; “Yalnız bırakıp gitme bu akşam’ı okudum. Dirseklerini masaya avuçlarını şakaklarına dayamış sessiz dinliyordu. Şarkı bittiğinde masaya damlayan gözyaşlarını gördüm. Kalktı, yanıma geldi ve alnımdan öptü. Israrla gözlerimin içine bakarak “Bir gün memleketin büyük yıldızı olacaksın hiçbir zaman ümitsizliğe kapılma. İstikbal senindir kızım” diye zile bastı, gelen memurla Ermenice bir şeyler konuştu. Biraz sonra önümüzde iki nüsha olarak mukavele duruyordu. Sahibinin Sesi şirketi hesabına on plak dolduracaktım ve plak başına 25 lira olmak üzere 250 lira alacaktım. Parayı teyzeme teslim ettiler. Bizi Teşyi için [yolcu etmek] merdiven başına geldi. Biz aşağı inmeye başladığımız sıra Safiye Ayla ile karşı karşıya geldik.”

Burcu Uyar

Haziran 30th, 2012

Avrupa’nın en iyi sesi

Türkiye’nin en başarılı genç kuşak kadın opera solistlerinden Burcu Uyar, bu yıl üçüncüsü yapılan Avrupa Şan Yarışması’nda birinci oldu.

Genç soprano Burcu Uyar, Almanya’nın Mannheim kentinde 7 Ekim 2006 tarihinde gerçekleştirilen Avrupa Şan Yarışması’nda (European Opera Singing Competition DEBUT 2006) seslendirdiği Massene’nin ‘Manon’, Donizetti’nin ‘Lucia’ operalarından aryalar ile seçiciler kurulundan tam puan alarak Avrupa birincisi seçildi. Yarışmada ikinciliği Rus koloratür soprano Olga Peretyatko, üçüncülüğü de Güney Koreli bariton Tae-Joong Yang elde etti.

Genç kuşağın en başarılı opera sanatçıları arasında gösterilen 1978 doğumlu Burcu Duyar, 2006 yılının Ağustos ayında İstanbul’da yapılan 4. Leyla Gencer Şan Yarışması’nda da üçüncü olmuştu.

 1996 yılında Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuarı Opera bölümüne giren Burcu Uyar, İzmir Devlet Operası’nda Offenbach’ın Les Contes d’Hoffmann (Olympia), Ankara Devlet Operası’nda Don Carlos (Voce dal Cielo) operalarında söyledi.

2002 yılında Olympia rolü ile As.Li.Co. yarışmasını kazanan sanatçı, İtalya’da Brescia, Cremona, Como ve Pavia operalarında bu rolü seslendirdi. 2003 yılında Uluslararası İstanbul Müzik Festivali’nde Fazıl Say’ın Metin Altıok Oratoryosu’nu yorumlayan ve 2004 yılında Cnipal Opera Akademisi’ne kabul edilen Uyar, Paris’te Schola Cantarum orkestrası ile konserler verdi. ALDECA yarışmasında birinci oldu.

Avrupa’nın “Mezzo” adlı klasik müzik televizyon kanalınca en değerli “koloratür soprano”lar (zor tiz ses aralıklarını seslendiren) arasında gösterildi.

Avignon ve Marsilya operalarında resitaller, Daniel Tosi yönetiminde konserler veren, Marsilya Opera Orkestrası ile festivallere katılan ve Perpignan Festivali açılışında bir resital veren Burcu Uyar’ın seslendirdiği yapıtlar arasında; Beethoven’ın 9. Senfonisi, Marsilya Operası’nda Donizetti’nin Maria Stuarda (Anna) operası, Mozart’ın Sihirli Flüt (Gece Kraliçesi) operası bulunuyor.

Mehveş Emeç Birol

Haziran 30th, 2012

29 Ağustos 1963 tarihinde istanbul’da doğdu. Babası Çetin Emeç, annesi Bilge Emeç, Kardeşi Mehmet Emeç‘tir. Piyanoya Rana Erksan ile başladı. İlk konserini beş yaşında verdi. 1968’de İstanbul Belediye Konservatuvarına girdi. Ferdi Statzer’in öğrencisi oldu, 1978’de Konservatuvarı bitirdi. Salzburg’daki Mozarteum Yüksek Müzik Okulu’nun sınavlarını kazandı, Peter Lang’ın öğrencisi oldu.

12. İstanbul Festivaline solist olarak katıldı. 1983’de Avusturya’da Bösendorfer piyano ödülünü kazanan Emeç, Ayşegül Sarıca ile piyano ve G. Winberger ile kompozisyon çalıştı.

5 temmuz 2000 tarihinde M. Özalp Birol ile evlendi. 12 Haziran 2002 tarihinde kızı selin dünyaya geldi.

Mesleki yaşamı:
Doç. Dr. Öğretim Üyesi, Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi, 2004

Yurtiçi ve yurtdışı konserler, resitaller, özel projeler (Sertab Erener, Yavuz Bingöl) beste çalışmaları (enstrümantal ve sözlü eserler), 1996’dan günümüze… (Avusturya, Almanya, İspanya, Yunanistan, İrlanda, İngiltere)

Popular Classics Albümü, Rosslyn Hill Chappel, Londra, 1998
Türk Ordu Senfonisi CD’si ve konserleri, Ankara, 1998
Schumann Albümü, Wigmore Hall, Londra, 1994
Asistan, piyano eğitmeni – Mario Curcio, Londra 1989-1998
Solist Sanatçı, İzmir Devlet Senfoni Orkestrası, 1986-2004
Doçentlik unvanı, Bilkent Üniversitesi, Ankara, 1989
En iyi Ravel yorumcusu ödülü, Fransa, 1988
Kompoziyon ve emprovizasyon çalışmaları, Prof. Gerhard Wimberger, Mozarteum, Salzburg, 1984
Bosendorfer Ödülü, Avusturya,1983
Piyano çalışmaları, Prof. Peter Lang, Elizabeth Leonskaja Mozarteum, Salzburg,1980-1988
İstanbul Belediye Konservatuarı, 1978
Özel dersler, Rana Erksan, Ferdi Statzer, 1967-1974

Suzan Kardeş

Haziran 30th, 2012

Suzan Kardeş 1960 yılında Yugoslavya’nın Kosova eyaletinde doğdu. Profesyonel çalışma hayatına 1982’de Hürriyet Gazetesi’nin fotoroman çekimlerinin ve Şan Tiyatrosu’ndaki oyunların saç ve makyajlarıyla başladı.

Birçok sinema, tiyatro, reklam, fotoğraf çekimleri, kliplerde ve sahne çalışmalarında ünlü sanatçılarla makyöz ve kuaför olarak görev aldı.

1995 yılından itibaren BKM’nin tüm tiyatro oyunları, dizi ve konser organizasyonlarının, “Vizontele”, “Vizontele Tuuba”, “Neredesin Firuze” ve “Hırsız Var” adlı sinema filmlerinin saç ve makyaj çalışmalarını üstlendi.

21 yıldır da Sezen Aksu ile sahne showlarına devam ediyor.

Yer aldığı bazı projeler;
Hokkabaz, Beynelmilel, Gen, Organize İşler, Bekarlar, Aşk ve Gurur, Hürrem Sultan, Bir Demet Tiyatro, Seni Seviyorum Rosa

2007 yılında Bekriya isminde bir albüm çıkardı.

Bir Kızıl Gonca
Bülbül ve Gül
Körfezde Akşam
Yüce Dağdan Esen Rüzgar
Kapıldım Gidiyorum
Neyleyim Köşkü
Dağlar Dağlar Viran Dağlar
Yarim İstanbul’u Mesken Mi Tuttun / Köşküm Var Deryaya Karşı / Alişimin Kaşları Kara
Bir Dalda İki Kiraz
Ayağına Giymiş Sedef Nalini
Şahane Gözler Şahane
Batan Gün Kana Benziyor(Şenka’ya)
Prozit
Kır Çiçeği


NTV Banu Güven ile +24 programı’nda Suzan Kardeş‘i izlemek için tıklayınız.


James Brown

Haziran 30th, 2012

Soul müziğinin babası‘ olarak tanınan efsanevi şarkıcı James Brown zatürre teşhisiyle kaldırıldığı hastanede 25 Aralık günü sabahı yaşamını yitirdi.

‘I Got You (I Feel Good), ‘Living America’ gibi parçalarıyla dünya çapında tanınan ünlü şarkıcının menajeri Frank Copsidas CNN’e yaptığı açıklamada ünlü şarkıcının haftasonu zatürre teşhisiyle Atlanta’daki Emory Crawford Long Hastanesi’ne kaldırıldığını ve Brown’ın sabah hayata veda ettiğini söyledi. Copsidas, Brown’un öldüğü sırada yanında kadim dostu Charles Bobbit’in bulunduğunu, şarkıcının ailesine haber verildiğini, ancak ölüm nedeninin henüz açıklığa kavuşmadığını kaydetti. Brown 73 yaşındaydı.

Ailenin tek çocuğu olan James Brown, 1933 yılında Güney Caroline’da Barnwell’de dünyaya geldi. Dört yaşında annesiyle babasının ayrılması üzerine teyzesinin yanına yerleşen Brown, ABD’de son 50 yılda müziğe damgasını vuran Elvis Presley ve Bob Dylan gibi sanatçılar arasında yer alıyordu.

Bir neslin idolleştirdiği ve örnek aldığı Brown’un dansı Mick Jagger ve Michael Jackson gibi şarkıcılara esin kaynağı oldu.

David Bowie’nin “Fame”i, Prince’in “Kiss”i ve George Clinton’ın “Atomic Dog”u açıkça, “Out of Sight”, “Sex Machine”, “I Got You (I Feel Good)” ve “Say It Out Loud – I’m Black and I’m Proud” gibi hitlere imza atan James Brown’un ritimlerine dayanıyordu.

Şarkı sözleri ünlü rapçiler Fat Boys, Ice-T ve Public Enemy tarafından kullanılan Brown, küçük yaşta silahlı soyguna karıştığı, çocukluğu ve gençliğini geçirdiği Georgia’da Bobby Byrd ile tanıştı ve Bryd’in daha sonra adını Famous Flames olarak değiştiren grubu Gospel Starlighters müzik hayatına başladı.

1965’de “Papa’s Got a Brand New Bag” ile en iyi R&B şarkısı, 1987’de “Living In America” R&B dalında en iyi şarkıcı, 1992 yılında ömür boyu başarı dalında Grammy kazanan James Brown, 1950’leri sallayan ilk hit şarkısı “Please, Please, Please” ile çıkış yaptı.

Hakkındaki alkol ve uyuşturucu kullandığı iddiaları, üçüncü eşi Adrienne’ye vurduğu suçlaması ışıltılı yaşamındaki lekeler olarak görülen Brown, kendisini şov dünyasının en çalışkan adamı olarak tanımlıyordu.

Müzik yaşamı boyunca 119’un üzerinde şarkı ile 50’nin üzerinde albüm yapan Brown 1992 yılında Grammy Müzik ödüllerinde ‘Yaşam Boyu Başarı’ ödülüne layık bulundu. Efsanevi şarkıcı 2006 yılının Temmuz ayında Türkiye’de konser vermişti.

Yaşar Günaçgün

Haziran 30th, 2012

 Adana’da doğdu. Üniversiteye kadar Adana’da okudu.1987 yılında M.Ü. İşletme’yi kazanıp İstanbul’a geldi. Bu yıllarda başlayan şiir sevgisi müzisyenliğiyle birlikte şarkı sözlerine yansıdı.

 1992 yılında mezun oldum 1993-1994 yıllarında İ.Ü. Finans bölümünde yüksek lisans yaptı. Tüm bu yıllar boyunca hayatını barlarda gitar çalıp, şarkı söyleyerek kazandı. 1996 yılında Divane, 1998 yılında Esirinim, 2001 yılında Masal, 2003 yılında Sevdiğim Şarkılar ve 2005 yılında Hatırla albümlerini yaptı.

 1996 Eylül’ünde “Divane” adlı albümü ile  Altın Plak ile ödüllendirildi. 1998 Ekim’inde “Esirinim” adlıalbümle de Türk Sanat Müziği öğeleri içeren “Kuşlar” adlı hit şarkısı ile dinleyici kitlesi genişler. Artık onu Türk Sanat Müziği sevenlerde dinlemektedir.

Yaşar Resimlerini Görmek İçin Tıklayınız